Hanefî mezhebi fıkıh âlimi, seksenikinci İslâm halifesi ve onyedinci Osmanlı pâdişâhı. Babası Sultan Birinci Ahmed Hân olup, annesi ise Mâhpeyker Kösem Sultan’dır. 1021 (m. 1612) senesinde halife ve Osmanlı sultânı oldu. Osmanlı Devleti’ni tekrar güçlendirdi. 1049 (m. 1640) senesinde yirmisekiz yaşında iken bütün Osmanlı hânedanında görülen nikrîs (damla) hastalığından İstanbul’da vefât etti. Babası Birinci Ahmed Hân’ın türbesinde defnedildi.
Babası Sultan Birinci Ahmed Hân ve ağabeyi Sultan Osman (Genç Osman) Hân gibi Sultan Murâd Hân’ın da zekâsı küçük yaşta gelişmişti. En mümtaz mürebbiyelerin nezâretinde terbiye edildi. “Enderun” adı verilen saray mektebindeki hocalardan husûsî dersler aldı. Mâhpeyker Kösem Sultan, oğlu Murâd’ın diğer şehzâdelerden her yönden daha üstün olması için çok gayret gösterdi. Şehzâde Murâd da kendisine gösterilen alakayı boşa çıkarmadı, ilim öğrenmekteki sür’ati, plânlı yaşayışı, spor ve silâh ta’limlerindeki başarısı, atîk ve çevikliği, çabucak serpilip yetişmesi ile dikkatleri çekti. Hüsâm-zâde, Sarı Solak ve Hacı Süleymân Efendi’lerden ok atmayı, Cündî Halîl Paşa’dan ata binmeyi öğrendi. Zekeriyyâ-zâde Yahyâ Efendi gibi zamanın önde gelen âlimlerinden fıkıh dersleri aldı. Babasının da hocası olan Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerini, daha onbir yaşlarında iken Üsküdar’daki dergâhında ziyâret etmeye başladı. O mübârek zâttan aldığı feyzle hayat buldu. Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin sohbetlerinden aldığı müjdelerle geleceğe ümitle bakmaya başladı. Babası Sultan Birinci Ahmed Hân’ın vefâtıyla, memlekette devlet otoritesi sarsılmış, İslâm düşmanları her taraftan hücuma geçmişlerdi. Binlerce yeniçeri askeri, başıbozuk bir güruh hâline gelmişti. Ehl-i sünnet düşmanı İran-Safevî çapulcularından inim inim inleyen İran sınırına yakın şehirlerdeki müslümanlar, içerilere göçmeye başlamışlardı. Veliahd Şehzâde Murâd, daha o yaşında İstanbul’da kıyâfetini değiştirerek dolaşır, halkla te’sis edeceği işbirliği neticesi, ileride yapacağı işlerin plânlarını kurardı. Kimden nasıl istifâde edeceğini, kimi nasıl cezalandıracağını tek tek defterine kayd ederdi. Günü geldi, rahatsız olan amcası Mustafa Hân’ın yerine Şehzâde Murâd; “Sultan Dördüncü Murâd” ünvanı ile Osmanlı pâdişâhı oldu. Yıllardır çizdiği plânlar, kurduğu hayâller gerçekleşecek, dedesi Yavuz Sultan Selim Hân gibi, devletinin dizginlerini eline alacaktı. Resûlullah efendimizin (s.a.v.) sancaktan Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin huzûrunda mübârek hocası Azîz Mahmûd Hûdâyî’nin elinden kalıç kuşandı. Yaşı küçük olduğu için, devleti bilfiil idâre edemeyeceği görüşü hâkim olarak, annesi Mâhpeyker Vâlide Kösem Sultan, “Saltanat nâibesi” ta’yin edildi. Zaman zaman güçlü devlet adamlarının desteğinde güzel işler yapılıp, yer yer zorba ve zâlimlerin kötülükleriyle karşılaşıldı. Sultan Murâd Hân’ı çocuk diyerek işe karıştırmıyorlar, başa geçenler kendi bildikleri gibi devleti idâre ediyorlardı. Fakat Sultan Murâd Hân, bu arada boş durmuyor, ilim öğreniyor, târih kitapları okuyor, dedelerinin hâl ve hareketlerini çeşitli durumlar karşısında aldıkları tedbir ve tavırları tek tek inceliyordu. Fırsat buldukça Üsküdar’a geçip Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin ziyâretine gidiyor; “Ben derviş Murâd” diyerek kendisini takdim ediyordu. Yalnız orada huzûr buluyor, dünyâ padişahlığının ne kadar boş birşey olduğunu görüyor, asıl padişahlığın Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin padişahlığı olduğunu düşünüyordu. Kendi üzerinde kıymetli elbiseler vardı. Ama gözünde hiçbir değeri yoktu. Azîz Mahmûd Hûdâyî’nin yamalı elbiseleri en nadide kumaşlardan daha da göz alıcıydı.
Yamalı elbise, giyen zâtın büyüklüğü ile kıymet kazanmıştı. Bu mübârek zâtın ma’nevî desteği de olmasa Sultan Murâd ne yapacaktı? Üç günlük dünyâ için bunca kavgaya, baş alıp, baş vermeye değer miydi? Ama Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretleri, onun düşüncelerini adetâ okuyor, Allahü teâlânın rızâsı için onun emrine uyarak yapılacak işin kıymet kazanacağını söylüyor, Allahü teâlânın kullarına O’nun rızâsı için adâletle muâmelenin birçok ibâdetlerden kat kat ziyâde olduğunu bildiriyordu. Sultan Murâd Hân, aldığı feyz ve ma’nevî destekle sarayına dönüyor, idâreyi bütün kudretiyle ele geçireceği günü bekliyordu. Dedelerinden Yavuz Sultan Selim Hân’a özeniyor, onun gibi olmak için her yönden kendisini yetiştiriyordu. Onun gibi bilgili, onun gibi güçlü kuvvetli, onun gibi müttekî, o nun gibi korkusuz olmak için çırpınıyordu. Sarayından her sabah has bahçeye gider gelir, ellerinde ikiyüz okkalık bir mermer sütunu taşırdı. Okuduğu târihlerden çıkardığı hüküm, askerin kuvvetten anladığı, kendisinden kuvvetli olanı sevdiği idi. O hâlde en iyi yeniçeri, en iyi atıcı, en iyi kılıç kullanan, en iyi ata binen kendisi olmalı vurduğu yerden ses çıkarmalıydı.
