ŞEYH ABDÜSSELÂM (Şâh-ı A’lâ)

Hindistan’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi Abdüsselâm olup, Bürhân-ı atkıya Şeyh Nizâm Osmânî Çeştî Pâni-püti hazretlerinin oğludur. Haya ve ilim menbâı olan Hazreti Osman’in temiz neslinden olup, nesebi şöyledir: Şâh-ı A’lâ Bürhân-ül-atkıya Nizâmüddîn’in, o Şeyh Osman Zinde Pîr’in, o Abdülkebîr Evliyâ’nın, o Abdülkuddûs’ün, o Şiblî’nin, o Kutb-i Rabbanî Celâlüddîn-i Kebîr-i Evliyâ’nîn, o Mu’izzüddîn Hâce Mahmûd’un, o Kerîmüddîn Ya’kûb’un, o Cemîlüddîn Îsâ’nın, o Mecdüddîn İsmâil’in, o Şerefüddîn Muhammed’in, o Bedreddîn Ebû Bekr’in, o Sadreddîn Abdürrahmân-ı Sânî’nin, o Zeynüddîn Abdül’azîz Serahsî’nin, o Fahreddîn Hâlid’in, o Ziyâeddîn Velîd’in, o Kutbüddîn Abdülazîz Kebîr’in, o Rükneddîn Abdürrahmân Kebîr’in, (ki Medine’den Kâzrûn’a gelmiştir) o Alâüddîn Abdullah Sânî’nin, o Âlemüddîn Abdül’azîz’in, o Hüsâmeddîn Abdullah-i Kebîr’in, o İmâmüddîn Ömer’in, o Emîr-ül-mü’minîn habîb-i Rahmân Câmi-i Kur’ân Hazreti Osman’ın, o Affânın, o Ebü’l-Âs’ın, o Ümeyye’nin oğludur. Ümeyye ise Abdüşşems olup, Abd-i Menâfin oğludur.

Şeyh Abdüsselâm, onuncu asrın ilk senelerinde doğdu. Doğum târihi kat’î olarak bilinmemektedir. 1033 (m. 1623) senesinde Rebî’ul-evvel ayının yirmibeşinci günü, yüzyirmibeş yaşını geçmiş olarak vefât etti. Hânekâhının bahçesinde medfûndur. Vefâtına yakın dişleri yeniden çıkmış, beyaz olan saçı-sakalı siyahlaşmış, birkaç sene sonra tekrar beyazlamıştı.

Tasavvuf yolunda yüksek babasının huzûr ve sohbetlerinde bulunmakla ilerleyen Şeyh Abdüsselâm, ayrıca âlim ve velîlerin kutbu olan Şah Nizâm Nârnûlî’den de hilâfet aldı. Yüksek babasından aldığı hilâfetten ayrı olarak, hocasından aldığı hilâfet silsilesi şöyledir: Şâh-ı A’lâ hilâfeti umdet-ül-evliyâ Şah Nizâm Nârnûlî’den, o Alâ-i Tâc Nâgûrî’den, o Hâce İsmâil bin Hasen’den, o Hâce Hasen Sermest’den, o Hâce Sâlâr’dan, o Hâce İhtiyâruddîn Ömer’den, o Hâce Muhammed Sâvî’den, o Kutb-i Rabbânî Hâce Nasîreddîn’den, o Sultan-ül-Meşâyih Hâce Nizâmüddîn-i Evliyâ’dan, o da Ferideddîn Genc-i Şeker’den hilâfet almıştır.

