Evliyânın büyüklerinden. İsmi, nûr Muhammed Pütnî olup, doğum ve vefât târihleri kat’î olarak bilinmemektedir. Onbirinci asrın ortalarında vefât etti.
Rivâyet edilir ki: nûr Muhammed, önceleri zâhirî ilimleri tahsil etmekle meşgûl idi. Zâhirî ilimlerdeki tahsilini tamamladıktan sonra, tasavvuf yolunda da ilerlemek arzusu kalbine düşüp, bu aşkla yanmaya başladı. Derdine derman bulmak için yollara düşüp, kendini Rabbine kavuşturacak bir yol gösterici aramaya koyuldu. Hindistan’ın çok şehirlerini dolaştı. Çok kimselerin hizmetlerinde bulundu ise de hiçbirinden maksadına kavuşamadı. Nihâyet bahtının dizginleri onu, bedeni yerde, rûhu çok yükseklerde bulunan Hâce Muhammed Bâkî-billah’ın yüksek kapısına götürdü. O yüksek huzûrdan kalb zikrini aldı. Daha sonra hazret-i Hâce, onun terbiye ve yetişmesini İmâm-ı Rabbânî hazretlerine havale etti.
Rivâyet edilir ki: Şeyh nûr Muhammed’in tasavvuf yoluna girişinin ilk zamanlarında, İmâm-ı Rabbânî hazretleri Dehlî’ye teşrîf etmişlerdi. Hâce Hüsâmeddîn Ahmed ve diğer ba’zı zâtlar, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden, “Avârif-ül-me’ârif” kitabından okumalarını rica eylediler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri de kabûl buyurup, okumaya başladılar. Mevlana Tâhir Lâhorî ve Şeyh nûr Muhammed de dinliyenler arasında idiler. Ders esnasında bu ikisinin kalbine şöyle bir düşünce geldi: “Hazret-i İmâm, dinliyenlerden ba’zılarının hâllerine dikkat etmeden anlatıyor. Ders esnasında yüksek hakîkatlerden ve ince bilgilerden anlatmıyor. Sâdece okuyor. O hâlde bizim onların huzûrunda bu kitabı dinlememizde ne fayda vardır? Okunanları zâten biliyoruz.” İmâm-ı Rabbânî hazretleri, onların düşüncelerini kerâmetiyle anladı ve böyle düşünmelerine üzülüp: “Şu iki kişiyi meclisimizden çıkarın. Hattâ Fîrûzâbâd (Dehlî) kalesinin dışına atın!” dedi. Bu ikisi günlerce dışarılarda dolaştılar. Hâce Hüsâmeddîn’in şefaat etmesi için her akşam gelirler, kale kapısının etrâfında dolanıp dururlardı. Nihâyet Hâce Hüsâmeddîn Ahmed (k.s.) onlara yardım etmek istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri; “Bırakınız. Onların nefsi aldatıcıdır” buyurdular. Hâce Hüsâmeddîn (k.s.) arzetti ki: “Efendim! Fîrûzâbâd Mescidi’nin altında bulunan ba’zı hücre ve odalar pislik içerisindedir. Eğer emrederseniz, ikisi gelsin oraları temizlesinler. Hem nefsleri kırılır. Hem de hizmet etmiş olurlar.” İmâm-ı Rabbânî hazretleri Hâce Hüsâmeddîn’in (k.s.) bu sözünü kabûl buyurup, bu iki genç geldiler ve o temizlik işini yaptılar. Bundan sonra hazret-i İmâm bunlara lütuf ve şefkatle muâmele etti. Onların eski hâlleri kalmadı. Beyt:
Sâlikin kalbi hasta, rehber akıllı doktor,
Canlanmayı, doktorun sözünü tutana sor.
Bu hâdiseden sonra, eski i’tirâz hâllerinin hepsini kalbinden söküp atan nûr Muhammed, tam bir zevk, şevk, acz ve itaatle İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûrunda bulundu. Nûr Muhammed, çok nasîbli ve pek bahtiyar idi. Çünkü yaratılışında bulunan temizlik ve yükseklik sebebiyle, hazret-i İmâm’ın huzûrunda husûsî hizmette bulunanlar arasına girdi. Abdest suyunu ve misvakı hazırlamak gibi hizmetlerle şereflendi. Kendine lâyık hâllere ve yüce makamlara kavuştu. Sekiz-dokuz sene gibi uzun müddet, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin, huzûr, sohbet ve hizmetlerinde yetişip, ma’nevî makamları aşarak, daha yüksek mertebelere, çok üstün hâllere, insanları ma’nevî olarak terbiye edip yetiştirme derecelerine kavuştu. Öyle oldu ki, İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu yüksek talebesi için; “Şeyh Nûr, ricâl-i gaybdendir”, başka bir defa da; “Şeyh nûr Muhammed sözümüzü tuttu” buyurmuşlardır. Ona icâzet ve hilâfet verdi. Hindistan’ın büyük şehirlerinden olan Pütne’ye gönderdi.