Zaman zaman halkın içine girer, değişik kıyâfetlerle onların sohbetlerini dinlerdi. Halkının derdini halktan bir kimse olarak yerinde incelerdi. İnsanların kimden nasıl zarar gördüğünü, zulüm merkezlerini tek tek tesbit etti. Anadolu’dan ve Rumeli’den kendisine haber ulaştıracak kimseler buldu. Gelen bütün haberleri değerlendirdi. Sefere çıkan sadrâzam ne yapıyor, yeniçeriler, sipâhiler, beyler, paşalar, kadılar, ulemâ insanlara nasıl davranıyor, hepsinden haberdar oldu. Devletin yararına bir iş yapan mükâfat görmüş, kendisini güçlü hissedince de halka zulmeder olmuştu. Halk hayâtından bezmiş, pâdişâhın bir an önce işi ele alması için duâ eder olmuştu. Ama Sultan Murâd Hân’ın en büyük desteği olan Azîz Mahmûd Hüdâyî 1038 (m. 1628)’de vefât etmiş, Sultan Murâd kendisini, elsiz, kolsuz hissetmişti. Bu durumda Sivaslı Abdülmecîd Şeyhî Efendi ve Şeyhülislâm Yahyâ Efendi elinden tuttular. Hatâ ve yanlışlıklarını düzelttiler. Hayırlı işlerinde yardımcısı oldular. Çeşitli zulümler karşısında zaman zaman celallenen Sultan Murâd Hân, evlâdına zarar gelmesinden korkan Vâlide Sultan’ın yumuşak davranması îkâzıyla karşılaşırdı. Bir defasında da aynı ikâzla karşılaşan Sultan Murâd Hân; “Ben dedem Yavuz Sultan Selim Hân’dan sonra gelseydim, dedem Süleymân gibi yumuşak olurdum. Ne çâre ki cenâb-ı Hak, bana saltanatı kargaşalık devrinde nasîb etti. Kargaşalığın hakkından da sertlik gelir” cevâbını verdi. Artık yavaş yavaş kendisini hisettirmeye başlamıştı.
Abaza Mehmed Paşa’yı yenen Hüsrev Paşa, sadrâzam ve serdâr-ı ekrem sıfatıyla Anadolu’da bulunuyor, sadrâzama yakışmayan icrââtta bulunuyor, ondan güç alan birçok zâlim de halka zulmediyordu. Sultan Murâd Hân, artık kararını vermişti. Merhamet etmeyene merhametin zerresini tattırmayacak, Allahü teâlânın mahlûkuna merhamet etmeyene merhamet etmeyecekti. Bir fermanla Diyarbekir’de bulunan Hüsrev Paşa’yı sadr-ı a’zamlıktan azletti. Şeyhülislâm Yahyâ Efendi nezâretinde ve pâdişâhın huzûrunda yapılan mahkeme neticesinde, Hüsrev Paşa’nın idamına hükmedildi. Yerine sadâret kaymakamı ve ikinci vezir olan Receb Paşa ta’yin edilmeyip, âdete muhalif olarak üçüncü vezir Hâfız Ahmed Paşa’ya sadrazamlık verildi. Receb Paşa çok hırslı ve kindar bir adamdı. Kendisine sadrazamlık verilmemesini hazmedemeyip yeniçeri ocağını kışkırttı.
Hüsrev Paşa’ya taraftarları mektûp yazıp Tokat’a çekilmesini istediler. Pâdişâh en güvendiklerini iş başına getirdi. Hüsrev Paşa’nın zorbaları İstanbul’a doldu. Herbiri bir başka zulüm çeşidini ortaya koyuyordu. Yeniçeri ve sipâhiler, işi iyiden azıtmışlardı. Halk galeyana gelmiş, ancak gözü dönmüş katil zorbaların etrâfı talan etmelerinden çekinmişlerdi. Çok geçmeden Receb Paşa’nın kışkırtmaları netice verdi. Yeniçeri taifesi Atmeydanı’nda toplandı. Hüsrev Paşa’nın azline karşı çıkıyorlar, aralarında sadrâzam ve şeyhülislâmın da bulunduğu onyedi kişinin azlini, hattâ kellesini istiyorlardı. Pâdişâh, sarayın önüne kadar gelen yeniçeri taifesine haber gönderip, isteklerinin görüşüleceğini bildirerek dîvân topladı. Dîvân a’zâlarının fikirlerini öğrendi. Pâdişâh hiçbir kimseyi feda etmek niyetinde değildi. Üç defa peşi-peşine pâdişâh nasbeden asker, iyiden kudurmuş, isteklerine kavuşmadan yerini terketmiyordu. Bu şekilde bir iki gün geçti. Zorbalar işi iyiden çığırından çıkarttılar. Askeri iyiden kışkırttılar. Pâdişâhı ayak divânına çağırdılar. Pâdişâh hiç çekinmeden, muhâfızsız olarak askerin önünde kurulan tahtına oturdu. Hâlbuki asker; “Pâdişâhım, istediğimiz onyedi kelleyi ver, yoksa sayı onsekize çıkar” diyerek bizzat pâdişâhı dahî tehdit ediyordu. Onları nisbeten teskin edip, zaman kazanmaya çalıştı, isyancıların kendilerine teslim edilmesini istedikleri Sadrâzam Hâfız Ahmed Paşa, bir iş için gittiği Üsküdar’dan geri geldi. Dîvân odasında pâdişâha yalvardı. “Bu ak sakalım ve ileri yaşımla artık bir işe yaramam. Kellesi istenen diğer onaltı müslümanın da yerine beni onlara teslim edin. Devlet bu belâdan kurtulsun. Onaltı müslüman da din ve devletine hizmet ile meşgûl olsun” dedi. Pâdişâh kabûl etmedi. Ama başka çâresi de yoktu. Hâfız Ahmed Paşa, dîvân üyeleri ile helâlleşti. Pâdişâhla yalnız olarak görüşüp, çocuklarına ihtimâm göstermesini vasıyyet etti. Pâdişâhın peşi sıra askerin karşısına geçti.