Kendisi anlatır: Hakîkî büyüklere, Allah adamlarına kavuşmak için çok çalıştım. Çok gayret ettim. Bu esnada gönülleri çeken âlim ve evliyânın kutbu Şeyh Nizâmeddîn Nârnûlî (k.s.) kendi kıyâfetinde zâhir oldu. Beni benden aldı. Husûsî bir teveccüh eyledi. Beni istediğini işâret etti. Takatim kalmadı. Yalın ayak, başı açık dışarı çıktım. Nereye gideceğimi bilemiyordum. Yiyecek ve içecek bir şeyim de yoktu. Birkaç gün sonra o hazretin aşkı beni çekip kendi kendime Nârnûl beldesine gittim. Daha şehre girmemiştim ki, hazret-i Hâce kendi na’lın ve sarığını bir hizmetçinin eliyle bana gönderdi. Yüksek hânekâhına gitmeden, diğer bir hizmetçi geldi. bana bir kâğıt verip dedi ki: “Hazret-i Şeyh, Allahü teâlânın ism-i şerîfini kendi eliyle yazıp, size gönderdi. “Bu ismin zikrine devam etsin ki, yüksek ni’metlere kavuşsun. Sonra huzûruma gelsin” dedi.” Yedi gün mescidde kaldım ve o ismin zikrine devam ettim. Kalbimde bir derece safa hâsıl oldu. Emrine uyarak huzûruna gittim. “Elhamdülillah herkesten a’lâ oldun” buyurdu ve izahında âciz kalacağım ma’nevî ihsânlarda bulundu. O günden i’tibâren “A’lâ” diye tanındım. Hazret-i Şeyh’in işâreti ile bu ismi, şecereye ve sicile yazdım. Ondan sonra bir yıl beş ay yedi gün hizmet ve huzûrunda kaldım. Riyâzet ve mücâhedeler yaptım. Nihâyet birgün beni husûsî odasına çağırdı ve; “Baba! Ondört hânedandan bana ulaşan ni’metleri sana verdim. Sana izin veriyorum. Memleketine git ve insanlara bu büyüklerin yolunu, İslâmiyetin yüksek bilgilerini anlat. Bugün üçüncü gündür ki, büyük dedeniz Kutb-ı Rabbânî Şeyh Celâleddîn Kebîr-ül-evliyâ devamlı rü’yâmda bana buyuruyor ki: “Torunumuzu çabuk gönder. Zira benim yerim, onsuz boş kalmıştır.” buyurdu. “Yerin boşluğu”nun ma’nâsı nedir diye hayret ettim. Sonra hazret-i Şeyh husûsî hırka, hilâfet ve ayrıca baston ve tesbih verdi. Agra’ya geldiğimde, işittim ki, yüksek babam, Bürhân-ül-atkıya Nizâmüddîn Pâni-püti vefât etmiş. Anladım ki, boş yer buna işâret idi. Pâni-püt’e geldim. Babamdan kalan pîrânın (büyüklerin) emânetini buldum. Yerine geçip vekîli oldum. Onların arzu ettikleri şekilde hizmete devam ettim.

Eski günlerimde Şeyh Muhammed Mevdûd’un türbesine benzer bir hücrede beşgün kaldım. Hiçbirşey yemedim, içmedim. Hatırıma geldi ki, gâibden birşey gelmedikçe kendim birşey yemiyeceğim. Dermansız kaldım. Ayağa kalkıp yürüyecek takatim kalmadı. Gözlerim kararmaya başladı. Aniden hücrenin dışından bir ses kulağıma geldi. “A’lâ, dışarı gel” diyordu. O sözden kuvvet alıp, zorla dışarı çıktım. Gördüm ki, nûr yüzlü bir zât karşımda duruyordu. Elinde de beyaz bir şey vardı. Yanıma geldi. Elinde bulunan beyaz şeyi parça parça yapıp, hepsini bana yedirdi. Ekmek gibi birşeydi Fakat rengi ve tadı ekmeğe benzemiyordu. O zât birşey söylemeden gitti. Biraz ileride kayboldu. Müşkillerimi ondan sormadığıma üzüldüm. O gece aynı zâtı rü’yâda gördüm. Soracaklarımı sordum ve cevaplarını aldım.

