Hindistan evliyâsının büyüklerinden. İsmi, Mevlânâ Muhammed Sâlih Gülâbi’dir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1038 (m. 1628) senesinde Hindistan’da vefât etti. Kırıklık, fakirlik ve gurbet (garîblik) sahibi olup, devamlı susmayı tercih edenlerden idi.
Sâlih Gülâbî (r.aleyh) kendisi şöyle anlatır: “Büyükler yoluna girmek arzusu kalbimde hâsıl olunca, civarımızda bulunan âlimlerin çoğuna gittim. Talebe olmak istedim. Fakat hiçbirisinden bir cezbe hâsıl olmadı. Nihâyet Akra beldesinde bir câmide İmâm-ı Rabbânî hazretlerini görünce, gördüğüm anda kalbimde o büyük zâta karşı çekilme, şiddetli arzu ve cezbe zâhir oldu. Ellerine sarılıp duâ ve teveccühlerini taleb ettim. Daha sonra evlerine gidip bana bu yolun esâsını ta’lim etmelerini (öğretmelerini) rica ettim. Kabûl ettiler. Bir müddet o dergâhta hizmet etmekle, o yüksek kapının hizmetçileri arasında bulunmakla şereflendim. O sene Ramazân-ı şerîf ayında İmâm-ı Rabbânî hazretleri i’tikâfa çekildiler. Bu i’tikâfta leğen ve ibrik tutmak hizmeti bana verilmişti. Bir gece ellerini yıkadıktan sonra, artan suyu, bir kenara çekilerek tamamen içtim. Bu içtiğim su, beni mest eden bir şerbet oldu ve bu suyu içer içmez hâlimde bir açılma meydana geldi.”
Bundan sonra İmâm-ı Rabbânî’nin (k.s.) teveccüh ve inâyetleri bereketiyle kısa zamanda yetişerek kemâle gelen Mevlânâ Sâlih’e, bu yüksek yolu başkalarına anlatmak ve onların da bu yolda yetişip, ilerlemelerine vesile olmak için, hocası tarafından icâzet verildi. Bu yolda bulunmak ve ilerlemek arzusunda olan birçok talebeye ilim ve feyz saçtı.
Muhammed Hâşim-i Keşmî (r.aleyh) buyurdu ki: “Mevlânâ’nın ma’rifetlerini ve yüksekliklerini, İmâm-ı Rabbânî’nin (k.s.) mübârek dilinden defalarca işittim. Birgün;
“Mevlânâ Sâlih, bu yolun yüksekliklerinden, sıfatların seyrinden ve tecellîlerinden büyük pay almıştır” buyurdu.
Mevlânâ Muhammed Sâlih, İmâm-ı Rabbânî’ye (k.s.) yazdığı bir mektûbunda diyor ki:
“O mukaddes makamın süpürgecilerinin en aşağısı olan Muhammed Sâlih, o kapının hizmetçilerine arz ederim ki, bu garîb zerre, o makamın kölelerinin sadakasına kavuşarak, muhlislerinize ihsân buyurduğunuz hâller içindeyim. Hep tecellîlerle şereflenmekteyim. Her tecellîde, başka bir fenâ hâsıl olmaktadır. Bir tecellîde, bundan başka tecellî olmaz sanıyorum. Bu sonsuz tecellîlerden anlaşılıyor ki, isimlerde ve sıfatlarda ayrı ayrı seyr edip ilerlemek nasîb olmaktadır. Böyle ayrı ayrı tecellîlerle, bu yolda ilerlemek pek güç olacaktır. O hakîkî kapınıza sığınarak, bu hiçbirşeye yaramıyan beceriksizi, alçak olan yerinden kaldırdığınız, böyle şerefli hâllere ulaştırdığınız ve bu alçağın hatırına, hayaline bile gelmeyen ni’metlere kavuşturduğunuz gibi, lütuf ve ihsân buyurarak, husûsî bir teveccühünüz ile, bu yolun sonuna ulaştırmanızı, noksanlıktan, yolda kalmaktan kurtarmanızı, kendi muradlarından, isteklerinden vazgeçerek, Allahü teâlânın rızâsından başka hiçbir şey söylememek, yapmamak ve düşünmemek saadetine kavuşturmanızı, yalvarırım. Arayanların özlediği o yüksek teveccühünüz ve ihsânınız olmadıkça, bunlara kavuşmak imkânsızdır. Ucu bucağı olmayan, o merhamet deryanızdan bu fakire birkaç damla serpmekle şereflendireceğinizi ümîd ediyorum. Bunları yazmak, bunları istemek, bu alçak için çok yersiz olduğunu düşünüyorum. Bu garîbi, doğru olarak, size lâyık olarak sevebilmekle şereflendiriniz. İnsanı, bütün saadetlere, bütün yüksekliklere kavuşduracak, ancak, sizi böyle sevebilmekdir. Allahü teâlâ, sizin yetiştirme, yükseltme gölgenizi bütün insanların başları üstünden ayırmasın! Âmîn.”