Abdest tazelemiş, başına beyaz bir sarık sarmıştı. Besmele çekip kendisini askerin arasına saldı. Elebaşı durumuna gelmiş zorbaların kışkırtmaları, askeri temelli yoldan çıkarmıştı, İran’dan sızan bozuk insanların da te’sîri ve siyâsî propagandaların etkisi ile, asker adetâ kudurmuştu. Hâfız Ahmed Paşa, hemen şehîd edildi. Pâdişâh kendinden geçti. Bu yaptıklarını yanlarına bırakmıyacağını kapalı olarak ifâde etti. Zorbalar pâdişâhtan ba’zı isteklerde daha bulundular. Pâdişâh, isteklerini yerine getireceğine söz verdi. Recep Paşa’yı sadrâzam yaptı.
Özi beylerbeyi Murtezâ Paşa’ya bir hattı hümâyûn vererek, Tokat’taki Hüsrev Paşa’nın îdâm edilmesini emretti. Bütün kışkırtma ve hâdiselerin başı olan Hüsrev Paşa’nın îdâmı haberi İstanbul’a gelince asker yeniden isyan etti. Receb Paşa, isyanı tahrîk ederek pâdişâhın yakın çevresindeki mümtaz şahısları ortadan kaldırmak istiyordu. Gayesine bir hayli de yaklaştı. Çok geçmeden pâdişâh, işi yoluna koydu, ikide bir toplanıp sarayın önüne gelen zorbalar, yine gelmişlerdi. Gizlice zorbalarla anlaşan sadrâzam onlara arka çıkıyor, pâdişâha da onlara tâviz vermesini tavsiye ediyordu. Receb Paşa’nın bu zamana kadar yaptığı zulüm haddi aşmıştı. Pâdişâh, kararını vermiş, bu defa ne olacaksa olsun iş bitsin, şekliyle hareket eder olmuştu. Yoksa bu zorbalar, tâviz verdikçe şımarıyor, şımardıkça çoğalıyordu. Pâdişâh, halk arasına saldığı adamları vasıtasıyla kamuoyu meydana getirdi. Zâten yıllardır birçok zorbanın elinden çekmediği kalmamış olan İstanbul ahâlisi, Pâdişâh’ı sonuna kadar desteklemek arzusunu gösterdi. Sadrâzam Receb Paşa, yine zorbalara tâviz verilmesini tavsiye ediyor, onların çok güçlü olduğunu söyleyerek Pâdişâh’ın kalbine korku vermeye ve Pâdişâh’ın kendisine muhtaç olduğunu hissettirmeye çalışıyordu. Ama o gün olan olmuş, ok yaydan çıkmıştı. Dîvân toplantısından sonra saraydan ayrılacağı sırada huzûra da’vet edilen Receb Paşa, kapıdan girer girmez îdâmı emredildi, işi bitirildi. Cesedini saray kapısı önüne astılar. Başsız kalan zorbalar ne yapacaklarını şaşırıp dağıldılar. Artık insiyatif Pâdişâh’ın eline geçmişti. Tabanı Yassı Mehmed Paşa’yı sadrâzam ta’yin etti. Zorbalar ellerindeki bütün kozları kaybedeceklerini anlayınca, Receb Paşa’nın idamından yirmibir gün sonra, tekrar Sultan Ahmed meydanında toplandılar. Zorbalıkla ele geçirdikleri vazîfelere berât verilmesini istiyorlardı. Pâdişâh Sultan Murâd Hân hemen bir ayak dîvânı teşkil edilmesini emretti. Sadrâzam Tabanı Yassı Mehmed Paşa, Şeyhülislâm Ahî-zâde Hüseyn Efendi, Kadıasker Karaçelebi-zâde Mehmed Efendi ve diğer kadıasker Hocazâde Abdullah Efendi, Nakîb-ül-eşrâf Allâme Şeyhî Efendi, Ayasofya Câmii vâ’izi Kâdı-zâde ve diğer âlimler, yeniçeri ağası zabitleri, altı hassa süvari bölükleri ağaları, dîvânda yerlerini aldılar. Pâdişâh gelip tahtına oturdu ve; “Eğer sipâhilerim bana itaatkâr iseler ve bana inanıyorlarsa, aralarından birkaç ihtiyârı seçip göndersinler” dedi. Pâdişâhın bu sözleri Atmeydanı’ndaki sipâhilere tebliğ edildi. Aralarından birkaç nefer seçip gönderdiler. Bunlar tahtın karşısına gelip durdular. Ahâli de divanhânenin karşısında yerini almış, her taraf dolmuştu. Yeniçeriler ve yeniçeri ağası pâdişâha sâdık olduklarını bildiriyorlardı. Bunun üzerine Sultan Dördüncü Murâd Hân; “Allahü teâlâya itaat edin. Peygambere (a.s.) ve sizden olan idârecilere de itaat edin” meâlindeki Nisa sûresi 59. âyet-i kerîmesi mucibince, pâdişâhlarına itaat etmelerini istedi. Onlara nasihatlerde bulundu. Yeniçeriler, Pâdişâh’ın ömrünün uzunluğuna, saltanatının mes’ûd bir şekilde devamına duâ ettiler. Pâdişâh’larına sâdık olacaklarına söz verdiler.
Sultan Murâd Hân daha sonra; “Baştaki emir, Habeşi bir köle de olsa ona itaat etmeyi emreden hadîs-i şerîfi bilirsiniz. Öyleyse içinizdeki zorbaları himâye etmeyin ki, pâdişâh ve devletimiz uğradığı musibetlerden, kurtulabilsin ve siz de babalarınız gibi sadâkatinizle iftihar edebilesiniz” dedi. Orada bulunan yeniçerilerin hepsi birden; “Biz pâdişâhın askeriyiz, zorbaları himâye etmeyiz. Onun düşmanları bizim de düşmanımızdır” diye cevap verdiler. Hemen mıshaf-ı şerîf getirildi. Yeniçeriler, Kur’ân-ı kerîm üzerine yemîn ettiler. Yemînleri, hemen deftere geçirilip tescil edildi. Pâdişâh, sipâhilerin göndermiş oldukları temsilcilere döndü. Hiçbir suça bulaşmamış, sakin ihtiyârları göndermişlerdi. “Siz sipâhiler! Kırkbin kişisiniz. Haddîni aşan istekleriniz, devleti altüst etmiş, zulüm her tarafı tahrip etmiştir. Bu hizmetlere geçebilmek için birbirinizle bozuştunuz. Devlete âsi oldunuz” dedi. Sipâhiler; “Biz âsi değiliz. Biz senin dostlarına dost, düşmanlarına düşmanız. Pâdişâhın emirlerini hafife alan zorbaları desteklemeyiz. Lâkin onları zabtedebilecek güce de sahip değiliz” dediler. Pâdişâh onlara da Kur’ân-ı kerîm üzerine yemîn ettirdi.