Şeyh Abdüsselâm, bir sohbet meclisinde bulunuyordu. Şehrin ve civârın ileri gelenleri de orada idi. Mirzâ Muhammed Sakin de onun yakınında oturmuş biriyle konuşuyordu. Bir ara; “Bugün hakîkî bir evliyâ yoktur” dedi. Şeyh Abdüsselâm bunu duydu ve; “Ne dedin?” buyurdu. “Hiç” dedi. “İnkâra lüzum yok, söylediğini bir daha söyle” buyurdu. Mirzâ ister istemez tekrar söyledi. Şeyh buyurdu ki: “Bu sözden tövbe et! Sakın bundan sonra da kalbinden böyle bir şey geçirme! Zîrâ âlemin ayakta durması evliyâ iledir. Onlar olmazsa, bütün dünyâ altüst olur.” Mirzâ; “Şeyh Abdüsselâm doğru söylüyor. Bu fakir bunu inkâr etmiyorum. Lâkin görünüşe göre, böyle birisi yoktur” dedi. Şeyh Abdüsselâm sükût etti. Mirzâ o anda yere düştü ve yuvarlanmaya başladı. Oradakiler Mirzâ’yı kaldırıp götürdüler. Sabah erken Mirzâ tövbe ve tam bir muhabbet ile Şeyh’in huzûruna geldi ve özür diledi. Şeyh Abdüsselâm, ona şefkatle muâmele etti ve buyurdu ki: “Rahat ol, bundan sonra evliyâ için uygunsuz söz, sakın söyleme! Eğer dalgınlıkla ağzından çıkarsa, istiğfar et ve evliyâdan yardım iste!”

Şeyh Abdüsselâm, zamanındaki evliyânın yükseklerinden idi. Hânekâhı dert ve ihtiyâç sahiplerinin sığınağı idi. Kapısına gelen muhtaçların işleri görülür, hastalar şifâ, dertliler derman bulurdu. Ahlâk-ı Muhammedî ile ahlâklanmış, ilim, hilm ve haya gibi üstün sıfatlarda Hazreti Osman’a benzemişti. Cömertlikte engin bir deniz gibi idi. Tasavvufta Çeştiyye yüksek yoluna mensûb idi.

Nakledilir ki; Şeyh’in hânekâhı için bir kuyu kazılmıştı. Su tuzlu çıktı. İnsanlar şikâyette bulundular. O sırada birisi Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyar Ûşî hazretlerinin dergâhından teberrüken birkaç kuru ekmek getirmişti. Hazret-i Hâce onları parça parça etti ve kuyuya bıraktı. Sonra da buyurdu ki: “Madem ki insanlar tatlı su istiyorlar, Allahü teâlâ bu ekmeklerin bereketiyle tuzlu suyu tatlı yapar. Gerçekten su tatlı ve soğuk oldu. Uzun müddet yaz mevsiminde şehrin büyük kısmı o kuyudan su alıp içtiler.

Diğer evliyâ zâtlar gibi Şâh-ı A’lâ’nın da sohbetinde bulunmak için can atanlar, bunun için uzak yerlerden kalkıp gelenler çok olurdu. Gelenlerin çoğu onun velî bir zât olduğunu bilirler, istifâde etmek arzu ve niyetiyle gelirlerdi. Gelenler arasında az da olsa o zâtın büyüklüğünü inkâr etmediği hâlde bir kerâmetine şâhid olmak arzusunda olanlar da bulunurdu.

Yine bir grup kimse onun ziyâretine geliyorlardı. Bunlardan her biri, akıllarından birşey tutup; “Bana şunu ikram etsin. Bana da şunu versin” diye kalblerinden geçirdiler. Birbirlerine de söylediler. Fakat bunların tuttukları şeylerin hepsi mevcût olan, bulunan şeylerdi. Gelenler arasında i’tikâdı bozuk bir kimse var idi ki o; “Arkadaşlar, hep olacak şeyler tuttunuz. Ben ise isterim ki, eğer o hakîkaten evliyâ bir zât ise, bana Hindistan’da bulunmayan bir kavun versin. Şimdi mevsimi değildir, yakın muhitte de bulunmaz. Ama bakalım verebilecek mi?” dedi. Arkadaşları, böyle yapmaması için onu îkâz ettiler ise de o hiç aldırmadı.

Nihâyet Şeyh’in huzûruna vardılar. Buyurun, oturun denip yer gösterildi. Oturdular. Şâh-ı A’lâ, gelenlerin hepsine niyet ettikleri şeyleri ikram etti. Sonra bozuk i’tikâdlı kimseye geldiğinde, ona da; “Oğul, sen burada bulunmayan birşey istedin. Ama üzülme az sonra inşâallah o da gelir” buyurdu.

Bu sırada Şâh-ı A’lâ’nın talebelerinden biri, bir iş için uzak bir yere gitmişti ve oradan dönüyordu. Dönerken, vakti geçtiği hâlde hocasına cazip bir hediye olsun diye kavun satın alıp getirmişti. O talebe, önce gelen ziyâretçilerden biraz sonra, hocasının huzûruna girdi ve getirdiği kavunu hocasına arzetti. O da kavunu, bozuk i’tikâdlı kimseye verdi. Bir müddet sohbetten sonra gitmek için izin istediler. O da izin verince ayrıldılar. Dışarı çıktıktan sonra herkes o büyük zâttan hürmet ve medh ile bahsederken, o edebi kıt kimse yine alaylı alaylı konuşmaya başladı. Arkadaşları onu ayıpladılar ve; “Ey kafasız herif, istiğfar et. Hâline tövbe et. Yoksa rezil ve helak olursun. Böyle bir kâmil zât için uygun olmayan sözler söyleme...” dediler. O bedbaht, kimseyi dinlemedi ve bozuk sözler sarfetmekte ısrar etti. Nihâyet bu hâdiseden beş-on gün sonra hastalandı. Gün be gün hastalığı arttı. Hiçbir ilâç fayda vermedi. Sonunda herkese ibret olacak bir şekilde vefât etti.

Rivâyet edilir ki; Şâh-ı A’lâ’nın tatlıcılık yapan bir talebesi vardı. Bu talebe biriktirdiği paraları bir kutuya koyup, bir yere sakladı. Daha sonra ihtiyâç hâsıl olunca, paraları almak istedi. Fakat paraları bulamadı. Nihâyet gelip hocasına arzetti. O da; “Geri git. İyice ara inşâallah bulacaksın” buyurdu. “Peki efendim” deyip geri gitti. Tekrar aradı ise de yine bulamadı. Tekrar gelip arzedince, hemen kalktı ve talebesinin elinden tutup, beraberce o talebenin evine doğru gittiler. Eve yaklaştıklarında bastonu ile bir yere işâret edip, oraya bakmasını söyledi. Talebe oraya baktığında kutuyu buldu. Hocasının yanına gelip ellerine sarıldı. O altınlardan bir miktar hediye etmek istedi ise de hocası kabûl etmedi. Bunun benzeri bir hâdise de Behâr Hân isminde bir şahıs için olmuş, kaybettiği parasını Şeyh’in yardımı ile bulmuştur.

Şâh-ı A’lâ’nın torunu ve halîfesi olan Şah Muhammed şöyle anlatır:

“Daha küçüktüm. Dedem ve aynı zamanda hocam olan Şâh-ı A’lâ’nın yanında idim. Gece yarısını çok geçmişti ki, yüksek dedemin; “Cemâl! İbriğimi getir!” diye seslendiğini duyarak uyandım. Baktım. Beyaz elbiseli, uzun boylu birisinin dedemin huzûrunda bulunduğunu gördüm. Ayakta ve edeble bekliyordu. O tanımadığım kimse su döküp, dedem abdest aldı. O şahıs dedemin işâreti ile ibriği kaldırıp bir kenara koydu. Geri gelip el bağlayarak durdu. Dedem; “Cemâl! Gidebilirsin başka iş yok” buyurdu. O şahıs birkaç adını gitti ve bir anda gözden kayboldu. Ben birden çok korktum. Dedeme, o kimsenin kim olduğunu suâl etlim. “Sus! Sen onun kim olduğunu şimdilik anlayamazsın” buyurdu. Ben edebimden ağzımı açıp tekrar soramadım. Her hâlde evliyânın hizmetine gelen ricâl-i gaybdendir diye düşündüm. Daha sonra anladım ki, o gördüğüm şahıs, dedemin hizmetinde bulunan cinlerden biri imiş.”

Şâh-ı A’lâ Şeyh Abdüsselâm’ın, Şeyh nûr ve Şeyh Mensûr isimlerinde iki oğlu vardı, ikisi de genç olup onların da çocukları vardı. Allahü teâlânın takdîri Şeyh nûr vefât etti. Bir müddet sonra Şeyh Mensûr da vefât eyledi. Şah Muhammed isminde altı aylık bir torunu ve başka torunları da vardı. Hepsi kendi sağlığında vefât ettiler. Sâdece Şah Muhammed kaldı. Şâh-ı A’lâ hiçbirinin vefâtına gözyaşı dökmedi. Allahü teâlânın takdîrine râzı oldu. Sabretti. Hepsinin techiz ve tekfinini kendisi yaptı. Şehrin dışında, Mîr Seyyid Ali Müftî’nin yanında bulunan bir yeri kendi ailesine kabristan edindiler. Çocuk ve torunları orada yatmaktadırlar. Kendisi için de orada bir kabir hazırladı ise de, vefâtında dergâhının bahçesinde defnettiler.

Hayatta kalan tek torunu Şah Muhammed’i bizzat kendisi yetiştirdi. Şah Muhammed, yüksek dedesinin huzûr ve sohbetlerinde bulunmakla, ondört yaşında ilim ve edebde yetişip kemâle ermiş idi. Daha sonra bu torununun, kendi yerine geçecek halîfesi olduğunu bildirdi ve; “Silsile yoluyla hocalarımdan bana ulaşan her ni’meti, emâneti oğlum (torunum) Şah Muhammed’e verdim” buyurdu.

Şah Muhammed, dedesinin vefâtından sonra yerine geçerek, hizmete başladı ve Allahü teâlânın kullarına bu yolun ince bilgilerini anlatmak ve bu yolda ilerlemek husûsunda rehberlik yaptı.

Şâh-ı A’lâ Şeyh Abdüsselâm’ın vefâtından, iki seneden fazlaca bir zaman geçmişti ki, talebelerinden ve aynı zamanda sultânın yakın adamlarından olan Mesmât Revşenâhî ismindeki bir zât, mübârek hocasının kabrini ta’mir etmek, kabrin üzerine güzel bir türbe yapmak istedi. Fetih-pûr şehrinden kırmızı taş getirtti, inşâata başlandı. İşin başında bulunan mühendis gece rü’yâsında, Şeyh’in, kabrinin üstünde ayakta durduğunu ve; “Siz benim kabrimi kazarken, tabutumun tahtasına bir tuğla parçası düştü. Tahtayı kırdı ve sol dizimin üzerine geldi. Hemen o tuğla parçasını tabutumdan çıkarın, alın. Tahtayı düzeltin ve sonra inşâata devam edin” buyurduğunu gördü. Sabah olunca o mühendis Mesmât’ın yanına geldi ve rü’yâsini anlattı. Mesmât; “Hazret-i Şeyh’in buyurduğunu yapın” dedi. Öyle yaptılar, ileri gelenler, şehrin büyükleri, o zâtın talebeleri ve o zâtın büyüklüğüne inananların huzûrunda kabri açtılar. Gerçekten tabutun tahtasının sol taraftan kırılmış olduğunu ve bir tuğla, parçasının içine düştüğünü gördüler. Düşen tuğla parçasını almak için tabutu açtılar. Bir de ne görsünler. Bütün bedeni sağlam ve nurlu, sîmâsı ise, hayattaki kadar canlı ve taze olarak duruyor. Hayretler içinde kaldılar. Rü’yâda olduklarını sandılar. Mesmât, hocasının mübârek bedenine gülsuyu ve anber sürdü. Hazır olanlar fâtiha okudular. Sonra kırılmış tabutu ta’mir ettiler ve türbenin yapımına başladılar. Güzel bir türbe yapıldı. İnsanlar ziyâret edip rûhâniyetinden istifâde ederlerdi.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Siyer-ül-aktâb sh. 248