Mevlânâ Sâlih, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hergün ve hergece yaptığı ibâdetleri ve vazîfeleri, mübârek oğullarının işâret ve emrleri üzerine, toplamış ve yazmışdır. Bu yazılarının bir yerinde diyor ki: “İbâdetlerinin, vazîfelerinin hepsini yapmaklığım için izin vermelerini rica ettim. “Yapılacak, uyulacak iş, yalnız Resûlullahın (s.a.v.) yaptıklarıdır. Bunları öğrenip, hepsini yapmağa çalışmalı” buyurdu. “Efendim sizin her hareketiniz, her işiniz, o insanların ve cinnin en yükseğinin işleri gibidir” dedim. “Evet öyledir. Fakat, her yapacağınızı iyi düşününüz! Sünnete uygun olan her sözü, her işi yapınız. Uygun olmayanı yapmayınız” buyurdu.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin, bu yüksek talebesine yazdıkları bir mektûbu:
“Allahü teâlâya hamd olsun. O’nun seçtiği kullarına selâm olsun!
Kıymetli kardeşim, Mevlânâ Muhammed Sâlih! Biliniz ki, seviler şey, sevenin gözünde, hattâ aslında, her zaman ve her hâlinde sevgilidir, incitirse de sevilir, iyilik ederse de sevilir. Sevmek ni’meti ile şereflenenlerin, sevmenin tadını alanların çoğu, sevgilinin iyiliklerine kavuşunca, sevgileri artar. Yâhud incitmesinde de, iyiliğinde de, sevgileri değişmez. Hâlbuki, sevenler içinde pek azı vardır ki, sevgilinin incitmesi, sevgilerini arttırır. Bu en kıymetli ni’mete kavuşmak için, sevgiliye hüsn-i zan etmek lâzımdır. Hattâ, sevgili, bıçağını, sevenin boğazına dayasa ve her uzvunu parça parça etse, seven bunun kendi için hayırlı olduğunu bilmeli, bunu büyük iyilik ve saadet görmelidir. İşte, böyle hüsn-i zan ele geçerse, sevgilinin hiçbir hareketi çirkin gelmez ve “Muhabbet-i zâtıyye” ile şereflenir. Arada hiçbir sıfat, hiçbir nisbet, hiçbir i’tibâr olmaksızın, yalnız Zât-ı ilâhiyyeyi sevmek, Habîb-i Rabbil’âlemîne (s.a.v.) mahsûstur. Böyle sevmekle şereflenenlere, sevgilinin verdiği elemler, iyiliklerinden daha çok lezzet verir ve ferahlandırır. Sanıyorum ki, bu makam, Rızâ makamından daha üstündür. Çünkü Rızâ makamında olan, sevgilinin yaptığı elemi çirkin görmez. Bu makamda ise, elemden lezzet almaktadır. Mahbûbun cefâsı arttıkça, sevenin ferahı ve sevinci artmaktadır. Bu ikisi birbirine benzer mi? Sevgili, sevenin gözünde, belki aslında, her zaman her hâlde sevgili olduğu için sevenin gözünde, belki aslında mahbûb olur. Her zaman ve her hareketinde medhedilir, hamdolunur. Seven, onun elemini de, ni’metini de, hep medheder. Bunun için, sâdık âşıkların; “Elhamdülillah! Rabbil’âlemîn alâ küll-i hâl” demeleri doğru olur. Sıkıntılı ve neş’eli zamanlarında hep hamd eden, hâmidlerden olur. Hamd etmenin şükretmekten daha kıymetli olmasının sebebi belki de budur. Çünkü şükr etmekde, sevgilinin ni’metleri göz önündedir ki, sıfatlarından, hattâ işlerinden meydana gelmektedir. Hamd ederken ise, sevgilinin hüsn-i cemâli, ya’nî kendisi göz önündedir. Ya’nî zâtı da, sıfatları da, işleri de, ni’metleri de elem vermesi de, hep sevilmekte, metholunmaktadır. Çünkü, Allahü teâlânın verdiği elemler, ni’metleri gibi güzeldir. Görülüyor ki hamd, sena etmenin, övmenin en üstün şeklidir ve hüsn-i cemâli, en toplu olarak göstermektedir. Sevinç hâlinde de, sıkıntı hâlinde de hamd edilmektedir. Şükür ise, ni’met zamanlarında olup, devamlı değildir. Ni’met kalmayınca, ihsân bitince, şükür de kalmaz.
Suâl: Ba’zı mektûplarda, rızâ derecesinin, sevmekden ve sevgi derecesinden üstün olduğunu bildirmiştiniz. Şimdi ise, sevmek makamının rızâ derecesinden üstün olduğunu söylüyorsunuz. Bu iki söz arasını bulmak nasıl olur?
Cevap: Şimdi bildirdiğimiz muhabbet makamı, o mektûplarda yazmış olduğumuz muhabbet makamından başkadır. O sevgide, az da olsa, çok da olsa, başka bağlılıklar ve görüşler de vardır. O sevgiye de her ne kadar muhabbet-i zâtıyye diyorlar ve yalnız kendisini sevmekdir biliyorlar ise de, yalnız zâta, kendine sevgi değildir. Çünkü, o sevgi makamında bulunan bağlılıklardan başka şeyler de görmekten kurtulamıyor. Bu makamda ise, hiçbir bağlılık, hiçbir başka görüş yoktur. Ba’zı mektûplarda, rızâ makamının üstünde, ancak, Peygamberlerin sonuncusuna (s.a.v.) yol vardır. Başka kimse buradan ileri geçemez demişdik. Herşeyin doğrusunu, özünü, Allahü teâlâ bilir.
Şunu bilmelidir ki, herhangi birşeyin, zâhire (nefse, bedene) çirkin gelmesi, bâtınının, kalbin beğenmemesi demek olmaz. Görünüşde acı olması, hakîkatte tatlı olmasına mâni olmaz. Çünkü, olgun olan bir ârifin şeklini, görünüşünü, herkes gibi bırakmışlardır. İnsanlık sıfatlarını, ondan almamışlardır. Böylece, onun kemâlini, başkalarının gözünden örtmüşlerdir. Dünyânın, tecrübe, imtihan yeri olmasını sağlamışlardır. Doğru yolda olan ile, yoldan çıkan, birbirine karışmakta, benzemektedir. Kâmil olan ârifin, görünüşü ve şekli yanında, içi ve özü tıpkı bir insanın, üzerindeki elbisesine bağlılığı gibidir. İnsanın kıymeti yanında, elbisenin ne kıymeti vardır? Onun sûretinin, hakîkati yanındaki kıymeti de böyledir. Câhiller, ârifin sûretini, dağ gibi görür. Kendi hakîkatsiz, özsüz sûretleri, görünüşleri gibi sanır. Bunun için, bu büyükleri inkâr eder, inanmazlar. Bunlardan istifâde edemez, mahrûm kalırlar. Allahü teâlâ, doğru yolda gidenlere ve Muhammed Mustafâ’nın (s.a.v.) izine yapışanlara selâmet versin! Âmîn.” (ikinci cild, otuzüçüncü mektûp)
Başka bir mektûp:
“Tasavvuf konaklarını geçmek, hakîkî îmâna kavuşmak içindir. Hakîkî îmâna kavuşmak için, önce nefsin itminan hâsıl etmesi lâzımdır. Nefs mutmeinne olmadıkça, kurtuluş olamaz. Nefsin mutmeinne olması da, kalbin onu kontrol ve idâre etmesi ile olur. Kalbin nefsi idâre edebilmesi için, başka şeylerle meşgûl olmaması ve Allahü teâlâdan başka hiçbirşeye bağlılığı kalmaması lâzımdır. Kalbin, hiçbirşeye bağlılığı kalmadığının alâmeti, işâreti vardır. Bu da, mâsivâyı unutmasıdır. Öyle unutmalıdır ki, Allahü teâlâdan başka herhangi birşeyi kıl ucu kadar düşünürse, mâsivâdan kurtulmamış olur. (Mâsivâ; bütün mahlûklar demektir.) Kalbi mâsivâdan selâmet bulmuş, kurtulmuş olana müjdeler olsun! Kalbin selâmet bulması ve böylece nefsin itminana kavuşması için, çok çalışmalıdır. Bu, Allahü teâlânın öyle bir ni’metidir ki, bunu dilediğine verir. Allahü teâlâ, büyük ihsân sahibidir. Vesselâm.” (Birinci cild, yüzaltmışbirinci mektûp)
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî
2) Berekât-ı Ahmediyye sh. 370
3) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 648, 1062
4) Tezkire-i İmâm-ı Rabbânî sh. 337