Pâdişâh, bu defa kadıları huzûruna çağırdı. Rumeli ve Anadolu’nun en ihtiyâr kadıları tahtın ayak ucuna kadar yaklaştılar. Pâdişâh onlara rüşvet alıp adam kayırdıkları hakkındaki şikâyetlerle ilgili sorular sordu. Kâdılar; rüşvet alıp adam kayırmadıklarını, ancak zorbaların tahakkümü altında adâlet yapamadıklarını söylediler. Hattâ Rumeli’nden bir kadı efendi söz alıp; “Sipâhilerin zulmüne karşı çıktığım için mahkemeyi basıp malları yağma ettiler” dedi. Kâdıların sözleri de deftere kaydolunup, yemînleri tescil edildi. Sipâhilerin vakıf mütevelliliği, kâtiblik hizmetlerine mülâzım yazılmamaları ve umûmun asayişinin muhafazası için, sipâhiler ve yeniçeriler tarafından yemîn edilmiş olduğundan, aykırı hareket edenlerin Allahü teâlânın, peygamberlerin (a.s.), meleklerin ve bütün müslümanların la’netine mazhar olacağını bildiren bir huccet (senet) tanzim edildi. Hazırlanan hucceti; Pâdişâh, vezîr-i a’zam, şeyhülislâm, vezirler ve nakîb-ül-eşrâf imzaladı. Pâdişâh, hem fetvâ, hem de destek almış, zorbaları sindirmek için bütün kozları eline geçirmişti. Üç gün içinde zorbaların elebaşları elde edilmeye ve ortadan kaldırılmaya başlandı. Pâdişâh, bizzat kendisi, kıyâfetini değiştirerek halkın arasına karışıyor, kimin ne yaptığını bizzat görüyordu. Suçlular yakalanıyor, ânında yapılan soruşturma ve muhakeme neticesi, zaman geçirmeden cezaları veriliyordu. Bütün zorbaların kalbine korku girdi. İleri gelenleri gerekli cezalarla cezalandırıldı. Anadolu’da ortalığı yakıp yıkan, çevresine topladığı eşkiya ile ma’sûmların canlarını yakan âsiler de yavaş yavaş toplanmaya ve ortadan kaldırılmaya başlandı. Âsilerin üzerlerine gönderilen bey ve paşalar, ellerinde listelerle gidiyorlar, ölüm cezasını haketmiş olanlara, yakaladıkları an cezâlarını veriyorlardı. Asilerin birbirleri ile araları açılarak, kendi kendilerini ezmeleri de sağlandı. Bunlardan ba’zıları mükâfatlandırıldı. Daha sonra devletin başına iş açmaya kalkışmaları üzerine cezaları verildi. Lübnan, Hicaz ve Yemen taraflarında çıkan ayaklanmalara ve ortaya çıkan eşkiyalara karşı tedbirler alındı.
1043 (m. 1633) senesinde Cibâli kapısında teçhiz edilmekte olan bir gemide yangın çıktı. Ondan diğer gemilere, gemilerden evlere sirayet eden yangın yaklaşık yirmibin evin yanmasına sebep oldu. Yangının tütün yüzünden çıktığı söylendi. Yangında yeniçeri ve sipâhinin zorbalığını, halkın dikkatsizlik ve ilgisizliğini gören Sultan Murâd Hân, hepsini topyekün terbiye etmek maksadıyla, yangın sebebiyle halkın dedikodu merkezi hâline gelen kahvehâneleri kapatıp, tütün içmeyi yasakladı. Zâten kahvehâneler, daha çok zorbalar tarafından açılıp işletilen yerlerdi. Halktan çok zorba taifesi gider, tütün içip dedikodu yaparak vakit geçirirlerdi. Zamanın âlimleri, bu yasak üzerine; “Pâdişâhın yasakladığı bir şeyi yapmanın caiz olmayacağına dâir fetvâ” vererek halkı uyardılar. Tütün yasağını ve büyük İstanbul yangınını bahâne eden Sultan Murâd Hân, zorbaları tamamen ortadan kaldırıp kötülüklerini yok etti. Zorbaların meyhânelerini yıktırdı, içkiyi yasakladı ve yasağın tatbikini bizzat kendisi ta’kib etti.
Sultan Murâd Hân bütün bu işleri yapıp, İstanbul’da huzûru yeniden kurarken, hep hayâlinde İmâm-ı a’zam hazretlerinin şehri Bağdat vardı. Bağdat mutlaka fethedilmeli, mübârek kimseleri mezarlarında bile rahat bırakmayan İran çapulcularına gereken ceza verilmeliydi. 1043 (m. 1633) senesinde Sadrâzam Tabanı Yassı Mehmed Paşa’nın kumandanlığında ordu Üsküdar’dan yola çıktı. Ordu hem Anadolu’daki zorbaları cezalandırmak, karışıklıkları düzeltmek, hem de İran üzerine yapılacak sefere hazırlık yapmak için yola çıkarılmıştı. Bu arada Osmanlı içinde karışıklıkların düzeldiğini, Sultan Murâd’ın güçlü bir pâdişâh olduğunu gören Avrupa kavimleri, korkularından ne yapacaklarını şaşırıp, vermedikleri vergileri gönderip, gönderdiklerini arttırmanın yollarını arar oldular. Ancak Leh kralı, vergiyi geciktirmişti.
Bosna beylerbeyi Abaza Mehmed Paşa’ya verilen bir emirle, Lehistan içlerine büyük bir akın tertiplendi. Çok ganîmet alındı. Sultan Murâd Hân Lehistan seferine hazırlandı. Edirne’ye kadar gitti. Lehistan elçisinin gelip anlaşma taleb etmesi üzerine savaştan vaz geçildi. Uygun şartlarda anlaşma yapıldı.
