Aklî ve naklî ilimlerde âlim. Tasavvuf ehli olup, Bayrâmiyye yolundandır. Babası, Kuzey-batı Afrika şehzâdelerinden, Seyyid Mehmed bin Abdullah (İbrâhim) Efendi idi. İstanbul’a gelerek Sultan Ahmed devri sadrâzamlarından olan, Halîl Paşa’nın ağabeyi Rumeli beylerbeyi Mehmed Paşa’nın kızı ile evlenmiş, bu izdivaçtan da, 992 (m. 1584) senesinde Abdullah Efendi dünyâya gelmişti. Abdullah Efendi “Abdî” mahlası ve “Sarı” lakabıyla meşhûr oldu. 1071 (m. 1660) senesinde İstanbul’da vefât edip, Topkapı’dan Maltepe’ye giden yolun kenarında, set üstüne defnedildi.
Küçük yaştan i’tibâren ilim ve fazîlet sahiplerinin arasında bulunan Abdullah Efendi, Sadr-ı a’zam Halîl Paşa’nın himâyesinde büyüdü. Zamanın meşhûr âlimlerinin ilimlerinden istifâde etti. Daha küçük yaşlarda iken tasavvuf erbâbıyla görüşmeye başladı. 14-15 yaşlarında iken, Melâmî şeyhi Hacı Ali Rûmî (İdris Muhtefi) ile görüştü. Osman Emîr Efendi, Ya’kûb Helvâî Dede, Ramazan Efendi ve Merkez Efendi hulefâsından Necmüddîn Hasen Efendi gibi zamanın meşhûr tasavvuf büyüklerinin sohbetlerinde bulundu. Hâmisi Halîl Paşa’nın tavsiyesi ile, Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretleriyle görüşüp ondan feyz aldı. Bu arada Erzurum taraflarına da bir seyahatte bulundu. Dede Ömer Rûşenî hazretlerinin talebelerinin halîfelerinden, Hacı Şeyh ile görüştü. Halîl Paşa’nın yanında çeşitli yerlere gitti. Gittiği yerlerin âlim ve evliyâsından ders ve feyz alıp, ilmini yükseltmek için gayret sarfeyledi. Halîl Paşa’nın divitdârlığını yaptı.
Halîl Paşa, 1025 (m. 1616) senesinde sadr-ı a’zam olunca, şark serdarlığı verilerek doğu seferine çıktı. Halîl Paşa’nın bu birinci seferine ve ikinci sadr-ı a’zamlığında, Abaza Paşa gailesini ortadan kaldırmak için ta’yin edildiği ikinci şark seferine, Abdullah Efendi de katıldı. Bu son sefere tezkireci olarak katılan Abdullah Efendi, sefer esnasında 1037 (m. 1627) senesinde vefât eden Mehmed Efendi yerine ordu nişancısı oldu. Halîl Paşa’nın 1040 (m. 1630) senesinde vefât etmesiyle hamisini kaybeden Abdullah Efendi, kendisini tamamen ilim ve ibâdete verdi. Bir müddet resmî vazîfelerden uzaklaştı. 1047 (m. 1637) senesinde reîs-ül-küttâb kaymakamlığına ta’yin edildi. Sultan Dördüncü Murâd Hân’ın maiyyetinde Bağdad seferine katıldı, İsmâil Efendi’nin şehâdeti üzerine reîs-ül-küttâblığa getirildi. Sefer dönüşünde bu vazîfeden alınıp, bir sene sonra reîs-ül-küttâb kaymakamlığı verildi. 1050 (m. 1640) senesinde Anadolu muhâsebeciliği ve bir ay sonra da Cizye muhâsebeciliği verildi. 1060 (m. 1650) yılında Piyade mukâbeleciliğine (Askerî kayıt ve yoklama işleri), 1065 (m. 1655) senesinde Mensûh mukâtaacılığına getirildi. Bu vazîfede iken 1069 (m. 1658)’da me’mûriyetten çekildi. Bundan sonra vefâtına kadar Koca Mustafa Paşa dergâhı yanındaki evinde kitap yazmak ve ibâdet etmekle vakit geçirdi.
