HİCRÎ ONİKİNCİ ASRIN ÂLİMLERİ

ABDÜLAZÎZ DEBBAĞ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Abdülazîz bin Mes’ûd Debbağ’dır. Soyu Hazreti Ali efendimize dayanmakta olup, hem şerîf hem de seyyiddir. 1090 (m. 1679) senesinde doğdu. 1132 (m. 1720) senesinde vefât etti. Fas’da yaşadı.

Seyyid Ahmed bin Abdullah’ın talebesi olan Abdülazîz Debbağ’ın hayâtı hakkında fazla bilgi yoktur. Talebesi Ahmed bin Mübârek, hocasının menkıbelerini, kerâmetlerini, “El-İbrîz” adlı eserde toplamıştır. Bu eserde Ahmed bin Mübârek, hocasının ba’zı kerâmet ve menkıbelerini şöyle nakletti:

“Bir erkek evlâdım ölmüştü. Bu sıralarda hocam Abdülazîz Debbağ hazretleriyle daha yeni tanışmıştım. Ailem, çocuğumun ölümüne çok üzüldü. Çünkü daha önce de bir çocuğumuz ölmüş, hanımım da hayatta kalan bu oğlumuzla teselli bulmaya çalışmıştı. Hanımıma; “Seyyid Ahmed bin Abdullah’ın şöyle buyurduğunu işittim: “Çocuklara ve gelecek olan husûslara ve inecek olan musibet ve belâlara baktım, o çocuklara acıyıp merhamet ettim. Hangi çocuk ölürse, şüphesiz ki dert ve musibetlerden kurtulup güvene kavuşmuştur.” Bizim de oğlumuz öldü. Buyurulan husûs sana bir teselli olmalıdır dedim. Sabah olunca hocamla buluştum. Bana;

“Ey Ahmed! Akşam hanımına şöyle şöyle dedin” diyerek, akşam hanımımla aramda geçen konuşmayı nakletti. O zaman hocamın keşf yoluyla o akşam evimizde olan konuşmayı duyduğunu anladım.”

“Sultan Nasrullah bana bir mektûp yazarak göndermişti. O sırada Bisem’de bulunuyordum. Mektûpta, derhal Meknâse’ye gidip Riyad Câmii’nde İmâm olmam emrediliyordu. Hocamdan ayrılmak bana ağır geleceğini ve bu görevi lâyıkı ile yapamıyacağımı düşünerek çok üzüldüm. Hocam bu durumu haber alınca; “Korkma! Zîrâ sen Meknâse’ye gidecek olursan, biz de seninle beraber gideriz. Fakat sen hiç üzülme, sana bir zarar gelmiyecek ve senden istedikleri de olmayacaktır” buyurdu. Bunun üzerine, sultânın adamlarıyla yola çıktık. Meknâse’ye vardığımızda imamlık görevinin başkasına verildiğini öğrendim. Oradan ayrılarak hemen evime döndüm. Kayınpederim Muhammed bin Ömer bu durumu öğrenince, bana şöyle bir mektûp yazdı: “Meknâse’ye geldin. Fakat sultan ile görüşmeden ayrıldın. Senin dönmenden sonra başımıza neler geleceğini bilmezsin. Benim düşüncem şudur: Hemen Meknâse’ye gelip sultanla görüşmelisin ve belirtilen Câmide, verilen vazîfeye başlamalısın.” Ben de bu mektûbu hocama götürdüm ve okudum. Bana; “Sen git evinde otur, hiçbir fenâlıktan korkma. Sana sultânın bir zararı dokunmaz” buyurdu. Durum tamamen hocamın buyurduğu gibi oldu. Bu mes’ele de öylece kapandı.”