Sultan Dördüncü Murâd Hân, bu arada İstanbul ve çevresinde asayişi düzeltmek için faaliyetlerine devam ediyordu, İzmit yolu ile Bursa’ya gitti, İzmit kadısının hizmetlerini bizzat yerinde görüp, takdîr etti. Ömrü boyunca bu vazîfeden alınmaması için eline hatt-ı hümâyûn verdi. İznik kadısını da suçlu bularak cezâlandırılmasını emretti. İstanbul’dan çıkışının dördüncü günü Bursa’ya vardı. Halk sevinç içinde sultanlarını karşıladı. Murâd Hân ilk önce dedelerinin, daha sonra Emîr Sultan’in kabirlerini ziyâret etti. Fakirlere sadaka dağıttı. Millete çok zulüm yapmış olan Hasenkeyfli Mehmed Ağa’yı îdâm ettirdi.
Avrupa tarafını anlaşmalarla nisbeten sağlamlaştıran Sultan Murâd Hân, 1045 (m. 1635) senesinde ilk Revân seferine çıktı. Sefere çıkmadan önce çok tereddütlü olan Pâdişâh, nereye sefer etmesinin hayırlı olacağını kestiremiyordu. Resûlullah efendimizin (s.a.v.) sünnet-i şerîfine uyarak iki rek’at istihâre namazı kıldı. Ertesi günü gönlü rahattı. Revân seferi için yola çıktı.
Üsküdar’a geçen Pâdişâh öteden beri bozulmuş olan sefer düzenini de tekrar eski hâline döndürmek için çok dikkatli davranıyor, askerin kanunsuz hiçbir hareketini kabûl etmiyordu. Durum fevkalâde olduğu için de şiddetle cezâlandırıyordu. Yolda yakalanan âsiler hakkında hükümler verilip gereken cezalar ânında tatbik Ediliyordu. Konya’ya varıldı. Pâdişâh Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin türbesini huşû’ içerisinde ziyâret etti. Askeri ile aynı zorluklara göğüs gerdi. Aylarca atının eğerinden başka yastık, atının çulundan başka örtü kullanmadı. Askeri ile dâima hemhal, adetâ arkadaş gibiydi. Kayseri yakınlarında Develihisar’dan araba ile geçerken bir dağ keçisinin kaçtığını gördü. Hemen bir at istedi. Göz açıp kapayıncaya kadar ata atlayıp keçinin arkasına düştü. Attığı bir tek okla keçiyi vurup, askeri adetâ büyüledi. Askerler; “Allahü teâlâ yardımcın, olsun!” diye bağrıştılar. Pâdişâh, Erzurum üzerinden Revân önlerine vardı. Yapılan kuşatma sonunda Emîr Güne Hân kumandasındaki kale teslim oldu. Kumandana Yûsuf ismi ve paşalık ünvanı verildi. Yûsuf Paşa pâdişâhın yanında kaldı. İran askerleri serbest bırakıldı. Güçlü Osmanlı askeri karşısında hareketsiz kalan İran askerlerinin, geri çekilirken ahâliyi katletmeye kalkışmaları üzerine, peşlerine asker gönderildi. Gerektiği şekilde cezalandırıldılar. Pâdişâh tebrikler ve duâlardan sonra Cum’a namazına gitti. Sultan Murâd adına hutbeyi, Şeyhülislâm Yahyâ Efendi okudu. Yahyâ Efendi bu güne;
“Revân’a varınca Sultan Murâd Hân Ömer
heybet,
Müyesser eyledi ona Hudây-ı Müsteân fethin.
Cemî-i Ehl-i sünnet asker-i İslâm şad oldu,
Dedi. Yahyâ onun târihini “Gördük Revân fethin.”
kıt’asını târih düşürdü. Kalenin gerekli tahkimatını yapan Sultan Murâd Hân, İran içlerine doğru seferine devam etti. Aras nehrini geçerken köprü kurmak mümkün olmadı. Pâdişâh da dâhil herkes atı ile nehri geçecekti. Pâdişâh sudan geçerken yanındaki askerlerden biri hâkimiyetini kaybedip akıntıya kapıldı. Pâdişâh hiç vakit geçirmeden askere doğru yaklaşıp yakasından yapışarak karaya çıkardı. Eline de bir kese altın verdi. Bu hâdiseyi gören askerler, pâdişâhlarına bir kat daha bağlandılar. Pâdişâh, doğru dürüst bir mukavemetle karşılaşmadan Tebrîz’e girdi. İran’ın merkezi olan Tebrîz, ekonomik yönden çökertildi. Kışın yaklaşması sebebiyle ordu İstanbul’a döndü. Ancak daha Sultan Murâd yolda iken İranlıların Revân’ı muhasara ettiği haberi geldi. Mevsim kış olduğu için Pâdişâh’ın dönmesi mümkün değildi. Sultan Dördüncü Murâd’ı İstanbul ahâlisi coşkun bir şekilde karşıladı. Yıllardır böyle bir zaferin ümidiyle yaşayan müslümanlar, Pâdişâh’a nasıl duâ edeceklerini bilemiyorlardı. Artık Bağdat’a sefer yapıp, ata mirası, İmâm-ı a’zam yâdigârı bu mübârek beldeyi Acemin kirli ayaklarıyla çiğnemesine son verilmeliydi. Bütün hazırlıklar o yöne kaydırıldı. Fethi hazırlayıcı öncü kuvvetler gönderildi. Halkı bu savaşa hazırlamak için gerekli faaliyetlere başlandı. Müslüman Osmanlı halkı yediden yetmişe yeni bir Yavuz devri, zaferler devri yaşamaya hazırlanıyordu. Yıllarca pâdişâh olduğu hâlde padişahlık yapamamış olan Sultan Murâd Hân, bu zaman zarfında iyice bilenmiş, ne zaman ne yapacağını iyice hesaplamıştı. Yaşı gençti. Yirmiyedi-yirmisekiz yaşlarında, yılların tecrübesine, hayâl edilemez hedeflere sahipti. İlk önce Bağdat, sonra, sonrası çoktu. Bir tarafı Çin, öbür tarafı Endülüs’e dayanıyordu. Târik bin Ziyâd’ın çocukları, barbar Avrupa kavimleri tarafından kesilip imha ediliyor, câmiler müslüman cesetleri ile doldurulduktan sonra kiliseye çevriliyor, müslüman Endülüs, putperestleştiriliyordu. Buna artık son verilmeli, sancak-ı şerîf dünyânın iki ucunda aynı anda dalgalanmalıydı. 1047 (m. 1638) senesinde ilk hedef olan Bağdat üzerine sefer açıldı. Yeniçeri yeni bir nizamda, sipâhi ayrı bir düzende, ahâli, velî, derviş, talebe herkes ayrı bir sevinçteydi. Osmanlı teb’ası, bu yüce pâdişâha verecek derece bulamıyordu. Zamanın usta şâiri Nefî;