Ömrü boyunca devletine hizmet, ilim ve ibâdetle meşgûl olan Sarı Abdullah Efendi’nin çeşitli tasavvuf büyükleriyle münâsebeti olmuş, kendi eserinde; aslen Bayramî, meşrebce Celvetî, terbiyece Mevlevi olduğunu belirtmiştir. Bayramîlerden; İdrîs Muhtefî ve talebesi Hacı Kabaî’den ve onun da talebesi Beşir Ağa’dan feyz aldı. Celvetîlerden Azîz Mahmûd Hüdâyî ve Mevlevîlerden Mesnevî şarihi İsmâil Ankaravî’nin feyzinden istifâde etti.
İlimdeki üstünlüğü yanında hat san’atında da üstâd olan Sarı Abdullah Efendi’nin, reîs-ül-küttâb iken yazdığı, Abdülmecîd Sivâsî dergâhının vakfiyesi, san’attaki üstünlüğünün isbâtıdır.
Resmî ve husûsî işlerinden arta kalan zamanlarında zihnini dinlendirmek arzusuyla çiçek yetiştiren Sarı Abdullah Efendi, yedi çeşit yeni tür Zerrin lâle yetiştirerek, Sultan İbrâhim’in “Ser-şükûfeci” (Çiçekçibaşılık) berâtına mazhar olmuştur.
Neşâtî Ahmed Dede ve Şâir Çevri gibi pek çok talebe yetiştiren ve birçok kıymetli eserin sahibi olan Sarı Abdullah Efendi’nin en meşhûr eseri, Mevlana Celâleddîn-i Rûmî’nin “Mesnevî”sine yaptığı; “Cevâhir-i bevâhir-i Mesnevî” adındaki Türkçe şerhidir. Eser İstanbul’da basılmıştır.
Abdullah Efendi’nin ikinci meşhûr eseri; “Semerât-ül-fuâd fil-mebde’i vel-me’âd adlı Türkçe eseridir. Eserde ilk peygamber ve ilk insan hazret-i Âdem’den (a.s.) bugüne, geçen ba’zı hâdiseler, tasavvuf ve tasavvuf büyükleri hakkında ma’lûmât verilmektedir.
Ayrıca; Sultan Dördüncü Mehmed Hân’a takdim ettiği nasîhatnâme tarzındaki “Nasîhat-ül-mülûk tergîben li-hasen-is-sülûk”, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin kerâmetleri ve “Fütûhât-ı Mekkiyye”sinin açıklaması mahiyetindeki “Mir’ât-ül-asfiyâ fî sıfât-ı melâmiyyet-il-ahfiyâ”, Osmanlı pâdişâhlarının çeşitli yazılarını, nişancılığı zamanında Sarı Abdullah Efendi’nin bizzat kaleme aldığı yazıları ve yabancı hükümdârlara gönderilen mektûpları topladığı “Tevkîât-ı selâtin-i Osmâniyye” adlı “Düstûr-ül-inşâ” kitabı ile “Ricâl-ül-gayb” “Meslek-ül-uşşâk”, “Cevher-ül-bidâye ve dürret-ün-nihâye”, “Tercüme-i mekâsıd-ıl-ayniyye” ve “Tedbîr-ün-neş’eteyn ve ıslah-un-nushateyn” adlı eserleri meşhûrdur.