“Bir grup arkadaşım ile hocamı ziyâret etmeğe gittik. Bir müddet dergâhında kaldıktan sonra evlerimize gitmek üzere yola çıktık. Yanımızda, eşkiya saldırısına karşı koyacak hiçbir silâhımız yoktu. Geceyi tenhâ ve korkunç bir yerde geçirdik. Arkadaşlarımızın hepsi uyudu. Sâdece ben ve bir dostumuz, uyumadık. Bir ara çok yakınlarımızda bir arslanın olduğunu fark ettik. Dostuma; “Kimseyi uyandırma. Sonra paniğe kapılabilirler” dedim. Zîrâ onların arasında bu konuda hiç tecrübesi olmayanlar da bulunuyordu. Sabah olunca yakınlarımızda ölü bir tavşan gördük. Bu hâdiseden bir müddet sonra yine arkadaşlarımla beraber hocamın yanına gitmiştik. Bir gece önce yolda arkadaşlarımı tehlikeden korumak için uyumamıştım. Hocamın huzûrunda uykum geldi; “Efendim! Müsâade ederseniz biraz uyumak istiyorum. Çünkü dün gece hiç uyumadım” dedim. Hocam; “Neden uyumadın” diye sordu. “Arkadaşlarımı korumak için” diye cevap verdim. Bunun üzerine; “Senin gece uyumayıp, arkadaşlarını beklemen bir fayda sağlamaz. Falan gece yol kesiciler size geldiklerinde arslanı ve sizi koruyanı hatırlıyor musun?” dedi. Ben hemen o geceyi hatırladım ve; “O gece ne oldu?” diye sordum. Hocam; “O gece falan yere vardığınız zaman, üç kişi gelip, size katılmadılar mı?” diye sorunca; “Evet” dedim. Bunun üzerine hocam; “Onlar sizden ayrıldıktan sonra, oradan gelip geçeni gözleyen dört kişi ile buluştular ve sizin yakın bir yerde konakladığınızı onlara haber verdiler. Sizin yakınınıza bir yere gelip uyumanızı beklediler. Uyuduğunuza kanâat getirdikten sonra soymak için size yaklaştılar. Yakınınızda bir arslanın dolaştığını görünce çok şaşırdılar. Kendi aralarında şöyle konuştular: “Arslanı öldürsek bunlar uyanacak. Soygun yapmaya kalkışsak arslan engel olacak.” Bir çıkar yol bulamayınca, başka bir kervanı soymaya gittiler. Orada birşey bulamayınca, başka bir yönden size yaklaşmak istediler. O tarafta da bir arslan olduğunu gördüler, sonra aralarında şöyle konuştular; “Bunlar nasıl insanlardır ki, hangi yönden yaklaşmaya çalıştıysak orada bir arslan çıktı.” Bunun iç yüzünü öğrenmek istediler. Allahü teâlâ onların kalblerini mühürledi” diye anlattı. Ben; “Yolda rastladığımız ölü olan tavşan ne idi?” diye sorunca; “Arslanın bir onuru vardır. Bir insan, yüzüne sinek konsa nasıl eliyle kovalarsa, arslan da sizi korurken, bir tavşan gelip önünde durdu. Sen onu görmedin. Arslan bir pençe vurup onu öldürdü” buyurdu.

“Bir defa yine ziyâretine gitmiştim. Yolculuğumu bir katır üzerinde yapmış, tehlikeli bir yere gelince, bineğimden inip, öyle geçmeye çalışmıştım. O yeri yaya olarak geçtikten sonra, tekrar bineğime bineceğim sırada, hayvan kaçtı ve yakalamam mümkün olmadı. Ne yapacağımı şaşırmıştım. O anda hatırıma hocam geldi. Ondan meded umarak; “Ey hocam, Abdülazîz Debbağ!” dedim. Bu sırada Allahü teâlâ ba’zı insanları yardımıma gönderdi. Onlar hayvanı yakalayıp bana teslim ettiler. Hocamın yanına geldiğimde, gülerek bana; “Falan yerde Şeyh Abdülazîz’i ne yapacaktın? Senin yanında olsaydım, herhalde sana yardımda bulunurdum” dedi. Ben de; “Ey Efendim! Şahsen bulunmanızla rûhen bulunmanız arasında, sizin için hiçbir fark yoktur ve ikisi de mümkündür” dedim.”

“Ba’zı tanıdıklarım bana, bir miktar parayı ödünç olarak, bir miktar parayı da emânet olarak verdiler. Bir süre sonra gelip, emâneti istediler. Emânet olan parayı verdim. Fakat borcumu o anda ödeyecek hiç param yoktu. Satılacak bir eşyam da mevcût değildi. Borcum konusunda, kalben hocamı hatırladım ve ondan alacaklıların şimdilik bu parayı istememeleri için yardım talep ettim. Onlar emânet bıraktıkları parayı aldıktan sonra, benim borcumu istemeden yanımdan ayrıldılar. Uzun müddet alacaklarını istemediler. Allahü teâlâya hamd olsun ki, bu iş hocamın bereketiyle olmuştu.”

“Birgün yine kendisini ziyâret ettiğimde, evimi bir bir anlattı ve sonra; “Neden atını falan yere bağlıyorsun?

