Hindistan’da yetişen evliyânın büyüklerinden, İran’da Bedahşân’ın Keşm kasabasından olup, Hidâye ismi ile meşhûrdur. Doğum târihi bilinmemektedir. Küçük iken, Hân-ı Hânân Abdürrahîm’in sohbetinde bulundu. Bunun vâsıtası ile Hâce Bâkî-billah’ın sohbeti ile şereflendi. Bu hocasının vefâtından sonra, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbeti ve hizmetine kavuştu. Evliyâlıkta, “Vilâyet-i hâssa” ismi verilen en yüksek makamlar ile müşerref oldu. 1032 (m. 1622) senesinde, izin alarak hacca gitti. 1050 (m. 1640) senesinde vefât etti.
Muhammed Sıddîk’ın ilk hocası Hân-ı Hânân Abdürrahîm’in, Nakşibendiyye yolunun büyüklerine bağlılığı ve yakınlığı vardı. Muhammed Sıddîk, tasavvuf yolunda yükselmek için hocasının işâreti ile, zamanın en büyük velîlerinden Hâce Bâkî-billah’ın huzûruna gitti. Onun hasta kalblere şifâ veren sohbeti ile şereflendi. Hâce hazretlerine her bakımdan teslim olup, bütün emirlerine ve hizmetine canla başla sarıldı. Böylece hocasının en gözde talebeleri arasına katıldı. Hâce’nin gönlünde Muhammed Sıddîk’ın husûsi bir yeri vardı. Bunu zaman zaman bildirerek; “Mevlânâ Muhammed Sıddîk’ın istidâdı çok yüksek ve kabiliyeti pek çoktur” buyururdu.
Mevlânâ Muhammed Sıddîk anlattı ki: “Bir bayram sabahı, talebe arkadaşlardan birkaçı ile, mübârek hocamızın dergâhına gittik. Kendileri, ellerinde gülsuyu şişesi ile çıkıp geldiler. Orada bulunanlar arasında, benim elbisemi yeni ve bayrama yakışır şekilde bulup, üzerime gülsuyu serptiler. Bu serpmeden, perişan hatırım, bozulan moralim düzeldi. Beyt:
Eteğinden gülsuyu, her tarafa saçılır,
Uyuyan bahtın yüzüne su serpip uyandırır.
Yine birgün, Dekken yolculuğundan dönmüştüm. Hazret-i Hâce’yi hatırıma getirerek hep onu düşündüm ve buna devam ettim. Bu hâl öyle oldu ki, kime baksam, o emeller sultânının yüzü görünürdü. Hattâ kapıya, duvara, taşa, ağaca baksam, hep o güzel yüz karşımda dururdu. Bu hâller içerisinde idim ki, mübârek hocam, en büyük talebesi olan İmâm-ı Rabbânî hazretlerine hilâfet verip, Serhend’e gitmesine izin verdi. Bütün talebelerinin de hazret-i İmâm’la Serhend’e gitmelerini ve ondan istifâde edip ilerlemelerini emretti. Sâdece hizmetinde bulunan birkaç kişi kaldı. Beni de huzûruna çağırıp; “Serhend’e gitme hazırlığını yaptın mı?” buyurdu. Hâlim yukarıda arz ettiğim gibi olunca, Serhend’e gitmekten kaçınıyordum. Benim gitmek istememem üzerine hazret-i Hâce celallendi ve; “Sen ve senin gibiler, onu nasıl tanıyabilirsiniz? Senin nazlanmana sebep olan o hâl, ondan sana gelmiş olanın yanında zerre kadar bile kalmaz” buyurdu. Bundan sonra kendimden geçtim, bayılmışım. Ne kadar zaman bu hâlde kaldığımı bilmiyorum. Kendime gelince, yumuşadıklarını, acıdıklarını gördüm. Aklım başıma geldikten sonra ise şunları söyledi: “Korkacak birşey yok. Zîrâ bu hâlimiz, sevginin tezahürü idi. Ey kardeşim! Eğer i’tikâdın sağlam ise ve benim doğru söylediğime yakînen inanıyorsan, bilesin ki, bu gün gök kubbe altında Şeyh Ahmed gibi birisi yoktur. Geçmiş en büyük evliyâdan, onun kemâlâtına hâiz üç-dört kişi biliyorum. Fazla değildir. Kendimi onun tufeylisi, ya’nî onun ni’metleri ile yetişen biri olarak görüyorum. Dediklerimi hiç unutma! işine çok yarıyacaktır. Hemen kalk, ona yetiş! Eğer seni istiyerek, severek kabûl ederse hâline şükret ki istediğimiz budur. Eğer, evet veya hayır diye birşey söylemezse ardı sıra Serhend’e kadar git! Senden yüz çevirirse, ayaklarına kapan ki, bir hikmeti vardır.”