“Nice benzer sana tarz-ı pâdişâhân-ı
selef,
Bir midir pervaz-ı anka ile pervaz-ı cerâd”
beytiyle; “Sen hiçbir pâdişâha benzemezsin. Çünkü anka kuşunun uçuşu ile çekirgenin uçuşu bir değildir” diyordu. Pâdişâh sefere çıkmadan önce İstanbul’da memleketin dört bir tarafına ta’yin edilecek kadıların imtihanına katıldı. Herbirine pek çetin sorular sordu. En lâyık olanına vazîfe verilmesini te’min eyledi. Mecliste hazır bulunan ulemâ, pâdişâhın fıkıh bilgisine hayran kaldı. Sivaslı Abdülmecîd Şeyhî Efendi’nin elinden, Hazreti Ömer’in kılıcını beline kuşanan Pâdişâh, ordusunun başında İstanbul’dan yola çıktı. Yanında Şeyhülislâm Yahyâ Efendi ve Kâdı-zâde gibi âlimler de vardı. Şehirlerden tam bir nizam içerisinde geçerek Konya yoluyla Haleb’e vardı. Yol üzerindeki cümle evliyânın kabrini ziyâret etti. Şeyh Edebâlî ve Seyyid Battal Gâzî, Mevlânâ ve Nasreddîn Hoca’nın türbelerini ziyâreti ihmâl etmedi. Bağdad fethinde yardımları için, rûhlarından istimdat (yardım) istedi. Vezîr-i a’zam Bayram Paşa, Birecik’te vefât etti. Pâdişâh, bu kıymetli devlet adamının vefâtına çok üzülüp ağladı. Tayyar Mehmed Paşa’ya vezîr-i a’zamlık verildi. Musul’da Hindistan elçisi geldi. Fil kulağından yapılmış, üzerine gergedan postu geçirilmiş, tüfek ve kılıcın kâr etmeyeceği söylenen bir kalkanı da hediye getirmişti. Pâdişâh elinde bulunan bir mızrakla kalkanı deldi ve üzerine koyduğu beşyüz altınla elçiye geri gönderdi, İstanbul’dan hareketin yüzdoksanyedinci günü Bağdat önlerine varıldı.
İmâm-ı a’zamın (r.a.) türbesinin bulunduğu kısım daha önceden ele geçirilmişti. Pâdişâha İmâm-ı a’zamı ziyâret etmesi teklif edildiğinde; “Bağdat, sapıkların pis ayaklarıyla kirlenirken gidip o yüce İmâmı ziyâretten haya ederim” cevâbını verdi. Şehir kuşatıldı. Her türlü tedbir alındı. Sık sık hücumlar yapıldı. Muhasara esnasında, Sadrâzam Tayyar Mehmed Paşa şehîd oldu. Kemankeş Kara Mustafa Paşa sadrâzam ta’yin edildi. Sadrâzamın bile şehîd edildiği şiddetli çarpışmaların olduğu bir günde, askerler garip bir kimseyi huzûrlarına getirdiler. Elbisesi lime lime, elinde dalından yeni koparılmış akasya ağacından bir değnek, yüzünde tâ uzaklardan farkedilen fevkalâde bir nûr vardı. Pâdişâhı bakışları ile te’sîr altına alan ender şahsiyetlerden biri idi. Pâdişâh bu yüzü bir yerden tanıyordu. Bu, Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin yakınlarından olan bir mübârek kimseden başkası değildi. “Pâdişâhım! Hocamın emriyle İstanbul’dan buralara geldim. Gayretle çalışın. Bağdat’ı Pazartesi’nden önce fethedin. Sonraya kalırsa sele düçâr olursunuz. Fetih müyesser olmaz. Mevlâm sizi muhafaza etsin” deyip çadırdan çıktı. Pâdişâh Sultan Murâd Hân, Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin bu yardımına şükür için hemen Allahü teâlâya hamd edip o mübârek kimsenin rûhuna Fâtihalar gönderdi. Kumandanlarını çağırıp ertesi günü kalenin fethi için emir verdi. Şa’bân ayının onyedisinde Cum’a günü (24 Aralık 1638) Bağdat fethedildi. Asker arasından nice kahramanlar ortaya çıktı. Kahramanlara şiirler, türküler söylendi. Nice Genç Osman’lar, gencecik yiğitler, Bağdat’a girmekle, kaleye şerefli sancaklarını dikmekle nasiplendiler. Kale kumandanı Bektaş Hân, kalenin teslimi için sultânın huzûruna kabûl edildi. Teslim şartları görüşüldü. Teslimi kabûl edemeyen İran askerleri, serbestçe çekilip gitmelerine müsâde edilmesine rağmen, baruthâneyi ateşe vererek ma’sûm kimseleri öldürmeye kalkışmaları üzerine, gereken cezaya çarptırıldılar. Bu arada Bektaş Hân da karısı tarafından zehirlendi. O garip dervişin dediği gibi Pazartesi günü bir fırtına çıkıp peşinden yağmur yağdı. Bağdat çevresinde günlerce seller akıp, Safevî pisliklerini yıkadı. Osmanlı yepyeni, pırıl pırıl bir şehre sahip oldu.
Sultan Dördüncü Murâd Hân, ilk iş olarak, İmâm-ı a’zam hazretlerinin ve Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin kabr-i şerîflerini ziyâret etti. Eshâb-ı Kirâm düşmanı Safevî sapıkları, Allahü teâlânın dînini doğru olarak anlatan Ehl-i sünnet âlimlerine olan düşmanlıklarından dolayı, onların mübârek kabirlerini tahrip etmişler, türbelerin eşyalarını yağmalamışlardı. Pâdişâh emir verip bütün ma’nevî mîrâsların ta’mirini bildirdi. Şeyhülislâm Yahyâ Efendi’yi de bu işlere nezâretle vazîfelendirdi. Kısa zamanda eskisinden daha iyi hâle gelmesini te’min etti. İmâm-ı a’zam hazretlerinin türbesini: gümüş kapı. İpek halı ve altın şamdanlarla donattı. İmâretlerde fakirler için yemekler çıkartıp, gönüllerini ve duâlarını aldı.