Emre uyarak Pütne’ye giden nûr Muhammed’in hâli, yapısı, tabiatı, inzivâ ve yalnızlıktan hoşlandığı için, tenhâlarda kendi hâlinde kaldı ve insanlarla görüşmekten çekindi. Onun bu hâli, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kulağına gidince, bu büyükler yolunun esâsı olan sohbetten kaçmaması îcâbettiğini bildirmek için gönderdiği iki mektûp şöyledir:
“Allahü teâlâya hamd olsun. O’nun seçtiği, sevdiği kullarına selâm olsun. Ey akıllı kardeşim! Allahü teâlânın emirlerini yapmak ve yasaklarından kaçmak lâzım olduğu gibi, insanların haklarını ödemek ve onlarla iyi geçinmek de lâzımdır. “Allahü teâlânın emirlerini büyük bilmek ve O’nun yarattıklarına acımak lâzımdır” hadîs-i şerîfi, bu iki hakkı yerine getirmenin lâzım olduğunu göstermektedir. Bu iki hakdan yalnız birini gözetmek kusur olur. Bir bütünün bir parçası, onun hepsi demek değildir. Bundan anlaşılıyor ki, insanlardan gelen sıkıntılara katlanmak lâzımdır. Onlarla iyi geçinmek vâcibdir. Kızmak iyi olmaz. Sert davranmak yakışmaz. Beyt:
Seviyorum diyenin, güzel olsa da pek,
Nazlılığı bırakıp, naz çekmesi gerek.
Sohbette çok bulunmuştunuz. Va’z ve nasihatleri çok dinlemiştiniz. Onun için sözü uzatmıyorum. Birkaç kelime ile kısa kesiyorum. Allahü teâlâ bizi ve sizi İslâmiyetin doğru yolunda bulundursun. Âmîn.” (1. cild, 170. mektûp)
“Allahü teâlâya hamd olsun. O’nun seçtiği kullarına selâm olsun. Kardeşimiz Şeyh nûr Muhammed bu fakirleri öyle unuttu ki, bir selâmla, bir haberle bile hatırlamamaktadır. Bir köşeye çekilip uzlet etmek istiyordunuz. Ona kavuştunuz. Fakat öyle sohbetler vardır ki, uzletten daha kıymetlidir. Üveys-i Karnî’yi (r.aleyh) düşününüz. Uzlet etmek istedi. Bunun için insanların en iyisi olan Resûl aleyhisselâmın sohbetine kavuşamadı. Sohbetin yükselttiği derecelere erişemedi. Tabiînden oldu. Birinci derecede olmaktan ikinci dereceye düştü.
Allahü teâlânın lütfu ve ihsânı ile, hergün bir başka sohbet olmaktadır. Hadîs-i şerîfte: “İki günü bir olan aldanmıştır” buyuruldu. Size ve doğru yolda olanlara ve Muhammed Mustafâ’nın (s.a.v.) izinde bulunanlara selâm olsun!” (1. cild, 270. mektûp)
Hocasının bu işâret ve emirlerine uyarak şehrin kenarında bulunan Künk suyu sahilinde bir yer seçen nûr Muhammed, orada samanlardan ve dallardan bir kulübe yaptı. Çoluk-çocuğu ile o kulübeye taşınıp, kanâat ve tevekkül üzere yaşadı. Kulübesinin yanında aynı şekilde bir de mescid bina edip, sâdık talebelere ilim ve feyz vermekle meşgûl oldu. O beldede ve civarda bulunan insanların ona olan i’tikâd ve bağlılıkları kuvvetlendi. Yolu güzel, yetiştirmesi kolay oldu. Talebelerini yüksek makamlara kavuşturdu. Dünyâya, dünyalığa ve dünyâ ehline zerre kadar önem vermedi. Kimseden birşey almayıp, gönül ve kanâat zengini olarak yaşadı.
“Hadarât-ül-Kuds” isimli meşhûr eserin sahibi olan Bedreddîn-i Serhendî (k.s.) şöyle anlatır: “Bu fakîr daha İmâm-ı Rabbânî’nin (k.s.) huzûrlarına ilk gittiğimde, Şeyh nûr icâzet alıp Pütne’ye gitmişti. Hazret-i İmâm’ın büyük oğulları Muhammed Sâdık hazretlerinin 1025 (m. 1616) senesinde vefât etmesinden sonra Serhend’e geldi. Yanında ve huzûrunda bulundum. Nefsinden son derece kurtulmuş, fenâ, yokluk denizine dalmış olup, alnından yokluk eserleri damlıyordu. Kendini öyle setr ederdi ki, görenler sanki “Elif-bâ”yı bile bilmiyor ve bu büyükler yolundan hiç nasîb almamış zannederlerdi. Ben ba’zan sohbetlerinde bulunurdum. Sohbetinde bulunanlara yakınlık gösterir, ibâdet ve tâata teşvik ederdi.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Şeyh nûr Muhammed’e (k.s.) yazdıkları bir mektûp:
“Allahü teâlâya hamd olsun. O’nun seçtiği kullarına selâm olsun! Şerefli mektûbunuz geldi. Hâllerinizin hep değişmekte olduğunu yazıyorsunuz. Biliniz ki, Allahü teâlâ, âlemin içinde olmadığı gibi, âlemin dışında da değildir. Âlemden ayrı olmadığı gibi âlem ile bitişik de değildir. Allahü teâlâ vardır. Fakat, içerde, dışarda, bitişik ve ayrı değildir. Allahü teâlâyı böyle bilmeli, böyle aramalı ve böyle bulmalıdır. Eğer, pek az da olsa, böyle birşey anlaşılırsa, zıllere, görüntülere saplanıldığı anlaşılır. Allahü teâlâyı, hiçbir şeye benzemez, hiç anlaşılamaz olarak aramalıdır. O makama, hiç anlaşılamayacak bir şekilde kavuşmağa çalışmalıdır. Bu büyük ni’mete ancak büyük âlimin sohbeti ile kavuşulabilir. Söylemekle, yazmakla anlatılamaz ve anlaşılamaz. Vazifenizi yapmağa çalışınız! Buluşmamıza kadar hâllerinizi yazınız! Selâm ederim.” (2. cild, 34. mektûp)
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Berekât-ı Ahmediyye sh. 351
2) Hadarât-ül-Kuds sh. 311
3) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 686, 840, 1095
4) Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî