Hindistan’da yetişen evliyânın büyüklerinden. Şeyh-ül-meşâyıh olarak bilinir. Doğum ve vefât târihi kaynaklarda yoktur. Yalnız onbirinci asrın birinci yarısında vefât ettiği bilinmektedir.
Küçük yaşından i’tibâren Pâni-pût’a gidip ilim ve irfan ehlinden büyük velî Kutbu Rabbânî’nin ilim meclisinde ve sohbetinde bulundu. Çok istifâde edip ilmî ve tasavvufî yüksek derecelere ulaştı. Hocası tarafından, insanlara Allahü teâlânın dînini ve sevgili Peygamberimizin güzel ahlâkını anlatmakla vazîfelendirilip, Bertâde kasabasına gitti. Daha sonra hocasının emriyle tekrar Beytûlî’ye döndü. İnsanlara iyilikleri emredip, kötülüklerden sakındırma vazîfesiyle meşgûl oldu. Vefât edinceye kadar bu yüksek vazîfeye devam edip, Beytûlî’de vefât etti. Kabri oradadır.
İnsanlara doğru yolu göstermek için vazîfeli olarak Bertâde’de bulunduğu sırada, Cemûn nehrinin suları yükselip Beytûlî kasabasını sel basma tehlikesi baş göstermişti. Beytûlî kasabasının halkı Kutb-i Rabbânî’ye çok bağlı oldukları için bu tehlike ânında ondan himmet (yardım) istediler. Pâni-pût’a gidip Beytûlî kasabasına teşrîf etmesini özellikle arzu ettiklerini belirttiler. Kutb-i Rabbanî bir mektûp yazıp onları Bertâde’de bulunan talebesi Şeyh Behrâm’a gönderdi. “Ben gelemiyeceğim. Bu mektûbu Bertâde’de bulunan Şeyh Behrâm’a götürüp verin. O muhakkak sizinle gelecek, orada kalacak ve onun bereketiyle Allahü teâlâ sizi bu tehlikeden kurtaracaktır” dedi ve duâ ederek gönderdi. Onlar da emre uyup Şeyh Behrâm’ın huzûruna gittiler. Mektûbu verdiler. Şeyh Behrâm mektûbu alınca hürmet ve saygı ile ayağa kalktı, mektûbu öpüp yüzüne sürdü, okudu ve Beytûlî’ye gitmek üzere yola çıktı. Beytûlî’ye yaklaşınca nehrin kenarına varıp, bastonunu yere vurdu ve oraya yerleşti. Ertesi sabah nehrin suları çekilip kasabadan uzaklaştı. O günden zamanımıza kadar bir daha tehlike olmadı. Bunu gören halkın Şeyh Behrâm’a muhabbet ve bağlılıkları arttı. Şeyh Behrâm da orada yerleşti. Vefât edinceye kadar oradan ayrılmadı. Kabri de oradadır. Çok ziyâret edilip, çâresi bulunmayan hastalar oraya götürülür, oradaki kuyudan su alıp yıkanır. Allahü teâlânın lütfuyla şifâ bulur.
Nakledilir ki: 1057 (m. 1647) senesinde Mirzâ Muzaffer, Beytûlî ve çevresini zabt etmesi için bir hindûyu görevlendirip gönderdi. Dinsiz ve zâlim olan bu hindû oraya gelince, kasaba halkı çok sıkıntı çekti. Müslümanlara yapmadığı zulüm ve işkence kalmadı. Beytûlî ve civârını istilâ edip, Şeyh Behrâm’ın türbesinin bulunduğu yeri dahî kendisine bağlamak istedi. Kasaba halkı ve ileri gelenleri, ne kadar mâni olmak istedilerse de fayda vermedi. Yaptığı zulüm ve işkence, insanların canına yetti. O sırada Seyyidlerden biri, Şeyh Behrâm’ın nurlu kabrine gidip, onu vesile ederek Allahü teâlâya duâ etti. İki elini yere vurarak; “Ey hazret! Murdar ve zâlim bir hindû, hizmetçilerinin gününü kara etti. Evlerimizde bir günlük azığımız dahi kalmadı. Biz dünyâda ve âhırette senin makamını sığınak edindik. Dünyâda hâlimiz böyle olursa, âhırette hâlimizin nasıl olacağını Allahü teâlâ bilir. Siz vilâyet sahibi ve Allahü teâlânın sevgili kulusunuz, bu mel’ûnu îkâz ediniz” diyerek seslendi. Henüz bu sözleri bitirmemişti ki, türbenin dışından kulağına büyük bir gürültü geldi. O zât hemen dışarı koştu. Bir de ne görsün. O kâfirin atı yıkılmış ve iki ayağı da havada kalmıştı. Hayret edip nasıl olduğunu sordu. Orada bulunanlar dediler ki: “O zâlim, bu toprakları istilâ etmek niyetiyle geldi. Birçok kimseler nasihat yoluyla onu vazgeçirmek istediler. Kibrinden ve gurûrundan kimseyi dinlemedi. “Pâdişâhın malını sebepsiz yere niçin kalenderler yesin” dedi ve zabt ettiği toprakları ölçen me’mura işâret etti. Kendisi de kızıp atını ileri sürdü. Birkaç adım gitmeden atı tökezleyip yere yıkıldı. O zâlim eğerden öyle bir sıçradı ki, ayakları havada asılı kaldı.” O sırada seyyidin dilinden; “Ey hazret, bu alçağı niçin havada durdurursunuz, niçin toprağa düşüp boynu kırılmaz?” sözleri çıktı. O anda öyle bir düştü ki, orada bulunanlar toprağa çakıldı zannettiler. İnsanlar başına toplandı. Gördüler ki ölmek üzeredir. Adamları onu kaldırıp, Şeyh Behrâm’ın türbesine götürdüler. O seyyid de beraber idi. Kabre yaklaşınca şuuru biraz yerine gelip güçsüzlüğü ve aczi sebebiyle başını yere koydu ve adamlarına dedi ki: “Ey insanlar beni buradan çabuk kaldırın. Siz görmüyorsunuz, fakat beni dövüyorlar. Çabuk, döve döve bu kâfiri dışarı atın diye emreden bir ses işitiyorum.” Adamları bunu duyunca, hindûyu kaldırıp eve götürdüler. Bir divanın üzerine yatırdılar. Biraz sonra divan üzerinde duramayıp yere düştü ve divanın ayakları havaya geldi. Adamları divanı kaldırıp düzelttiler. Onu tekrar divana yasladılar. Tekrar düştü. Tekrar düzeltip oturtmak istediklerinde, öbür taraftan başı yere düşüp ayakları havada kaldı. Ne kadar uğraştılarsa da düzeltemediler. Hayâtından ümidi kesip, ağlamaya, feryâd etmeye başladılar. O dergâhda hizmet edenlerin ayaklarına kapandılar. O kadar yalvardılar ve ısrar ettiler ki, hâllerine acıyıp özürlerini kabûl ettiler. O zâlim, bir parça iyileşip oraları istenilen şekilde bırakıp Delhi’ye gitti.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Siyer-ül-aktâb sh. 247