Delhi çıkışında onlara yetiştim. Bir miktar yol almıştık ki, beni yanlarına çağırıp; “Geri dön! Hazret-i Hâce’nin hizmet ve huzûruna git! Serhend senin evindir, ama henüz Serhend’e gitme vaktin gelmedi” buyurdular. Emîrlerine uyarak geri döndüm. Hâce Bâkî-billah’ın hayâtının sonuna kadar hizmetinde bulundum. Hazret-i Hâce’nin vefâtında yanında idim. Allahü teâlâya kavuştuğu gece, rü’yâda bana göründü ve başıma gelecekleri bana anlattı. Büyükler yolunda çalışıp ilerlemenin hakîkatini beyân edip, nasihat ve vasıyyetlerde bulundu. En büyük nasihati İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbetinde ve hizmetinde bulunup, onların yoluna devam etmem idi.”
Muhammed Sıddîk, hocasının vefâtından sonra, Allahü teâlânın lütfu ve hazret-i Hâce’nin vasıyyeti ile, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûru ile şereflendi. Gençlik icâblarını, şiir ve şairlik arzu ve lezzetlerini bıraktı. Onlara kuvvetli ve tam muhabbetle bağlandı. Hizmetle şereflendi. Nitekim hazret-i İmâm birgün sabah namazından sonra talebelerinin toplu olduğu sırada; “Bugün Hâce Muhammed Sıddîk, vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye ile şereflendi” buyurdu. Hadarât-ül-Kuds sahibi dedi ki: “Ben o halkada idim ve bu sözü yüksek hocamın cevher saçılan dillerinden duydum.” Hazret-i İmâm, sevenlerinden birine yazdı ki: “Mevlânâ Muhammed Sıddîk, bu günlerde, Allahü teâlânın yardımı ile vilâyet-i hâssa ile şereflendi. Bununla birlikte gözü yukarılardadır. Oradan da büyük pay aldı. Umulur ki, inmeye başlar, Allahü teâlâ, rahmetini dilediğine ihsân eder.”
Muhammed Sıddîk Keşmî anlattı: “Bir defa içime Kâ’be-i muazzamaya gitmek aşkı düştü. Yol ve azık hazırlığımı yaptım ve hazret-i İmâm’a bu arzu ve isteğimi arzettim. Hemen; “Bu sene seni hacıların arasında görmüyorum” buyurdular. Hocamın bu sözünü iyi anlayamadım. Hazırlığımı bitirip yola koyuldum. Bir müddet gittikten sonra önüme yol kesiciler çıktı. Malımı, eşyamı, neyim varsa hepsini talan ettiler. “Beni de yaraladılar. Hocamın sözünü iyi anlamamanın cezasını çektim. O sene hacca gidemedim. Sonraki sene hocamın iznini alıp, yeniden yol ve azık hazırlığımı yaptım. 1032 (m. 1622) senesi idi. Bir grup talebe arkadaşımla Haremeyn-i şerîfeyni ziyâret için yola çıktık. Yol azığımız az, bize katılanlar ise çoktu. Çok sıkıntı çekip vazîfelerimizi yaptık. Elhamdülillah, cenâb-ı Hak karşılığında büyük saadetler ihsân eyledi.”