Sarı Abdullah Efendi, ferâiz bilgilerini ihtivâ eden, “Cevheret-ül-bidâye” adlı eserinin sonunda, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) mübârek Eshâbından (r.anhüm) Bedir savaşına katılanların faziletlerini anlatmakta, tek tek isimlerini kaydetmekte ve şöyle buyurmaktadır. “Bedir Eshâbı, Cennetle müjdelenen on sahâbîden sonra, Sahâbe-i Kirâmın en faziletlileridir. Onların menkıbeleri ve isimlerinin faziletleri meşhûrdur. Sayıları bir rivâyette 313, diğer bir rivâyette 363’dür. Âriflerden biri şöyle buyurdu: “Mühim işlerde onların isimlerini okuyarak ve yazarak tecrübe ettim, arzularıma çabucak kavuşturulduğumu gördüm.” Ca’fer bin Abdullah’dan rivâyet edilmiştir ki: “Bütün mühim işlerde Bedir Eshâbına, tevessül etmek muvaffakiyete sebeb olur. Onların isimlerini zikrederek yapılan duâ kabûl olunur. Rahmet, bereket, gufran, rızâ, rıdvân onları zikreden kulu kaplar.”
“Herkim hergün onları zikredip, Allah’dan hacetini isterse, ona istediği verilir. Yalnız herbirinin isminden önce Muhammed aleyhisselâmın ve O’nun (s.a.v.) dört halîfesi; Hazreti Ebû Bekr, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali’nin (r.anhüm) isimlerini zikrederse iyi olur.”
Sarı Abdullah Efendi, “Semerât-ül-fuâd” adlı tasavvuf ve tasavvuf erbâbından bahseden eserinin muhtelif sahifelerinde buyurdu ki:
Umûmiyetle insanlar üç çeşittir. Hayvanlara benzeyenler, meleklere benzeyenler, peygamberlere (a.s.) benzeyenler.
İnsanlardan ba’zıları dünyâya düşkün olurlar, âhıreti hiç düşünmezler. Bunların kalbleri katılaşmış, kabuk bağlamıştır. Dünyâ malına âşık olmuşlar, âhıreti düşünme hâssasını kaybetmişlerdir. Sanki kalbleri mühürlenmiştir.
Bir kısım insanlar da kâfi miktarda dünyâ ile meşgûldürler. Bunlar Cennete gidecek müslümanlardır.
Ba’zıları da mukarrebûn olup Allahü teâlâya yakın olurlar. Bunlar:
Hak ve hakîkat yolunun yolcularıdırlar. Bunlar, Allahü teâlânın rızâsını esas alıp dünyevî keyf, zevk ve lezzetlere yaklaşmayan îmân ve vicdan sahipleridirler. Bunlar ilâhî tecellilere, ilâhî sırlara şahit olurlar, onları müşâhede ederler. Bunlar öyle kimselerdir ki, Allahü teâlâ yanında dereceleri çok yüksektir. Dünyâ ile alâkalarını kesmişler, yalnız âhıret ile ilgilenir olmuşlardır. Allahü teâlânın emri ve rızâsı dâhilinde, insanları irşâd edip doğru yola da’vet ederler. Allahü teâlânın varlığına ve birliğine kendileri kalbden inandıkları gibi, diğer insanları da inandırmaya çalışırlar ve bu işlerinde muvaffak olurlar.
Ba’zı İslâm âlimleri de insanların yine üç kısma ayrıldıklarını bildirmişler ve şöyle sınıflandırmışlardır:
Sermâyesi dünyâ malı olup, kazançları günah ve pişmanlık olanlar.
Sermâyeleri tâat ve ibâdet olup, kazançları Cennet olanlar.
Üçüncü kısımda olanlar, Allah yolunun yolcuları olup, sermâyeleri Allahü teâlâyı bilip tanımak ma’nasına gelen “Ma’rifetullah”, kazançları ise âhırette “Cemâlullah”a mazhar olmaktır.
İmâm-ı a’zam’dan (r.a.) ders alarak fıkıh âlimi olan Dâvûd-i Tâî, birgün hocasının huzûruna varıp; “Ne yapayım, nasıl bir işe başlayayım?” diye suâl etti. İmâm-ı a’zam hazretleri de; “Öğrendiğinle amel et! Amelsiz ilim rûhsuz ceset gibidir” buyurdu.