Ondört sene onbir ay onüç gün sonra Bağdat’ta tekrar Osmanlı sancağını dalgalandıran Sultan Murâd Hân, İstanbul’a dönüş emrini verdi. Sadrâzam Kemankeş Kara Mustafa Paşa, İran’la görüşmeleri devam ettirmek için Bağdat’da kaldı, İran’la 1049 (m. 1639) senesinde, zamanımıza kadar geçerliliğini koruyan Kasr-ı Şirin anlaşması imzalandı.
Sultan Murâd Hân’ın, dönüşünü Osmanlı ahâlisi sabırsızlıkla bekliyor, mübârek Bağdat şehrini, İmâm-ı a’zamın kabrini sapıkların tasallutundan kurtaran kahraman orduyu ve Pâdişâh’ı görmek için geçiş yollarını dolduruyordu. Pâdişâh İstanbul’a gelirken Musul’da Safevî elçisini kabûl edip; İran Şahı Safi’ye hitaben bir mektûp yazdı. Mektûbunda; henüz İran elinde bulunan ba’zı yerlerin Osmanlı beylerine teslimini, değilse baharda tekrar İran üzerine sefer yapacağını ve ordunun hudud üzerinde kışlayacağını bildiriyordu. Son kısmında da şöyle yazıyordu: “Er isen meydane gel, serverlik dâvasında olanlara perde arkasında durmak yakışmaz. Attan korkanın, ata binip kılıç kuşanması hatâdır. Ezelde takdîr edilen ortaya çıkar. Elem çekmeyip karşıma çık. Selâm, hidâyete erenlerin üzerine olsun”
Sultan Murâd Han sefere giderken temizleyerek gittiği gibi dönüşte de ba’zı temizlik faaliyetlerinde bulundu. İnsanları kandırıp, doğru yoldan saptırmakla meşgûl olan ba’zı sahte şeyhleri (Sakarya şeyhi, Urmiye şeyhi gibi) îdâm ederek, ahâliyi onların sapık fikirlerinden kurtardı.
Ulemâ ve devlet ileri gelenleri Pâdişâhı İzmit’te karşıladılar. Karşılayanlar arasında Pâdişâhın annesi Vâlide Sultan (Mâhpeyker Kösem Sultan) da vardı. Sultan Murâd Hân, İzmit’ten gemilerle İstanbul’a geldi. Yıllardır böyle bir zafer merasimine hasret olan halk, gözyaşlarını tutamıyordu. Ama ne çâreki Pâdişâh hastaydı. Damla hastalığından muzdaripti.
Sultan Murâd Hân, kendisi doğuda İran’la meşgûlken, batıdaki hâdiselerden de günü gününe haber alıyordu. Bilhassa Venediklilerin yaptıkları, haddi aşmıştı. Venedik Cumhuriyeti ile bütün ticarî münâsebetlerin kesilmesini ve hemen savaş açılmasını emretti. Dîvân bu emri çeşitli bahânelerle onüç gün geciktirdi. Bu arada Venedik elçisi gelip, dîvânın bütün şartlarını kabûl etti ve savaş durduruldu. Aslında Sultan Murâd Hân savaşı durdurmamış, hazırlıklarını tamamlamak ve yeniden sıhhate kavuşmak için zaman kazanmıştı. Ne yazık ki ömrü vefa etmeyip, Venedik seferine çıkamadan vefât etti. Sultan Ahmed Câmii avlusunda Şeyhülislâm Yahyâ Efendi’nin imamlığında müezzinlerin; “Er kişi niyetine!...” nidaları ve müslümanların gözyaşları arasında kılınan cenâze namazından sonra, babası Sultan Birinci Ahmed Hân’ın türbesine defnedildi.
Ömrünü, vakitlerinin her ânını devletine hizmet ve Allahü teâlânın emir ve yasaklarına itaatle geçiren Sultan Dördüncü Murâd Hân, diğer milletlerin hayâl bile edemiyecekleri şekilde yalanlarıyla meşhûr olan Acemlerin, en büyük düşmanlarından olması hasebiyle, onların birçok iftiralarına mâruz kaldı. Kendilerinde bulunan pislikleri bu büyük Pâdişâh’a da bulaştırmaya kalkıştılar. İnsanlara zulüm ettiğini ve içki içtiğini bile söyleyecek kadar ileri gittiler. Hâlbuki devrinin kaynaklarında içki içtiğine dâir hiçbir bilgi yoktur. Sultan Dördüncü Murâd Hân, kendisinden ellidokuz yaş büyük olan Şeyhülislâm Yahyâ Efendi’ye; “Baba” diye hitâb eder, baba olarak bilir ve her türlü sözünü i’tirâzsız kabûl ederdi. Dînin hükümlerini çok iyi bilirdi. Arabça ve batı dillerine hâkim idi. Her türlü memleket mes’elesine vâkıftı, ilmi ve ilim adamlarını çok sever, ilim meclislerinde bulunmaya can atardı. İlim adamlarını teşvik ederdi. Evliyâ Çelebi ve Kâtip Çelebi gibi âlimler, teşvik ettiği kimseler arasındaydı. Namazlarını hocası ve İmâmı, Evlîyâ Efendi’nin arkasında kılardı. Kur’ân-ı kerîm okumayı ve ibâdetlerini hiç ihmâl etmezdi. Dedesi Yavuz Sultan Selim Hân gibi o da, Hırka-i saadet dâiresinde Kur’ân-ı kerîm okurdu.