Hâşim-i Keşmî anlattı: “Muhammed Sıddîk Hicaz’da bulunduğu sıralarda, hocamız İmâm-ı Rabbânî hazretleri birgün bana; “Şu anda burada bulunmayan ba’zı talebemin hâllerine teveccüh eyledim. Mevlânâ Muhammed Sıddîk göründü. Tam bir sevgi ve ihlâs ile bize müteveccihtir. Şu enda Bedahşân’da yolcudur. Hâli hoş olsun!” buyurdu.
Mevlânâ Muhammed Sıddîk Keşmî, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin ayrı ayrı kâğıtlara yazdığı “Mebde” ve Me’âd” risalesini 1019 (m. 1610) senesinde toplayıp, kitap haline getirdi.
Mevlânâ Muhammed Sıddîk Keşmî, güzel şiirler yazardı. Hakkul yakîn ta’birlerini ihtivâ eden; “Kermahî’nin Şişesi” adlı hikâyeyi Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin Mesnevî’sinin vezninde nazma çevirdi. Kendi mesnevîsinde yazdığı beytlerden birkaçı aşağıdadır:
“Niçin kalbim bu kadar yalnızlığı arıyor.
Ve bu yalnız durmaktan elimde ne kalıyor.
Köpeğim, köpeklikte ma’zûr olmak isterim.
Bu özürle insanlardan uzak kalmak isterim.
Yanlış söyledim, eğer köpek bilse bu
sırrı.
Köpek dediğim için kendime, naz ederdi.
Bu sözden utanırdı, feryâd-ü-figân ederdi;
“O fenâlıkta kendini bizden sayıyor” derdi.
Köpekler hiç olmazsa, sahibini tanırlar.
Tanımadıklarından ise korkup kaçarlar.
Ne kendini biliyor, ne Allahı tanıyor,
Ne için ismimizi, böylece lekeliyor.
İşte ömrüm bitiyor, elde birşey kalmadı.
Küfrümden ve dînimden hiç haberim olmadı.
Hangi millet üzere yaşadım bilmiyorum
Ne köpek ne insanım, ben neyim bilmiyorum.”
Muhammed Sıddîk’ın hâlinin doğruluğunu, kemâl derecesindeki olgunluğunu gösteren ve hakîkattan haber veren sözleri çoktur. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin oğlu Muhammed Sa’îd’e gönderdiği şu mektûp bu hâline bir şahittir.
“Allahümme salli ve sellim alâ seyyidinâ ve Mevlânâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed.” yüksek bir babanın yüksek oğluna, alçak talebeleri Muhammed Sıddîk’ın arzıdır. Bütün vücûdum tepeden tırnağa kadar, dergâhınızın hizmetçilerinin kapısının eşiğini öpmek arzusundadır. Her ne kadar elden kaçmıştır, ayaklar gitmiyor ise de, şevk ve arzunun imdâdı ile, arasıra harekete geliyor. Kendimi din ve dünyâ saadetine sebep olanların huzûruna atmak istiyorum. Evet, o uyanık kalblerin sultânının nihâyetsiz ihsânlarıyla dâima büyük ni’metler ele geçiyor. O büyük sofranın döküntü ve kırıntılarından lâyık olanlar istifâde ediyor.
Ağır bir hastalığa yakalandığım zaman yazdığım birkaç beyti de huzûrunuza arzediyorum.
Güneşin doğuşu, cihetlerden yüksektir,
Kalbimin teveccühü sıfatlardan yüksektir.
Ben perdesiz, hicâbsız, cemâlin
seyrindeyim,
Zannımca bu görüşüm sıfatlardan yüksektir.
Anladığıma göre bana vârid olanlar,
Cehâlet bile olsa ma’rifetten yüksektir.
Muhterem efendim! İyi dikkat edince, maksadı anlatma husûsunda, kelimelerin, ma’nâları ifâde etmediğini görüyorum.
Mısra’:
“Maksadı anlatmayan söze yazıklar olsun.”
Hâşim-i Keşmî anlattı: “Mevlânâ Sıddîk bana şöyle anlattı: “Hâlinden zevk, vicdan, azâdlık, yalnızlık sahibi olduğu anlaşılan, elbisesi eski bir dervişe rastladım. Bana; “Sen kimin talebesisin kimin yolundansın?” diye sordu. Ben de hazret-i İmâm’ın mübârek isimlerini söyledim. “Eğer kendilerinden büyük hârika gördüysen, anlat ta dinleyeyim” dedi. Ben de gördüğümü anlattım. “Ben senin hocandan bundan çok daha yüksek ve açık bir hârika gördüm, sana anlatayım da dinle” dedi ve şöyle anlattı: “Hazret-i İmâm’ın yüksek sıfatlarını duyduğum zaman, kendisiyle görüşmek arzusu ile Serhend’e geldim. Şehre geldiğimde gecenin üçte biri geçmiş idi. Kendi kendime; “Bu vakitte onların hizmetçilerini rahatsız etmek doğru olmaz” dedim ve mescidlerden birine girdim. Mescidin yanında oturan birisi, benim mescide girdiğimi gördü. Gelip beni aldı ve evine götürdü. Çok ilgi gösterdi. Konuşma sırasında, kendisinden İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hâlini sordum. Konuşmasından anladım ki, onları inkâr edenlerden idi. Onları kötüleyerek söze başladı. Ben ise hayretler içerisinde kaldım ve çok üzüldüm. Senin üstadının kalbine iltica eyledim. Aniden, İmâm hazretlerinin yalın kılıç içeri girdiğini gördüm. O kılıçla kendilerini kötüleyen münkiri parça parça ettiler ve dışarı çıktılar. Ben bu hâli görünce, korku içerisinde onların arkasından dışarı çıktım. Fakat onları göremedim. Bir daha o eve de giremedim. Ne olduğunu anlayamadım. Sabahleyin hazret-i İmâm’ın huzûru ile şereflenince, aynı titreme ve korku içerisinde idim. Boynuma sarıldılar ve tebessüm ettiler. “Geceleyin olanı, gündüzün söylemeyin” buyurdular. Bu hâdiseyi, bugüne kadar senden başka kimseye söylemedim.”
Mevlânâ Muhammed Sıddîk Keşmî hazretleri ölüm hakkında buyurdu ki:
Mısra’:
“O ölüm ki, ona yaşama derim.”
Gerçekten sonsuz hayat, ölüme bağlıdır, ölüm, ebedî hayatın süsleyicisi, donatıcısıdır. Hayır, belki âb-ı hayâttır, ya’nî hayat bahşeden, hiç öldürmeyen sudur. Ölüm, dostluğun kuvvetlendiricisidir. Ölüm, mâsivâ binasını ateşe vericidir, ölüm, üzüntü perdelerinin yakıcısıdır. Ölüm, hakîkatin aynasıdır, ölüm, görünmeyen güzelin yüzünden perdeyi kaldırıcıdır. Gönlümün, gelmesinden hoşlandığı, beklediği şey ölümdür. Dağınıklıkları toplayan ölümdür, ölüm seveni sevdiğine kavuşturucudur. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Ölüm, sevgiliyi sevgiliye kavuşturan bir köprüdür.”
Muhammed Sıddîk hazretleri, 1050 (m. 1640) senesi Şevvâlinde vefât etti. Kabri, Delhi’de, hazret-i Hâce Bâkî-billah hazretlerinin bulunduğu kabristandadır. Hanımı da sâlihâ olup, çok ibâdet ederdi.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin, Muhammed Sıddîk Keşmî’ye yazdığı mektûpların ba’zılarından alınan bölümler aşağıdadır.