Halîfe Hârûn Reşîd, İmâm-ı Mâlik’i (r.a.) çağırtıp: “Çocuklarım senden ders almak isterler, sen ise gelmiyorsun!” dedi. İmâm-ı Mâlik hazretleri; “Ey Halîfe! Siz ilmi azîz ederseniz izzet bulursunuz. İlmi alçaltırsanız zillet görür, alçalırsınız. İlim, talibin ayağına gitmez, İlim öğrenmek isteyen, âlimin ayağına gelir” buyurdu.
İmâm-ı Ahmed bin Hanbel’e (r.a); ihlâs, tevekkül, rızâ ve muhabbetten soruldu, o da; “İhlâs, amellerin âfetlerinden halâs olup, riyasız olmasıdır.
Tevekkül, insanoğlunun nasîbinde Hakka i’timât etmesidir.
Rızâ, işleri Allahü teâlâya ısmarlamaktır.
Muhabbeti, Bişr-i Hafî’ye sorun. O hayatta iken ben muhabbetten bahsedemem” buyurdu.
Hasen-i Basrî buyurdu ki: “Hikmetsiz, ma’nâsız ve zararlı söz söylemek bir felâkettir. Düşünmeden susmak bir gaflettir. Uzlet eden selâmete erer. Şehvetine galip olan kurtulur. Hasetten el çeken mürüvvet sahibi olur. İbret almadan bakmak boştur, zillettir. İçi ile dışı bir olmayan münâfıktır.”
“Haris olan kimse topladığına doyamadan, umduğunu bulamadan, öbür dünyâ için hazırlık yapamadan ölür.”
Hasen-i Basrî hazretlerine; “Falan kimse can çekişiyor” dediler. “Böyle konuşmayın! O adam yetmiş senedir can çekişiyor, şimdi kurtuluş arıyor. Ama ne vakit selâmete ereceğini ancak Allahü teâlâ bilir” buyurdu.
Hasen-i Basrî buyurdu ki: “Allahü teâlâ hakkı için söylüyorum. Hiçbir kimse altın ve gümüşü ile Allahü teâlâ katında azîz olmadı. Altını ve gümüşü olmayan hiçbir kimse de Allahü teâlâ katında bu sebeple hakarete uğramadı.” “Yükü hafif olan kurtulur. Yükü ağır olan helak olur. Allahü teâlâ, dünyâyı kendilerine verilmiş bir emânet bilip, o emâneti sahibine teslim ederek yüklerini hafifletmiş olanları mağfiret eder, kurtuluşa erdirir.”
“Akıllı kimse dünyâsının harap olmasına aldırmaz, âhıretini ma’mûr etmenin yollarını arar. Akılsız kimse ise, âhıreti vîrân edip, dünyâsını ma mûr eder.”
“Baban ile annen için hazırladığın ni’metten bile mes’ûl olursun. Ama misâfirler için tedârik ettiğin ni’metten mes’ûl olmazsın. Hele o misâfirler Allahü teâlânın dostlarından ise, kazancın daha çok olur.”
“Ey benim Allahım! Ni’metine mazhar oldum, şükredemedim. Belâlara mübtelâ kıldın, sabredemedim. Şükretmediğim için ni’metini keseceğin yerde eksiltmedin bile. Sabırsızlığımı cezalandırmak için bana belâ vermedin. Yâ Rab! Bu ancak sana mahsûs bir kerem ve inâyetten başka birşey değildir.”