Oraya sâlih bir zât defnedilmiştir. Kabri tam senin atının ayağının altında bulunuyor” dedi. Hâlbuki biz oralarda bir kabir izine rastlamamıştık. Oraya yakın bir kabristanlık da yoktu. Sonra hocam; “Senin avlunda yedi kabir bulunuyor. Fakat sen sâdece atının ayakları hizasında bulunan zâtın kabrine dikkat et. Atını oradan uzaklaştır, o zâta saygılı ol! Mümkünse kabirle at arasında bir duvar çek” buyurdu. O sırada mecliste bulunan talebelerden biri; “Efendim o zât kimdir?” diye sordu. Hocam Abdülazîz Debbağ; “Arabdır. Tilmsân’a yakın yerde bulunan el-Lesbağat kabîlesindendir. Bu kabile onu sâdece bir talebe olarak bilir. Bir velî olarak onlar arasında tanınmamıştır. Vefât edince, bahsettiğim o yere defnettiler” dedikten sonra, bana dönerek; “İstersen bahsettiğim yeri kaz. Onun bedenine rastlarsın” dedi. Oradan ayrılıp eve gittiğim zaman, hocamın dediği yeri kazdım. Oradan hocamın bildirdiği zâtın mübârek bedeni çıktı. Oraya hemen bir kabir yaptırdım. Tekrar Abdülazîz Debbağ’ı ziyârete gittiğimde ona şöyle sordum: “Efendim! Bizim avluda bulunan diğer kabirleri değil de, neden sâdece atın ayaklarının hizasına gelen kabir üzerinde durdunuz ve onun ortaya çıkmasını istediniz?” Bunun üzerine hocam; “Çünkü bu zât, Allahü teâlânın velî kullarındandır. Rûhu serbest ve hareket halindedir. Diğerleri ise Berzah âleminde bekliyorlar. Oradaki ölülerin vefâtından bu yana, üçyüz yıla yakın bir zaman geçmiş bulunuyor” dedi.”

“Hocamla beraber temiz havalı bir yere gitmiştik. Yanımızda ba’zı talebeler de vardı. Sohbet ettiğimiz esnada birisi geldi ve; “Efendim! Kardeşim, sultânın oğlu Abdülmelik ile beraberken ortadan kayboldu. Ondan bir haber bekliyoruz. Kendisini sevdiğim bir zât, kardeşimin sağ olduğunu söyledi. Siz bu husûsta ne dersiniz?” diye sorunca, Abdülazîz Debbağ hazretleri hiçbir şey söylemedi. Gelen kişi ısrar edince; “Sen muhakkak benden haber almak istiyorsan, sıhhatli haber al. Allah, Hacı Abdülkerîm’e rahmet eylesin. O hem garîb, hem de gâibdir. Onun cenâze namazını kılan sana haber verecektir. Sultânın oğlu onu öldürmüştür” dedi. Birkaç gün sonra hocamın verdiği haberin aynısı geldi.” “Vâli ve hâkimlerden bir kısmı, Sultan Nasrullah tarafından görevden alındı. Onlardan birisi göreve tekrar dönmek istiyordu. Abdülazîz Debbağ’dan yardım istedi. Abdülazîz Debbağ hazretleri de ona yardım etti. Sultan o kişiyi tekrar vâli olarak ta’yin etti. Bir süre sonra hocam, vâliye haber göndererek, Allahü teâlânın kitabını kalbinde taşıyanlara müsamaha edip, iyilik etmesini, vergileri ödemede kolaylık göstermesini rica etti. Fakat makamın verdiği gurûra kapılan vâli, bu ricayı kabûl etmedi. Vâli de bir süre sonra tekrar görevden alındı.”

Abdülazîz Debbağ buyurdu ki: “Firdevs Cennetinde, bu dünyâda işitilen veya işitilmeyen bütün ni’metler mevcûttur. Cennetin ırmakları, Firdevs Cennetinden kaynayıp çıkar. Bir ırmaktan su, bal, süt ve şarap olmak üzere dört türlü meşrûbat akar. Nasıl gökkuşağındaki renkler birbirine karışmadan durursa bu dört meşrûbat da birbirine karışmadan akar. Bu ırmaklar mü’minin isteğine göre akar. Hangisini isterse o akar ve onu içer. Bütün bunlar, Allahü teâlânın irâdesiyle olmaktadır.”

“Kulun düşüncesi Allahü teâlâdan başkasına doğru yönelince, Allahü teâlâdan uzaklaşmış olur.”

“İnsanlar, varlık âleminin efendisi Muhammed aleyhisselâmı tanımadıkça, ilâhî ma’rifete kavuşamaz. Hocasını bilmedikçe, varlık âleminin efendisini tanımaz. Kendi nazarında insanları ölü gibi kabûl etmedikçe, hocasını bilemez.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-2, sh. 73

2) Mu’cem-ül-müellifîn cild-5, sh. 262

3) İbrîz