Birçok tarihçinin Kanunî sonrası en büyük Osmanlı pâdişâhı olarak kabûl ettikleri Sultan Dördüncü Murâd Hân, hep Yavuz Sultan Selim Hân’a benzemeye çalışırdı. Gerçekten de birçok vasıfları onunla uyuşurdu. Ama Yavuz’un sahip olduğu kıymetli devlet adamlarına ve tecrübeye mâlik değildi. Tahta geçtiğinde hazîne bomboştu. Vefâtında, hazînede onbeşmilyon altın vardı. Gümüş paranın hesabı yoktu. Avrupa baştan başa istihbarat ağı ile örülmüştü. Avrupalıların en gizli sırları, Osmanlı sarayına günlük ulaşıyor, adetâ kuş uçurtulmuyordu. Tahta çıktığında neye yaradığı belli olmayan yüzbin yeniçeri varken; vefâtında çelik yürekli otuzbeşbin yeniçeri askeri; “Emrine canım feda olsun pâdişâhım” diyordu. Tahta geçtiğinde karmakarışık bir memleketle karşılaşmış, vefâtında; içte ve dışta huzûrlu ve i’tibârlı bir devlet bırakmıştı. Avrupa’ya hiç sefer yapmadığı hâlde ma’sûmları katletmekle meşhûr olan Avrupa kavimleri, adından bile tir tir titrer hâle gelmişlerdi. Kânûnî’den sonra askerlerin en çok sevdiği pâdişâh olan Sultan Dördüncü Murâd Hân’ın cesâreti, her türlü zorluğa tahammülü, keskin zekâsı, hünerleri, askerî dehâsı, atıcılık, binicilik, silâhşörlükteki başarısı çok takdîr ediliyordu. Ya’nî her husûsta askerinin önündeydi. İkiyüz okkalık gürzleri kolayca kaldırır, hızla giden iki atın birinden diğerine atlar, attığı ok, tüfek mermisinden uzağa düşerdi. Devrinin bütün silâhlarını tam bir ustalıkla kullanırdı.
En küçük suçları bile memleketin selâmeti için cezalandırmaktan çekinmeyen Sultan Dördüncü Murâd Hân’ın merhameti de çoktu. Savaş esnasında otağının yanına kurdurduğu seyyar hastahânelerdeki yaralı ve hastaları hergün bizzat ziyâret eder, onlarla yakından ilgilenirdi. Memleketin her tarafındaki imârethânelerin vakıf şartlarına uygun şekilde çalışması, fakir ve yetimlerin aç ve açıkta kalmaması için gayret gösterir, emrine uymayanları şiddetle cezalandırırdı.
Din ve devletin menfaatine iş yapanı hemen mükâfatlandıran Sultan Dördüncü Murâd Hân, pekçok hayırlı işinin yanında, Revân ve Bağdat köşkü ile Kandilli sarayı gibi nadide eserler, köprüler, kervansaraylar, hanlar ve benzeri hayır eserlerini inşâ veya ta’mir ettirdi. Anadolu ve Rumeli Kavağı’nda kale ve câmiler inşâ ettirdi. Kâ’be-i muazzamayı su basmış, hasara sebep olmuştu. Cihan pâdişâhı Sultan Murâd Hân, Ankaralı Mehmed Efendi ile Rıdvan Ağa’yı Kâ’be-i muazzamayı ta’mirle vazîfelendirip, bu sevâblı işi bir an önce hâllettirdi. Müslümanların duâsını alıp, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmayı arzu etti.
Din ve devletin menfaatine ters düşen en küçük hatâları bile gözden kaçırmayan, bilhassa zulüm ve hıyâneti, emre itaatsizliği şiddetle cezalandıran Sultan Dördüncü Murâd Hân, hassas, ince bir kalbe sahipti. Pek güzel şiirler yazdı ve şâirleri koruyup himâye etti. Bu şiirlerinden biri, İmâm-ı a’zamın (r.a.) şehri olan Bağdat’ın Safevî işgalinden kurtarılması için gönderilen Osmanlı ordusu kumandanı ve Diyarbakır beylerbeyi Hâfız Ahmed Paşa’nın yardım talep eden şiirine verdiği cevaptır:
“Hâfıza Bağdat’a imdat etmeğe er yok
mudur?
Bizden istimdat edersin sende asker yok mudur?
Düşmeni mat etmede ferzâneyim ben dirdin,
Hasma karşı şimdi at oynatmağa yer yok mudur?
Gerçi lâf vurmada yoktur sana hempa
biliriz,
Lîyk senden dâd olur bir dâd-ı kuster yok mudur?
Da’vây-ı merdî edersin bu muhanneslik
neden?
Havf idersin bari yanında dilâver yok mudur?
Râfizîler aldı Bağdat’ı tekâsül eyledin,
Sana hasm olmaz mı hazret, rûz-ı mahşer yok mudur?
Ebû Hanîfe şehrini ihmâlinle vîrân
ettiler,
Sende âyâ, gayret-i dîn-i Peygamber yok mudur?
Bî-haberken saltanat ihsân eden
Perverdigâr,
Yine Bağdat’ı ider ihsân Mukaddir yok mudur?
Rüşvet ile cünd-i İslâmı perişan eyledin,
İşidilmez mi sanırsın, bu haberler yok mudur?
Avn-i Hak’la intikam almağa a’dâdan meğer,
Bende-i dîrin vezîr-i din perver yok mudur?
Bir âlî siyret dilîri şimdi serdar
eyledim,
Hazret-i Peygamber mu’în olmaz mı, rehber yok mudur?
Şimdi hâlimi kıyas eylersin iş bu âlemi,
Ey Muradı Pâdişâh heft-i kişver yok mudur?”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Târih-i Peçevî, İstanbul 1283
2) Fezleke (Kâtib Çelebi) İstanbul 1286
3) Ravdat-ül-ebrâr (Kara Çelebi-zâde Abdülazîz Efendi) Kâhire 1248
4) Târih-i Solak-zâde. İstanbul 1294, sh. 737
5) Târih-i Gılmânî (Mehmed Halife), İstanbul 1340
6) Târih-i Nâimâ. cild-2-3
7) Târih-i Devlet-i Osmaniye (Hammer). İstanbul 1335
8) Hülâsat-ül-eser
9) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî)
10) Güldeste-i riyâz-ı irfan
11) Sicilli Osmânî cild-4
12) Evliyâ Çelebi seyahatnamesi cild-1, sh. 255, 460
13) Mir’ât-ül-Haremeyn. İstanbul 1301 sh. 507
14) Hadikat-ül-cevâmi’ cild-2, sh. 143
15) Mizân-ül-hak (Kâtib Çelebi), İstanbul 1286
16) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 957
17) Tuhfe-i hattâtîn sh. 738