Habîb-i Acemî, ilk zamanlar faizcilik yapardı. Bir Cum’a günü kendisine borçlu olanları aramaya çıkmıştı. Yolda oynayan çocuklar; “Aman çabuk kaçalım! Habîb-i Acemî geliyor, ayaklarının tozu üzerimize gelmesin!” diyerek kaçıştılar. Bu hâl çok zoruna gitti. Doğruca Hasen-i Basrî hazretlerinin huzûruna vardı. Bütün günahlarından tövbe edip, faizcilikten vazgeçti. Bütün alacaklarını borçlulara helâl etti. Elindeki malları da üzerinde hakkı bulunanlara dağıtmak üzere yola çıktı. Biraz önce kendisinden kaçan çocukların yanından geçti. Daha yanlarına varmadan çocuklar; “Habîb tövbekâr olmuş geliyor, ona yakın olalım da ayağının tozu ile bereketlenelim” diyerek birbirlerini teşvik ediyorlardı. Bu hâdise üzerine iyice şevke gelen Habîb-i Acemî, tellâllar tutup şehirde; “Kimin Habîb’e borcu varsa, Habîb alacağından vazgeçti. Aldığı faizleri de geri verecektir” diye îlân ettirdi. Dediğini yaptı. Üzerindeki gömleğine kadar herşeyini verdi. Fırat nehri kıyısında bir kulübede ibâdetle meşgûl oldu. Hasen-i Basrî hazretlerinin sohbetlerinden de bir an geri durmadı. Ümmî idi. Çok kerâmetleri görüldü.
Habîb-i Acemî hazretleri buyurdu ki: “Zâhirî ilimler kalden (sözden) başka birşey değildir. Bâtınî bilgiler ise hâlden başka birşey değildir.”
Yanında İmâm-ı Şafiî’nin bulunduğu bir sırada İmâm-ı Ahmed bin Hanbel, Habîb-i Acemî’ye; “Bir kimse beş vakit namazından birini kılmasa ve hangisini kılmadığını bilmese ne yapması îcâbeder?” diye suâl buyurdu. Habîb-i Acemî; “Bu gibilerin kalbi Haktan gâfildir. Ceza olarak beş vakit namazın hepsini kaza etmelidir” buyurdu.
İbrâhim Edhem hazretlerinin kulağına gâibten şöyle bir ses geldi: “Ecel gelmeden uyan!” diyordu, İbrâhim Edhem, kendisini unutup bütün varlığı ile gerçek matlûba talip oldu. Çok riyâzetler, sıkıntılar çekti. Tacı tahtı bırakıp yollara düştü. Mekke-i mükerremede Muhammed Bâkır hazretleri ile görüşüp feyz aldı. İbrâhim Edhem hazretleri buyurdu ki:
“Ârifin alâmeti; hatırının düşünce ve ibret, kelimelerinin Hakka hamd-ü-senâ, amelinin tâat ve ibâdet, bakışının sun’u kudrette (Allahü teâlânın yarattıklarında) olmasıdır. Şehveti isteyen sâdık değildir.”
“Hak yolunu tutanın kalbinden şu üç şey çıkmadıkça, hakîkat kapısı açılmaz: 1- Her iki dünyâ devletini verseler sevinmemelidir. Çünkü mevcûdat ile sevinen haristir. Haris olan ise mahrûm olur. 2- Dünyâ ve âhıreti elinden alsalar, buna üzülmemeli, Allahü teâlânın muhabbeti ile olan sevinci, endişeye dönmemeli, üzüntüye çevrilmemelidir. 3- Halkın medhedip okşamasına aldanmamalıdır. Halkın medhine aldanan ihlâssızdır. Hizmetsiz, ihlâssız olan da dâima mahcûb mevkiindedir. Hakka âşık olanlar yüksek himmet sahibi olmalıdırlar.”
Zünnûn-i Mısrî hazretleri, Mısır evliyâsının büyüklerinden idi. Birçok kerâmetleri görüldü. Buyurdu ki:
“En zor şey insanın nefsini görmesidir.”
“Kul üzerinde Allahü teâlânın gadabının alâmeti, fakirliğe düşmekten korkmaktır.”
“Allahü teâlâyı sevmenin alâmeti, O’nun resûlü Muhammed aleyhisselâmın ahlâkıyla ahlâklanmaktır”
Halkla münâsebette lüzumlu olan şey, mallara tamahtan uzak olup, Allah rızâsından başka şey düşünmemektir. Bunun aksini yapanlar, Allahü teâlâyı sevemez, Allahü teâlâya âşık olamaz ve kendilerini Allahü teâlâya sevdiremezler.”
“Tövbe iki kısımdır: Birincisi, kulun Mevlasının cezası korkusu ile tövbe etmesidir ki, buna inâbet tövbesi denir, ikincisi, kulun Allahü teâlâdan utandığı için tövbe etmesidir ki, buna isticâbet tövbesi denir.”
“Her uzvun, her organın bir tövbesi vardır. Kalbin, gönlün tövbesi şehveti terke niyet etmesidir. Gözün tövbesi, harama bakmamak, gözünü yummaktır. Kulağın tövbesi başkasını çekiştirmekten ve çekiştirenlerden uzak olmak, onları dinlememektir. Ayağın tövbesi, yasak edilen şeylere gitmemektir. Ağzın tövbesi, haram yemekten kendini alıkoymak, tenasül âletinin tövbesi, fuhuştan uzaklaşmaktır.”
“Sâdık öyle kimsedir ki; dili hak söz konuşur ve sevâb kazandıracak laf söyler. Sâdık, Allahü teâlânın kılıcıdır. Kılıca karşı kim durabilir? Kılıca karşı duran iki parça olur.”
“İhlâsın alâmeti üçtür Herşeyden kesilip Hakka bakmak, her işten kesilip Hakka dönmek, her husûsta Haktan medet ummak.”
Dâvûd-i Tâî, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’den ilim öğrenip, Fudayl bin lyad ve İbrâhim bin Edhem’le sohbet etti. Habîb-i Acemî’nin elinde kemâle geldi.
Abbasî halîfesi Hârûn-ı Reşîd, İmâm-ı Yûsuf hazretleri ile birlikte Dâvûd-i Tâî’nin ziyâretine gitti. Kapıyı açmadı. Dâvûd-i Tâî’nin annesine yalvararak ricada bulundular. Oğluna gidip söyledi. Dâvûd-i Tâî; “Benim dünyâ ehli ile bir işim yoktur” diyerek kabûl etmedi. Annesine tekrar ricada bulundular. Oğluna; “Oğlum! Sana verdiğim süt hakkı için müsâade et” diyerek şefaatte bulundu. Dâvûd-i Tâî çaresiz kabûl etti. İçeriye girdiler. Hârûn-ı Reşîd’in eli Dâvûd-i Tâî’inin eline dokununca; “Ey halîfe! Ne yumuşak elin var! Allah vere de Cehennemde yanmaya” dedi. Onlara halka nasıl davranmaları husûsunda nasihatlerde bulundu. Halîfe ve İmâmı Yûsuf çok ağladılar. Sonunda; “Ey Halîfe! Verdiğim nasihati tutmazsan sonun kötüdür, yanar kavrulursun” dedi. Hârûn-ı Reşîd, dediklerini tutacağına söz verdi. Veda ederken ona bir kese altın verdi. “Helâldir, kabûl et” diye rica etti. Dâvûd-i Tâî; “Kabûl edemem, ihtiyâcım yok. Helâl olduğu kat’î olan miras kalan evimi sattım. Bugüne kadar onunla geçindim. Şimdilik nafakam te’min edilmiştir. Bittiği zaman hayâtıma son vermesi için Allahü teâlâya yalvardım” dedi. İmâm-ı Yûsuf ayrılırken günlük masrafını öğrendi. Hesâb etti. Son gün namazdan sonra mihrâbda otururken; “Dâvûd-i Tâî, Hakkın rahmetine kavuştu” deyip, evine gittiler. Gerçekten de Dâvûd-i Tâî seher vakti vefât eylemişti.
Ma’rûf-i Kerhî, hıristiyan olan anne ve babası tarafından bir rahibin yanına verildi. Rahip; “Üç yaratıcı vardır” deyince, hemen i’tirâz edip; “Allahü teâlâ birdir” dedi. Papaz, Ma’rûf-i Kerhî’yi dövdü. O da kaçıp, İmâm-ı Ali Rızâ’nın huzûruna vararak İslâmiyeti kabûl etti. Sonra anne ve babası da müslüman olmakla şereflendiler. Daha sonra Dâvûd-i Tâî ile görüştü. Feyzleri ile kemâle geldi. Buyurdu ki:
“Âlicenaplık üçtür: 1-Vefâkâr olup, ona aykırı harekette bulunmamak, 2-Övünmemek, 3- İstenmeden vermek.
“Allah dostu velînin alâmeti üçtür 1- Her işinde Allahü teâlânın rızâsını düşünür. 2- Yalnız Allahü teâlâ ile meşgûl olur. 3- Allahü teâlâ ile ilgili işlerinde devamlı olur.”
“Reîsliğe âşık olan ebediyyen iflah olmaz.”
Sırrî-yi Sekatî (r.aleyh) buyurdu ki: “Dünyâda herşey fazlalıktır, beş şey bunlardan müstesnadır: 1- Açlığı giderecek kadar ekmek, 2-Susuzluğu giderecek kadar su, 3- Mahrem yerlerini örtüp kapatacak kadar giyim, 4- Oturabilecek kadar bir ev, 5-Âhırette faydalanacak bir işi dünyâda görmek.”
“Allahü teâlâ yolunda ilerlemek için nefsin ayıplarını görmelidir.”
“En büyük kuvvet ve kudret nefse gâlib gelmektir.”
“Kendini ıslâh edemeyen, başkasını ıslâh edemez.”
“Dil, kalbin tercümanıdır.” “Yüz, kalbin aynasıdır. Kalbde gizli olan yüzden meydana çıkar.”
“İyi insan, kimseye kin gütmeyen, halka eziyet etmeyen, kimseyi incitmeyen, halktan mükâfat beklemeyen kimsedir.”
“En kuvvetli insan, hiddetine yenilen değil hiddetini yenen kimsedir.”
“Kâmil insan, dîni, şehvetine galip gelen kimsedir.”
Birgün sabır hakkında konuşuyordu. Bir akrep gelip ayağını soktu. “Neden mâni olmadınız?” diye soranlara; “Sabır hakkında konuşurken, sabırsızlık göstermeye utandım” buyurdu.
Cüneyd-i Bağdadî (r.a.), Sırrî-yi Sekatî’nin (f.a.) yeğeni ve talebesi idi. Buyurdu ki:
“İnsan, sîretle (yaşayışıyla) insandır, sûretle (görünüşle) değil.”
“Haktan gâfil olmak ateşte olmaktan beterdir.”
“Allahü teâlâyı bilmeyen şad olmaz.”
“Allah sevgisiyle candan geçilmeyince Mevlâ’ya erişilemez.”
Hallâc-ı Mansûr evliyânın büyüklerinden idi. Buyurdu ki:
“Dünyâyı terk, nefsin zühdüdür. Âhıreti terk, kalbin zühdüdür. Kendini terk ise, canın zühdüdür.”
Hallâc-ı Mansûr’a; “Sabır nedir?” diye sordular. O da; “İnsanın eli ile ayağını kesip, sonra da darağacına asarlar da âh bile demez” buyurdu.
Evliyâya kim bakarsa kem göz ile serseri,
Bî-basârdır, canı yoktur, ölüdür, değil diri.
Evliyâ candır, gerektir can göz ile bakalar,
Zîrâ kim canlı kişiler cana olur müşteri.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Cevheret-ül-bidâye. Millet Kütüphânesi Ali Emîrî kısmı, nu: 858. vr. 21
2) Tuhfe-i hattâtîn sh. 280
3) Hadikat-ül-cevâmi’ cild-2, sh. 202
4) Sicilli Osmânî cild-3, sh. 367
5) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 100
6) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1052
7) Vekâyi-ül-füdalâ. Üniversite Kütüphânesi Türkçe Yazmalar nu. 81, sh. 329
8) Kâmûs-ül-a’lâm cild-4, sh. 2916
9) Semerât-ül-fuâd. İstanbul 1288, muhtelif sahifeler.