“Gönderdiğiniz mektûp geldi. Fırsatı ganîmet bilmelidir. Vakitleri çok kıymetli ni’met bilmelidir. Modaya, âdetlere uymakla ele birşey geçmez. Yalan sözlerden, kaçamak davranışlardan ancak zarar ve ziyan ele geçer. Muhbir-i sâdık, ya’nî hep doğru söyleyici “aleyhi ve alâ âlihi minessalevâti etemmühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ” “Helekel-müsevvifûn” buyurdu. Ya’nî sonra yaparım diyenler helak oldular. Bugünkü ömrü vehm ve hayâl için harc etmek ve hayâl olan şeyleri ele geçirmek için, mevcûd olanları elden kaçırmak çok çirkin bir iştir. Elde bulunan şeyi, en ehemmiyetli, en kıymetli şey için kullanmak gerekir. Karışık, pis, fâidesiz şeyler, geriye bırakılmalıdır. Hak teâlâ, mâ’sivâsı ile ya’nî O’ndan başka şeyler ile olan rahatlıktan kurtarmak için, bir parça rahatsızlık versin! Dedikodu ile ele birşey geçmez. Kalbin selâmetini istemelidir. Asıl lâzım olan işi düşünmeli, lüzumsuz fâidesiz şeylerden tam kaçmalıdır. Fârisî beyt tercümesi:
“Her ne ki güzeldir, Allah sevgisinden
başka,
Hepsi cana zehirdir, şeker gibi de olsa.”
Habercinin ancak haber vermesi lâzımdır.”
(Birinci cild, yüzotuzüçüncü mektûp)
“Hak teâlâ, kendine yaklaştıran derecelerde ölçüsüz yükselmenizi ihsân eylesin! Bizi seven kardeşim! Vakit, keskin bir kılınç gibidir. Yarına çıkacağımız belli değildir. Mühim işleri bugün yapmalı, mühim olmıyanları yarına bırakmalıdır. Aklı olan, böyle yapar. Doğru düşünen akıl; “Akl-ı mu’âd”dır. “Akl-ı me’âş” degildir. Daha ne yazayım! Vesselâm.” (Birinci cild, yüzotuzdördüncü mektûp)
“Rü’yâda Âdem aleyhisselâmı gördüğünüzü yazıyorsunuz. Çok iyidir. Rü’yânız doğrudur. Su görmek, ilim demektir. Eli suya sokmak, ilim edinecek kuvvet elde etmektir. Âdem aleyhisselâmı görmek de, bu ma’nâyı kuvvetlendirmektedir. Çünkü Âdem aleyhisselâm, Allahü teâlâdan öğrendi. Bekâra sûresi, 31. âyetinde meâlen; “Âdeme, isimlerin hepsini öğretti” buyuruldu. Bu rü’yâdaki ilim, kalb ilmidir. Kalb bilgilerinden de, Ehl-i beyte bağlı olanıdır. Buluştuğumuz zaman daha anlatırım. Vesselâm.” (1. cild, 212. mektûp)
“Mübârek Ramazan ayında, bütün iyilikler, bütün bereketler bulunur. Her iyilik, her bereket, Allahü teâlânın zâtından gelmektedir. Her kusur, her kötülük de, mahlûkların zâtlarından ve sıfatlarından hâsıl olmaktadır. Nisa sûresinin 78. âyetinde meâlen; “Sana gelen her güzel şey, Allahü teâlâdan gelmektedir. Sana gelen her kötülük de, kendindendir” buyuruldu. Bunun için, bu aydaki iyiliklerin, bereketlerin hepsi, Allahü teâlânın zâtındaki üstünlüklerden gelmektedir. Bu üstünlüklerin hepsi de, kelâm şânında bulunmaktadır. Kur’ân-ı kerîm, bu kelâm şânının hakîkatinin hepsinden hâsıl olmuştur. Bundan dolayı, bu mübârek ayın, Kur’ân-ı kerîm ile tam bağlılığı vardır. Çünkü Kur’ân-ı kerîmde bütün üstünlükler bulunmaktadır. Bu ayda da, o üstünlüklerden hâsıl olan bütün iyilikler bulunmaktadır. Bu bağlılıktan dolayı, Kur’ân-ı kerîm bu ayda nâzil oldu. Bekâra sûresinin 185. âyetinde meâlen; “Kur’ân-ı kerîm, Ramazan ayında indirildi” buyurulmaktadır. Kadr gecesi bu aydadır. Bu ayın özüdür. Kadr gecesi, çekirdeğin içi gibidir. Ramazan ayı da, kabuğu gibidir. Bunun için bir kimse, bu ayı iyi geçirerek, bu ayın iyiliklerine, bereketlerine kavuşursa, bu senesi iyi geçerek, hayırlı ve bereketli olur. Allahü teâlâ, hepimizi bu mübârek ayın iyiliklerine, bereketlerine kavuştursun. Herbirimize bundan büyük pay versin!
Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Oruçlu olan kimse, hurma ile iftar etsin! Çünkü hurma bereketlidir.” O server (s.a.v) hurma ile iftar ederdi. Hurmanın bereketli olması, şöyledir ki; onun ağacına “Nahle” denir. Bu ağacın yaratılışında, topluluk ve adâlet vardır. İnsanın yaradılışı da böyledir. Bunun içindir ki, Peygamberimiz (s.a.v.) nahle ağacına, Âdemoğullarının halasıdır dedi. “Halanız olan nahleye saygı gösteriniz! Çünkü bu ağaç, Âdem aleyhisselâmın çamurundan kalan artıktan yaratılmıştır” buyurdu. Görülüyor ki, nahle, Âdem eleyhisselâmın çamurundan yaratılmıştır. Nahleye bereket buyurması, bunda herşeyin bulunduğu için olsa gerektir. Bunun için, nahlenin meyvesi olan hurma yenince, insanın parçası, dokusu olur. Böylece, hurmada bulunan herşey, insana da aktarılmış olur. Hurmada bulunan sonsuz üstünlükler, bunu yiyende de bulunur. Hurmayı yiyen herkes böyle olur ise de, oruçlu kimse, iftar zamanında, şehvetlerden ve dünyânın geçici zevklerinden temiz olduğu için, hurmadan pekçok istifâde eder. Anlattığımız fâideleri daha tam ve daha olgun olur. O server (s.a.v.); “Mü’minin sahurunun hurma ile olması, ne güzeldir” buyurdu. Bu da, belki, hurma insanın dokularına karışınca, insanın hakîkatini tamamladığı içindir. Oruçlu iken, böyle şey olmadığı için bunun karşılığı olarak sahurda hurma yemenin güzel olduğunu bildirmiştir. Hurma yemek, çeşitli yemekleri yemek gibi fâideli olmaktadır. Hurmanın bu bereketi, kendisinde herşey bulunduğu için, iftar zamanına kadar insanda kalır. Hurmanın bu fâidesi, ancak İslâmiyete uygun olarak yenildiği, İslâmiyetten kıl ucu kadar ayrılık bulunmadığı zamandır. Tam fâidesine kavuşmak için, bir ağacın bir meyvesi olarak değil, bildirdiğimiz topluluğunu, bereketini düşünerek yemek lâzımdır. Yalnız bir meyve olarak yenirse, yalnız madde, kalori fâidesi elde” edilir, işin içyüzü bilinerek yenirse, bereketine kavuşulup, batını da besler. Bereketine kavuşmadan yemek, kusur olur. Fârisî beyt tercümesi:
Çalış, lokmayı kıymetlendir önce!
Ondan sonra, hiç korkma ye, doyunca!
İftâr erken, sahuru geç yapmakta da, bu incelik vardır. Vesselâm.” (Birinci cild, yüzaltmışikinci mektûp)
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1046
2) Hadarât-ül-Kuds sh. 26
3) Zübdet-ül-makâmât sh. 372
4) Tezkire-i İmâm-ı Rabbânî sh. 338
5) Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî