MUHAMMED MA’SÛM FÂRÛKÎ

Evliyânın meşhûrlarından, büyük İslâm âlimi. Hicri ikinci bin yılının müceddidi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üçüncü oğludur. İnsanları Hakka da’vet eden, doğru yolu göstererek saâdete kavuşturan ve kendilerine; “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yirmidördüncüsüdür. Lakabı Mecdüddîn olup, “Urvet-ül-vüskâ” ismiyle meşhûrdur. Urvet-ül-vüskâ; sağlam ip, kendisine uyulan büyük âlim demektir. 1007 (m. 1599) senesinde Hindistan’ın Serhend şehrine iki mil uzakta bulunan Mülk-i Haydar mevkiinde doğdu. 1079 (m. 1668) senesinde Serhend’de vefât etti. Türbesi, mübârek babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin türbesinin birkaç yüz metre kuzeyindedir.

Muhammed Ma’sûm hazretleri, bu ümmette gelmiş olan en yüksek evliyâdandır. O doğduğu zaman babası; “Muhammed Ma’sûm’un dünyâya gelişi, bizim için çok bereketli ve pek mübârek oldu. Onun doğmasından bir kaç ay sonra yüksek hocamın (Muhammed Bâkî-billah’ın) huzûruna kavuştum (Ona talebe oldum). Gördüklerimi orada gördüm” buyurmuştur. Daha üç yaşında iken, tevhîd kelimesini söylerdi. Kur’ân-ı kerîmi üç ayda ezberledi, İlim tahsil ettiği sırada, onbir yaşında iken, zikr ve murâkabe yolunu babasından aldı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri onun hakkında; “Muhammed Ma’sûm’un günbegün, anbean bizim nisbetimizi elde etme hâli; dedesinin yazdığı Vikâye kitabını, o yazdıkça arkasından ezberleyen “Şerhi Mevâkıf” kitabının sahibinin hâline benzer” buyurdu. Tasavvufda yetişmesi ve makamları aşması pek sür’atli oldu. Hâllere, yüksek makamlara, eşsiz varidata ve kemâllere kavuşunca, mübârek babası kendisine mutlak icâzet verdi. Babasını, zâhir ve bâtın ilimlerinde adım adım ta’kib etti. Keşfleri çok doğru ve çok kuvvetli olup, uzak memleketlerdeki talebesinin vilâyetin, evliyâlığın hangi mertebesinde olduğunu ve meşreblerinin nasıl olduğunu haber verirdi. Babası İmâm-ı Rabbânî hazretleri yine ona buyurdu ki: “Bu oğlum sâbikûndan (bu ümmetin büyüklerinden)dir.”

O daha küçük iken, babası onda tam bir olgunluk ve irşâd eserleri gördü, istidâdının yüksekliğini anlayınca teveccüh ve nazarları ile ona yönelip, istidâdının altında gizli olan kemâlâtın açığa çıkmasını bekledi. Buyurdu ki: “Hâl, ilimden sonra olduğu için, ilim okumaktan başka çâre yoktur.” Bu sebeple oğluna aklî ve naklî ilimleri okutmağa başladı. En zor ve en derin kitapları satır satır, yaprak yaprak okumasını emretti. Böylece Muhammed Ma’sûm hazretleri, ilim tahsiline başladı, İmâm-ı Rabbânî hazretleri ona buyururdu ki: “İlim tahsilini çabuk bitir ki, seninle büyük işlerimiz vardır.” Daha ondört yaşında iken babasına; “Ben kendimde öyle bir nûr görüyorum ki, bütün âlem güneş gibi ondan aydınlanmaktadır. Eğer o nûr sönerse dünyâ karanlık, zulmetli olur” diye arzedince, babası ona; “Sen zamanının kutbu olursun” buyurarak müjde vermiştir. Nitekim daha sonra bunu kendisi şöyle belirtmiştir: “Allahü teâlâya hamdü senalar olsun. Va’d edilen ele geçti. Babamın müjdelediklerine kavuştum.”

Muhammed Ma’sûm (raleyh), ilminin çoğunu babasının huzûrunda öğrendi. Bu tahsili sırasında İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir mektûbunda onun hakkında şöyle yazmıştır: “Bu günlerde oğlum Muhammed Ma’sûm, “Şerh-i Mevâkıf’ı bitirdi. Bu arada Yunan felsefecilerinin kusur ve hatâlarını iyi anladı. Çok fâidelere kavuştu. Allahü teâlâya bu ihsânından dolayı hamd ve senalar olsun.” ilminin bir kısmını da büyük ağabeyi Muhammed Sâdık’tan ve babasının halîfelerinden olan büyük âlim Muhammed Tâhir-i Lâhorî’den öğrendi. Ayrıca başka âlimlerden de ilim öğrendi. Hadîs ilminde babasından icâzet (diploma) aldı.

Onaltı yaşında iken, bütün ilimlerin tahsilini bitirdi. Bundan sonra tamamen tasavvufa yönelip, babasının feyzlerine, üstün makamlara, büyük derecelere ve yüksek kemâlâta kavuştu. Kendinden önce yaşayan büyük velîlerin bir ömür harcayarak elde ettiklerini, o daha çocukluğunda elde etti. Bu durumu kendisi şöyle ifâde etmiştir “Bu fakîr, (ya’nî Muhammed Ma’sûm) o esrâr denizlerinin dalgıcı oldum. O yüksek efendim (İmâm-ı Rabbânî), dâima bu fakirin hâlini kontrol ve teftiş ederdi. İlerlememi yakından incelerdi. Çok teveccüh buyururdu. Gizli hakîkatleri beyân eyledikleri zaman bu fakirden başkası, şerefli huzûrlarında yok idi. Kavuştuğum şeyleri sorduktan sonra çok iltifât eylediler. Yüksek hâllere kavuştuğumun müjdesini verdiler. Allahü teâlâya bunun ve verdiği ni’metler için hamdü senalar olsun.”

Muhammed Ma’sûm (r.aleyh), mübârek babasının feyzleri ve tevecühleriyle çok çabuk kemâl derecelerine ulaştı. Kavuşma yolu pek kısa oldu. Bir ömür boyunca elde edilenler, günler ve aylara sığdırıldı, öyle yetişti ve yükseldi ki, onun bereketi ve feyzleri bütün âleme yayıldı.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri ömrünün son günlerinde onu husûsî odasına çağırıp buyurdu ki: “Benim bu dünyâya bağlılığım yalnız bu kayyûmluk vazîfesi ve muâmelesi sebebiyle idi. Devamlı teveccühlerden sonra o sana verildi Bütün mahlûkât tam bir şevk ile yüzünü sana dönüyor. Şimdi bu fânî dünyâda kalmak için sebep bulamıyorum. Bu denî (kötülüklerle dolu) dünyâdan göç etmem yaklaştı.” Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî (r.aleyh) buyurdu ki: “Bu fakîr, bu gizli müjdeyi duyduğum hâlde kalbim parçalandı. Gözlerim yaşla doldu. Büyük bir elem ve üzüntü ile kendimden geçtim. Ne dilimde konuşacak kuvvet, ne kulağımda dinleyecek kudret kaldı. Bendeki bu değişmeyi görünce, şefkat ve merhametinin çokluğundan bir müddet daha yaşayacağını işâret edip, şöyle buyurdu: “Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki; birini kendine çağırır, diğerini onun yerine oturtur.”

Muhammed Ma’sûm (k.s.), babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vefâtından sonra, va’z ve irşâd makamına geçip talebe yetiştirmeye başladı. O da ilim ve feyz saçarak insanları doğru yola da’vet etti. İslâm târihinde rüşd ve hidâyeti onunki kadar yaygın olan bir âlim ve mürşid görülmemiştir. Dokuzyüzbin kişi ona talebe olup elinde tövbe etmiş, talebelerinden yüzkırkbini evliyâlık mertebelerine kavuşmuş, yedibini de mürşid-i kâmil (tam ve olgun bir âlim) olarak yetişip, irşâd ile emrolunmuştur. Talebeleri onun huzûrunda ba’zan bir ayda, ba’zan bir haftada evliyâlık kemâlâtına ererlerdi. Ba’zılarını bir teveccühde, makamların hepsine ulaştırırdı.

Talebeleri:

Başta kendi altı oğlu olmak üzere, yetiştirdiği büyük âlim ve velîlerden bir kısmı şunlardır: Muhammed Sıbgatullah, Muhammed Nakşibend (Hazret-i Huccetullah ismi ile meşhûrdur.) Muhammed Ubeydullah (İslâmiyeti kuvvetlendiren ma’nâsında; “Mürevvicüşşeriat” lakabı ile meşhûrdur), Muhammed Eşref, Muhammed Seyfeddîn, Muhammed Sıddık.

Altı oğlu, kemâl mertebelerinin en yüksek derecelerine çıkmışlardır. Yüksek babalarına mahsûs nisbetten büyük pay almışlardır. Altısı da kutbi zaman idiler. Oğulları en yüksek halîfelerinden ve sır mahremlerinden idi. En başta gelen talebelerinden biri de torunu Şeyh Ebü’l-Kâsım olup, bu zâtı oğullarından saymıştır. Kardeşi Muhammed Sa’îd’in oğlu “Hazreti Vahdet” ismiyle bilinen Abdülehad da meşhûr talebelerinden olup, çok sırlara ve yüksek derecelere mazhar olmuştur. Hâce Muhammed Hanîf Kâbilî de (r.aleyh), Muhammed Ma’sûm hazretlerinin oğullarından sonra gelen en meşhûr talebelerinden olup, icâzet verilmiş olan halîfelerindendir. Bundan sonra, Hâce Muhammed Sıddîk Peşâveri (r.aleyh) seçilmiş talebelerindendir. Bu on halîfesi, diğerleri arasında en seçkin olanlardandır. Diğer halîfelerinden ba’zısı şu zâtlardır:

Mîr Emânullah Bürhânpûri, Şeyh Ebü’l-Muzaffer Burhânpûrî, Şeyh Âlim Celâl Âbâdî, Mevlânâ Hasen Ali Peşâveri, Mevlânâ Şeyh Bâkır Lâhori, Seyyid Ahund Mûsâ Pehî Kütehi, Mevlânâ Bedreddîn Sultanpûri, Şeyh Bâyend Sehârenpûri, Şeyh Bedî’üddîn’in oğlu Hacı Habîbullah Hisârî, Şeyh Murâd Keşmîrî, Şeyh Adem’in oğlu Şeyh İbrâhim Bekrî, Şeyh Yûsuf Kerdizî, Mîr Şerefeddîn Hüseyn Lâhorî, Şeyh Enverüllah Lâhori, Şeyh Hüseyn Mensûr Canperi, Âhund Sücâdil Serhendî, Mîr Rıf’at Bey, Şah Hüseyn Uşşak, Hâce Abdüssamed Kabili, Şeyh Abdülkerîm Kâbilî, Şeyh Ebü’l-Kâsım Kâbilî, Mevlânâ Muhammed Emîn Hâfız Abâdî, Şeyh Atâ’ullah Sûretî, Şeyh nûr Muhammed Sûreti, Hâfız Muhsin Siyalkûtî, Muhammed Şerîf Lâhorî, Hacı Emânullah Lâhori, Şeyh Muhammed Fârûk Lâhorî, Şeyh Muhammed Ârif Lâhorî, Şeyh Muhammed Hakîm, Şeyh Mevlânâ Hakîm, Mevlânâ Muhammed Emîn Buhârî, Şeyh Hacı Selîm Belhî, Şeyh Hacı Aşûr Buhârî, Şeyh Hâfız Sâdık Kâbilî, Seyyid İsrâil Dehlevî, Mevlânâ Hasen Dehlevî, Hâce Mâh Dehlevî, Mîr Gazânfer Dârâşikühî Dehlevî, Mîr Abdülfettâh, Şeyh Muhammed Can, Mîr Ârif, Mîr İmâd Hirevî Hüseynî, Mîr Şerefüddîn Hüseyn, Mîr Mefahir, Mîr Muhammed Zaman, Molla Muhammed Şerîf, Sofi Payende Tılâ Kâbilî, Sofi Abdürraûf Kâbilî (Sofi Payende Kerbâs), Sofi Abdürrahmân, Mîr Mârib, Sofi Sa’dullah Kâbilî, Meyan Şeyh Muhammed Abdülhâlik Bingâlî, Şeyh Rahîmdâd Efgan, Şeyh Gulâm Muhammed Efgan, Şeyh Hâcî Hân Efgan, Şeyh Ahmed Hân, Şeyh Şah Hâce Tirmizî, Şeyh Esedullah (Abdullah) Efgan, Hâce Muhammed Fârûk, Mevlânâ Cemâleddîn, Mevlânâ Muhammed Efdâl Fethâbâdî, Şeyh Hâcı Hüseyn Fethâbâdî, Sofi nûr Bey Fethâbâdî, Mevlânâ Kâim Fethâbâdî, Molla Feyz Muhammed Fethâbâdî, Meyan Dinar (Hâce Saray Şah Cihan), Şeyh Muhammed Yâr (Hudâperest Hân), Mevlânâ Ahmed Türk (Haremeyn’in irşâdı ile vazîfeli idi.), Mevlânâ Muhammed Yûsuf Serhendî, Mîr Muhammed Ma’sûm Serhendî, Hâce Muhammed Mü’mîn Cezbî, Şeyh Hâcı Muhammed Hân Talkânî, Mevlânâ Mü’min Bey Burhânpûrî, Mîr Mügil Kâbilî, Şeyh Mü’min Bey Kâbilî, Molla Hâce Müsâfir, Ahmed-i Yekdest, Şeyh Abdülhamîd Burhânpûrî, Mevlânâ Muhammed Kâşif...

Muhammed Ma’sûm hazretlerinin yetiştirdiği bu mürşid-i kâmillerden herbiri, bulunduğu yerlerde insanlara feyz vererek, onları irşâd ettiler. Hak olan doğru yolu anlattılar. Böylece onun feyz ve ma’rifeti her tarafa yayıldı. Yapılan bu mükemmel hizmetler, izah edilemeyecek kadar umûmîleşti, yaygınlaştı ve asırlar sonrasına aksetti. Talebelerinin meşhûrlarından olan Murâd-ı Münzevî hazretlerinin kabri İstanbul’dadır, İstanbul’da medfûn bulunan en büyük üç evliyâdan biridir.

Menkıbeleri ve kerâmetleri:

Muhammed Ma’sûm hazretleri 1068 (m. 1657) senesinde hacca gitti. Bu sefere çıkıp mukaddes beldelere varınca buyurdu ki: “Bu yerlerin her tarafını Peygamber efendimizin (s.a.v.) nûrları ile dolmuş buluyorum”. Mekke ve Medine’de bulundukları müddetçe, beyâna sığmaz hâller müşâhade eyleyip, bir kısmını yakınlarına anlatmıştı. Buyurdu ki: “Mekke-i mükerremeye geldiğim zaman tavâf-ı, kudüm yaptım. Gördüm ki, melekler ve hûrîler Kâ’be’yi öyle tavaf ediyorlardı ki, insanlarda böyle şevk ve kavuşma hasreti olamaz. Her defasında Kâ’be’yi üç defa medhederlerdi. Kâ’be’nin etrâfından göğe kadar heryeri kaplamışlardı.”

Yine şöyle buyurdu: “Mekke’den Arafat’a gitmek için yola çıktım. Mina’ya varınca, namaz kılmak için Mescid-i Hîfe girdim. Peygamber efendimiz (s.a.v.) o mescidin yakınında çadır kurmuş, konaklamışlardı. Aynı zamanda orada Mûsâ ve Hârûn aleyhisselâmın makamları vardı. Bu mescidde oturduk. Allahın Peygamberi (s.a.v.) tam bir heybet ve celâl ile geldi. O’nun o mübârek latîf vücûdunun nûruyla, yer ve gök nûr ile doldu. Her şey o nûrun içine gömüldü.”

Mekke-i muazzamada bulunduğu sıralarda, büyük kardeşi Hâce Muhammed Sa’îd (k.s.) hastalanmıştı. Hastalığı da ağırdı. Kurtulması için duâ etti. Teveccüh buyurdu. Ağlayarak Allahü teâlâya sığındı. Ellerini kaldırarak, içli duâ eyledi. Sonra buyurdu ki: “Duâ esnasında müşâhede eyledim ki; huşû’ ile ellerimi kaldırıp, Allahü teâlâya duâ ettiğim sırada, mahlûkatdan milyonlarcası, bana uyarak ellerini kaldırdılar. Muradımın hâsıl olması için, duâma iştirâk ettiler. Böylece duâm kabûl oldu. Ağabeyimin rahatsızlığı geçip tam sıhhate kavuştu.”

Yine buyurdu ki: “Kâ’be’de idim. Hazret-i İbrâhim’i (a.s.) makâm-ı İbrâhim’de gördüm. Onun yakınında inanılmıyacak zuhurlar ve garîb hâller buldum.”

“Peygamber efendimizin (s.a.v.) dünyâyı şereflendirdikleri Rebî’ul-evvel ayının onikinci gecesi, Ka’be’de Mültezem’in yanında iken, irşâd ile meşgûl olayım mı, yoksa bu işi bırakıp uzletde, kendi başıma mı ibâdetle meşgûl olayım diye Resûlullaha (s.a.v.) tazarrû (yalvarma) ve ilticada bulundum. Çok kıymetli olan irşâd ile meşgûl olmam için emrolundum. Allahü teâlâ rızâsının tamamen bu işde olduğunu ve bu işe gayret etmemi bildirdi.

Hattâ bunu terketmemin hiçbir şekilde rızâsına uygun olmadığı anlaşıldı.

Hazret-i Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma’sûm hazretleri Mekke-i mükerremeden ayrılıp, Cidde’ye geldiği zaman buyurdu ki: “Nûrlar ve esrâr, Harem-i şerîfin dışında, içindekilerden daha çok görünmeğe başladı. Zira, huzûrda iken, nûrların ziyasının çokluğu, onlara bakmamıza mâni oluyordu. Bu yüzden hiçbir tarafa bakamıyordum ve herşeyi iyice anlayamıyordum. Nûrların azalması, bakmayı kolaylaştırdığı için, anlamak da mümkün oluyor.” Sonra Medine’ye gitmek üzere yola çıktı.

Medîne-i münevvere yoluna büyük bir sevgi ile koyuldu. Mescid-i nebinin nûrlarının eserlerinin, dalgalarının görünmesi, duyulmağa başlaması, bir an evvel bu kıymetli yerlere kavuşmağı hızlandırıyordu. Bunun gibi Sahâbe-i Kirâmın (r.anhüm) mübârek mezarlarına ulaşmak için tam gayret ediyordu. Bedir vadisine gelince, Sugra’da yatan Bedir muharebesi şehîdlerinden Abdülhâris’in (r.a.) mezarını ziyârete gitti. Yanındakilerle beraber, bir müddet mezârın başında murâkabe eyledi. Sonra buyurdu ki: “Onun (r.a.) mezarının başında teveccüh ettim. Kendisini bulamadım. Bir müddet sonra görünüp, bize doğru geldi. Büyük bir neş’e ile beni karşıladı.” Sonra Medine’ye girdiler. Medine’de Peygamber efendimizin (s.a.v.) kabrini ziyâret ederek, uzun müddet murâkabe ile meşgûl oldu ve buyurdu ki: “Peygamberlerin sonuncusu, kereminin çokluğundan ve merhametlerinin fazlalığından gözüküp yanıma geldi. Lütf ve inâyet buyurup beni kucakladı. O kadar ni’mete kavuştum ki, bunun gibisine bu zamana kadar kavuşmamıştım.” Orada bulunduğu müddetçe Peygamber efendimizi (s.a.v.) bu şekilde defalarca görmüştür.

“Cemâzil-evvel ayının onüçüncü günü, Cum’a namazından sonra, Peygamber efendimizin (s.a.v.) kabirlerinin huzûruna geldi. Sonra buyurdu ki: “Selâm verip, salevât-ı şerîfeleri bitirince, bana bir hil’at verildi. Bildirildi ki, bu hil’at hazret-i Sıddîk-ı ekberin (r.a.) ihsânıdır. Aynı huzûrda bir başka hil’atın üzerime konduğunu gördüm. Bunun da hazret-i Fârûk-ı a’zam’ın (r.a.) lütfu olduğunu anladım.

Bu iki hil’atın renkleri de birbirinden ayrı idi. Birincisi kırmızı, ikincisi sarı idi. Yeşil renkli bir hil’atın üzerime indirildiğini hissettim. Bunun da Peygamber efendimiz (s.a.v.) tarafından olduğu bildirildi.”

Buyurdu ki: Peygamber efendimizin (s.a.v.) mihrabının yanında öğle namazını kılıyordum. Bu mübârek yerlerden ayrılık düşüncesinin verdiği hüzün ve elemin te’sîriyle ağlamağa başladım. Bu üzüntü ve gam içerisinde iken, kabr-i se’âdetten, o temiz ve en güzel kokulu mezardan etrâfa nûr saçılmağa başladığını gördüm. Peygamber efendimiz (s.a.v.) tam bir heybetle o nûrlar arasından göründü. Mübârek kabrinden çıktı. Yanımıza geldi. Kerem ve ihsânının çokluğundan, benzerini hiçbir zaman göremediğim, sultanların tacı ve hil’atı gibi, bir taç ve hil’atı bana giydirdi. Bu taç çok süslü ve pek kıymetli idi. O anda bana bildirdi ki: “Mübârek vücûdlarına değen ve şimdi çıkarıp sana verdikleri bu hil’at, diğer hil’atlere benzemez.” Görüyorum ki, Ravda-i mutahharadan, gece gündüz devam üzere, bütün mahlûkâta ni’metler ve bereketler nehir gibi akıyor. Nitekim, onun hakkında Kur’ân-ı kerîmde Allahü teâlâ meâlen; “Biz seni ancak, âlemlere rahmet olarak gönderdik” buyuruyor.

Muhammed Ma’sûm hazretleri Medîne-i münevverede bulunan Eshâb-ı Kirâmdan birçok zâtın ve diğer büyük zâtların medfûn bulunduğu Bakî’ kabristanım da ziyârete gitti. Bu ziyâreti sırasında da, Eshâb-ı Kirâmın büyüklerinin rûhâniyeti ile görüştü. Bakî’ kabristanında veda ziyâreti yaparken, Hazreti Osman’ın (r.a.) nûr saçan mezârı başında oturdu. Diğer mezarları da ziyâret için oradan ayrılırken, Hazreti Osman’ın rûhâniyeti gözüküp onu uğurladı ve üç defa öptü. Ayrıca Hazreti Abbâs’ın, Hazreti Aişe’nin, Hazreti Fâtıma’nın, Peygamber efendimizin (s.a.v.) küçük yaşta vefât eden mübârek evlâdı İbrâhim’in (r.a.) ve diğer büyüklerin rûhâniyetini görmüştür. Onların da feyz ve bereketlerine kavuştuğunu, herbirinden ayrı ayrı hâller gördüğünü bildirmiştir.

Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî hazretlerinin yüksek talebelerinden olan Muhammed Hanîf-i Kâbilî, gençlik yıllarında Kabil şehrinde bulunurken, rü’yâsında iki büyük zâtı görür. Kim olduklarını merak edince biri gelip; “Her ikisi de Müceddid-i elf-i sânî İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin oğludur. Biri rahmetler hazînesi Muhammed Sa’îd, diğeri Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma’sûm’dur” dedi. O da beni Muhammed Ma’sûm’un huzûruna götür deyince, o şahıs da; “Ben senin yanına onun işâreti ile seni götürmek için geldim” dedi. Onu alıp Muhammed Ma’sûm hazretlerinin huzûruna götürdü. Muhammed Hanîf, büyük müjdelerle dolu olan bu rü’yâsından uyanınca, gördüğü rü’yâyı yakınlarına anlattı. Büyük bir şevk ve cezbeye kapılmıştı. Bunun üzerine Kabil’den Serhend’e gitti. Serhend’e varınca Muhammed Ma’sûm hazretlerinin huzûruna girip, aynen rü’yâsındaki gibi gördü. Ona talebe olup bir müddet derslerine ve sohbetlerine devam etti. Hocasının büyüklüğü, ihsânı ve himmeti ile aklından, hayâlinden geçmeyen derecelere, kulakların duymadığı, gözlerin görmediği ma’rifetlere, diğer talebeler gibi kavuştu. Hocasından icâzet ve hilâfet alarak memleketi olan Kabil’e döndü. İnsanları irşâd etmeğe başladı. Orada bulunan bir takım kimseler, hocasının ve onun üstünlüğünü anlayamayıp karşı çıktılar. Nihâyet bir grup insan aralarında anlaşıp, Hâce Muhammed Hanîfe geldiler: “Biz bir kerâmet, bir hârika görmeyince, sizin büyüklüğünüze inanmayız” dediler. Ve şöyle ilâve ettiler “Biz bir ziyâfet hazırlıyacağız. Üstadınızı da’vet ediyoruz. Bugün yemek vaktinde onun Serhend’den Kabil’e gelmesini bekliyoruz. Eğer da’vetimize gelirse, hepimiz senin taleben oluruz.” Hâlbuki, arada yüzlerce kilometre mesafe vardı. Hocası ile arasındaki mesafe değil bir günlük, bir aylıktan daha uzak yol idi. Hâce Muhammed Hanîf hazretleri, hocasına olan bağlılığının çokluğundan ve Allahü teâlânın kullarına şefkatinden, bunu kabûl eyledi ve dedi ki: “Hocam Muhammed Ma’sûm hazretleri yemeği ekseriyetle yatsı namazından sonra yer. Siz yemekleri hazırlayın, ümid ediyorum ki, gelecekler.”

Oradakiler gülüp oynamaya, alaya alarak yemekleri ve misâfir odasını hazırlamaya başladılar. İnanmıyorlardı ama, yine de hazırlıyorlardı. Muhammed Ma’sûm hazretlerinin Serhend’den bir günde Kabil’e gelebileceğini akılları almıyordu. Kabil şehrinin ileri gelenleri, vâliler, kumandanlar ve daha birçok kimse yemeğe da’vet edilmişti. Da’vet edilenler geldiler. Yerlerine oturdular. Yatsı namazından sonrasını bekliyorlardı.

Da’vete gelenler Hâce Muhammed Hanîfe; “Yatsı vakti oldu. Artık yemek yiyelim” dediler. Hâce Muhammed Hanîf hazretleri de buyurdu ki: “Yemeği getirin, üstadımın yemek yeme zamanı bu zamandır. Oradakilerin bir kısmı yemeğin getirilmesi ile meşgûl oldular. Bir de ne görsünler! Muhammed Ma’sûm hazretleri altı oğlu ile birlikte evin kapısından girip kendileri için ayrılmış olan minder üzerine oturdu. Yüksek oğulları da babalarının etrâfında halka şeklinde oturdular. Oradakiler bu hâli görünce, hayretler içinde kaldılar. Ne yapacaklarını şaşırdılar, özür ve af dilediler.

Muhammed Ma’sûm hazretleri buyurdu ki: “Yalnız Muhammed Hanîfin hatırı için geldim. Onu çok sevdiğim ve o da bana bağlı olduğu için onu kırmadım. Yoksa maksadım, niyetim kerâmet göstermek değil. Sakın bundan sonra evliyâdan erâmet istemeyiniz. Büyük zarar ve ziyanlara düşersiniz.” Hep beraber yemeğe başladılar. Hem yediler, hem de konuştular. Konuşulanlar, yenenlerden tatlı idi. Orada bulunanlar, Muhammed Ma’sûm hazretlerinin sohbetini dinleyerek kalblerindeki zulmetten kurtuldular. Onu sevenler arasına girip, saadete erdiler. Her ne kadar Muhammed Ma’sûm hazretlerinin orada biraz kalmasını istediler ve bu bizim için en büyük saadettir dediler ise de, Muhammed Ma’sûm hazretleri; “Hiç kimseye haber veremedim, bundan kimsenin haberi yok, belki bize bağlı olanlarda bir merak ve üzüntü hâsıl olur” buyurup, oradan ayrıldılar.

Muhammed Ma’sûm (k.s.), birgün abdest alırken abdest aldığı ibriği kuvvetle, duvara fırlattı. Hizmetinde bulunan talebesi gitti ve başka bir ibrik getirdi. Talebesi, önce verdiği ibriğin böyle atılıp kırılmasına üzüldü. “Acaba ne kusur ettim” deyip, Muhammed Ma’sûm hazretlerinin yakınlarından birine gidip durumu anlattı. O da, talebesinin bu üzüntülü ve korkulu hâlini Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî hazretlerine bildirdi. Muhammed Ma’sûm hazretleri buyurdu ki: “Ona söyleyiniz korkmasın. O ibriği attığım sırada, bizi sevenlerden birisi sahrada, kana susamış bir arslana rastladı. Arslan o anda onu orada öldürecek, parça parça edecekti. O talebem ise tam bir acizlik içinde bizden yardım istedi.

Benim o anda elimde ve yanımda o ibrikten başka bir şey yok idi. Bunun için ibriği o arslana fırlattım, o zavallıyı kurtardım.

Bu hâdiseyi yaşayan talebesi başından geçenleri sonra şöyle anlattı: “Sahrada aniden bir arslan gördüm. O anda Hocam, İmâm-ı Muhammed Ma’sûm hazretlerini hatırladım. Hemen baş gözüm ile gördüm ki, İmâm-ı Ma’sûm hazretleri geldi. Elinde olan ibriği o arslana fırlattı. Arslanda hareket edecek kuvvet kalmadı. Sonra hocam gözümden kayboldu. Beni o arslandan kurtardı. Bundan sonra, o ibriğin kırılmış parçalarını yerden topladım. Hâlâ yanımda saklıyorum.”

Sofî Payende Tılâ Kâbilî anlatır: “Muhammed Ma’sûm hazretleri bana icâzet verdikten sonra, memleketime gidip, insanları irşâd etmemi emretti. Ben de dedim ki: “Efendim, irşâd makamında bulunmak, masraf ister. Gelen giden çok olur. Benim ise sarfedecek birşeyim yoktur.” Bu sözler üzerine bana buyurdu ki: “Ey Sofî! Bir parça kırmızı ve bir parça da siyah kâğıt getir.” Hemen gidip getirdim. Mübârek elleri ile o kâğıtları, para şeklinde kesti. Sonra ıslatıp, bana verdi. Bu kâğıtlar o anda altın ve gümüş para oldu. Hayretler içerisinde kaldım. Kendi kendime; “Bu tasarrufu bana ihsân etselerdi, ne iyi olurdu” dedim. Kalbimden geçeni anlayıp, bana tekrar buyurdu ki: “Peki bu tasarrufu Hak teâlânın izniyle sana verdim. Ama ihtiyâcın olduğu zaman, kullanırsın. Kırmızı kâğıdı yuvarlak yapar, ıslatırsan altın olur. Siyah kâğıdı ıslatırsan gümüş olur.” Sonra ben izin alarak, memleketime gittim. Evimize hergün misâfir geliyordu. Buyurdukları gibi yapıyordum. Kâğıtlar, altın veya gümüş para oluyordu. Hocamın bu tasarrufu ile gereken her masrafı karşılayıp irşâd vazîfesine devam ettim. Halk tarafından çok sevildim ve böylece onlara hizmet ettim.” Bu talebesinin ismi, altın yapan Kâbilli Sofi ma’nâsında; “Sofi Payende Tılâ Kâbilî” diye meşhûr olmuştur.

Hüdâperest Hân adında bir vâli, vâliliği bırakıp, Muhammed Ma’sûm hazretlerine talebe olmuştu. Birgün evine altı misâfir gelmişti. Onlara yedirecek ve ikram edecek birşeyi yoktu. Sohbet ve hatmi kaçırmamak için hocası Muhammed Ma’sûm’un (r.aleyh) huzûruna gitti. Hocası Muhammed Ma’sûm hazretleri onun sıkıntısını kerâmetiyle anlayıp, sohbetten sonra, kendisine ve altı misâfirine onar tane olmak üzere yetmiş tane, “Enbe” denilen yemiş verdi. Ayrıca altı misâfiri için, “Eşrefi” denilen altı altın para verdi ve; “Sen bizim oğlumuz yerindesin, burada bulunduğun müddetçe, sana misâfir gelirse hiç çekinmeden bize haber ver” buyurdu.

Muhammed Ma’sûm hazretlerinin, Sofi Payende Kerbâs adında bir talebesi, huzûrunda yetişip halîfelerinden oldu. Yanından ayrılıp memleketine giderken, ona biraz kumaş vermişti. Verirken de; “Bu kumaşta bereket vardır” buyurmuştu. Sofi Payende uzun zaman o kumaştan bir parça keserek satıp ihtiyâçlarını te’min etti. Kumaş hiç eksilmiyordu. Hayâtının sonuna kadar böyle devam etti. Vefâtından sonra da vasıyyeti üzerine o kumaş kendisine kefen yapıldı. Bunun için, kumaş yapan Sofi ma’nâsında “Sofi Payende Kerbâs” ismi ile meşhûr olmuştur.

Muhammed Ma’sûm hazretlerinin talebelerinin meşhûrlarından ve halîfelerinden olan Hâce Muhammed Sıddîk’a, Peşâver’de irşâd (talebe yetiştirme) vazîfesi verilmişti. Bu talebesi şöyle anlatmıştır: “Hocam Muhammed Ma’sûm hazretlerini çok özlemiştim. Mübârek yüzünü görüp, sohbetinde bulunmak için Peşâver’den, Serhend’e gitmek üzere yola çıktım. Bir katıra binip yola devam ediyordum. Yolda katır birden bire ürküp kaçmaya başladı. Sonra da beni düşürdü. Ayağım üzengiye takıldı, bir türlü kurtaramadım. Katır, beni sürüklemeye başladı. Yanımda ve çevremde beni bu hâlden kurtaracak hiçbir kimse de yoktu. Tam bu çaresizlik içinde iken hocam Muhammed Ma’sûm hazretlerini hatırladım. Allahü teâlânın izni ile hocamın imdâdıma yetişmesini istedim. Daha böyle düşünür düşünmez hocam aniden gözüküverdi. Katırı tutup durdurdu. Ben ayağımı üzengiden kurtarıp, yerden kalkıncaya kadar bekledi. Ayağa kalkınca hocamın ayaklarına kapanıp, bu yardımından dolayı memnuniyetimi ve muhabbetimi arzetmek istedim. Fakat ben ayağa kalkar kalkmaz hocam gözden kayboldu, onu orada göremedim.”

Yine, talebelerinin büyüklerinden Hâce Muhammed Sıddîk şöyle anlatmıştır: “Hocam Muhammed Ma’sûm hazretlerinin sohbetine ve derslerine devam ettiğim sırada, memleketime gidip gelmek üzere izin almıştım. Yola çıkıp bir müddet gittikten sonra, yolda derin bir su kenarında durdum. Gömleğimi yıkamak istedim. Fakat bu sırada ayağım kaydı. Birden bire suya düşüp batmaya başladım. Suya gömülmüştüm. Yüzme de bilmiyordum. Bir batıyor bir çıkıyordum, ölmek üzere idim. Tam bu sırada hocam Muhammed Ma’sûm hazretleri gözüküp elimden tutarak, beni suda boğulmaktan kurtardı. Sonra da gözden kayboldu.”

Yine bu talebesi şöyle anlatmıştır: “Birgün kendimden geçip muhabbet ateşiyle yanarak sahralara düşmüştüm. O kadar gitmişim ki sahraya dalıp şehirden çok uzaklaşmışım. Sahrada öyle susamıştım ki, neredeyse susuzluktan ölecektim. Ben bu hâlde çaresiz iken, hocam Muhammed Ma’sûm hazretleri uzaktan gözüküverdi. Hemen şevk ile sevinerek hocamın yanına koştum. Tam huzûruna varınca hocam gözden kayboldu. Fakat hocamın bana gözüküp, sonra da gözden kaybolduğu yerde bir su pınarı buldum ve o sudan içtim. Böylece şiddetli susuzluktan helak olmaktan, kurtuldum.”

Muhammed Ma’sûm hazretlerinin sohbetinde bulunmakla şereflenen ve talebesi Hâce Muhammed Sıddîk’ın talebesi olan bir zât şöyle anlatmıştır: “Bir defasında hayvanıma odun yükleyip getirmekte idim. Yolda odun yükü, hayvanın üzerinden devrilip yere düştü. Yolda yalnızdım. Yüklemek için yardım edecek kimse yoktu. Çaresiz kalakaldım. Tam bu sırada Muhammed Ma’sûm hazretleri birden bire karşıma çıkıverdi. Yıkılan odun yükünü tutup hayvanın üzerine koydu ve gözden kayboldu.”

Muhammed Ma’sûm hazretleri birgün hizmetçilerinden birine; “Git dışardan taş ve tuğla topla gel” buyurdu. Hizmetçi gidip bir miktar taş ve tuğla getirdi ve huzûruna koydu. Muhammed Ma’sûm hazretleri taşların altın olması için duâ edip; “Hepiniz altın olun!” buyurdu. Getirilen taş ve tuğlaların hepsi altın oldu.

Kabil şehrinden bir zât, Muhammed Ma’sûm hazretlerini rü’yâsında görmüştü. Rü’yâsında ona bir takke hediye etti. Rü’yâyı gören zât uyanınca, kendisine hediye edilen takkeyi yanında buldu.

Muhammed Ma’sûm hazretlerinin talebelerinin büyüklerinden olan Hâce Mûsâ şöyle anlatmıştır: “Hocam Muhammed Ma’sûm hazretleri bana, icâzeti mutlaka ve hilâfet verip; “Size itaat ederler, sözünüzü dinlerler” buyurup, memleketime dönmemi söylediği zaman kendisine; “Bizim memleketimizdeki halk, sert tabiatlıdır, böyle şeyleri bilmezler, zâhirî bir kerâmet ve tasarruf görmezlerse bu yola girmezler. Hattâ böyle olunca alay ederler. Oradaki insanlar, şiddetli ve sıkıntı vericidirler. Onlar hakkında öyle bir teveccüh buyurunuz ki, itaat etsinler. Böyle olunca elbette oradakiler de sevenlerden ve muhlislerden olurlar” diye bildirdim.

Bunun üzerine hocam buyurdu ki: “Senin isminin anıldığı yerde, sana itaat ederler. Bir de, senin duân her hastalığa şifâdır. Onunla hastaları iyi edersin. Oradaki bütün insanlar sizi severler.” Gerçekten hocamın buyurduğu gibi oldu.”

Bir genç, Muhammed Ma’sûm hazretlerinin sohbetine gelirdi. Bu genç, bir kıza âşık olup, dalgın ve dağınık bir hâlde idi. Muhammed Ma’sûm hazretleri birgün o gencin hâlini anlayıp buyurdu ki: “Bu bozuk düşünceden ve lüzumsuz hayâlden vaz geç! Himmet ve arzu yüzünü hakîkat bahçesine çevir! Ma’rifet bostanından meyveler topla! Elbette bu diğerinden daha iyi olacaktır.” Bu hâl içerisinde ezilen ve sıkıntı içinde olan genç, Hâfız-ı Şirâzî’nin bir beytini okuyarak bu hâlden kurtulması için duâ ve himmet etmesini istedi. Muhammed Ma’sûm hazretleri, gencin bu sözü üzerine, o hâlden kurtulması için duâ ve himmet etti ve; “Seni bu hâlden kurtardılar!” buyurdu. Genç bu sözü duyar duymaz, kendini toplayıp aklı başına geldi ve insana âid olan aşk ve sevgisi, hakîkî aşk hâline döndü. Muhammed Ma’sûm hazretlerinin sâdık talebelerinden oldu. Hattâ onun feyz ve bereketlerinden o kadar fâidelendi ki, sâlih, velî ve kâmil bir zât oldu.

Sa’dullah Hân, Şah Cihân’ın yanında iken, Muhammed Ma’sûm hazretlerinin büyük bir mürşid-i kâmil olduğunu inkâr ederek, dil uzatıp hâllerini yalanlamıştı. O anda kulunç hastalığına tutuldu. Bu hastalığa birdenbire yakalanıvermesinin Muhammed Ma’sûm hazretleri hakkında söylediği kötü sözler sebebiyle olduğunun farkına vardı. Pişman oldu ve Muhammed Ma’sûm hazretlerine beşyüz rupye (o zamanın parası) ve ba’zı hediyeler gönderdi. “Benim kusur ve anlayışsızlığımı affetsin” diye haber yolladı. Bir bardak içerisinde de su gönderip şifâ olması için suya okumasını da istemişti. Fakat Muhammed Ma’sûm hazretleri bunları asla kabûl etmedi. Oğulları o kimseyi kurtarmak için çok yalvarırca, buyurdu ki: “Yalan söyleyenlerin nefesinde bereket ve şifâ olmaz. Bize yalancı dedi.” O hânın adamlarına; “Çabuk gidiniz. Onun rûhu, bu cevâbı bekliyor” buyurdu. Sa’dullah’ın adamları, utanarak geri döndüler. Sa’dullah Hân’a duyduklarını söylediler. Sa’dullah Hân bu sözleri işitince o anda öldü.

Birgün İran kumandanlarından râfızî i’tikâdlı bir kumandan, Hindistan’ın başşehrine gitmek üzere yola çıkmıştı. Serhend şehrinden geçerken, alay edercesine, hizmetçilerinden birini Muhammed Ma’sûm hazretlerinin huzûruna gönderip, ziyâretine gelmek istediğini bildirdi. Muhammed Ma’sûm hazretleri; “Misâfir kâfir de olsa ona ikramda bulununuz” sözü gereğince, misâfir için hazırlık yaptırdı, ikindiye kadar beklediler. Gelmedi. Haber geldi ki, o kumandan gitmiş. Maksadı, Ehl-i sünnetin en büyük âlimlerinden ve koruyucularından olan Muhammed Ma’sûm (k.s.) ile alay etmek, onu tahfif ve tasgir etmekmiş.

O sırada, Muhammed Ma’sûm hazretlerinin en yüksek halîfelerinden olan Hâce Muhammed Hanîf-i Kabili misâfir geldi. Hazır olan yemekleri onun için getirdiler. Hâce Muhammed Hanîf, hediye olarak birkaç tane bıçak getirmişti. Başka hediyeler de vardı. Muhammed Ma’sûm hazretleri bıçaklardan birini alıp; “Bir salatalık getirin” buyurdu. Salatalık getirdiler. O bıçakla salatalığı kesti ve buyurdu ki; “Salatalığı keserken, bizimle alay etmeye kalkışan o râfizînin de başının kesildiğini gördüm.” Hakîkaten buyurduğu gibi oldu. Beyt:

Burada oynama, yoksa başınla oynarsın,
Ne kendin ne köpeğin, meydana çıkmayasın.

Muhammed Ma’sûm hazretleri, birgün iştahla meyve yiyordu. Yediği bu meyve Hindistan’ın büyük ve sık ormanlarında yetişen, ham iken ekşice, olgunlasınca gayet tatlı olan bir ağacın meyvesi idi. Hind dilinde buna “Enbe” derlerdi. Mahremlerinden olan sâliha bir hanım ziyâretlerine gelmişti. Vaziyeti görünce, kalbinden; “Evliyâullah, yemek husûsunda bu kadar istekli, hararetli olurlar mı? Acaba bunun sebebi nedir?” diye geçti. O anda Muhammed Ma’sûm hazretleri bu düşüncelerini anladı ve buyurdu ki: “Evliyânın yediği nûr olur...”

Ekberâbâd şehrinde tasavvufta yetişmiş bir âlim var idi. Hastalanıp ölmek üzere iken, talebesi olan kız kardeşinin oğlunu istedi. Buyurdu ki; “Senin hâllerin tamamlanmadı. Ben de ölüyorum. Şimdi senin, Muhammed Ma’sûm hazretlerinin huzûruna gidip, sülûk eylemen, tasavvufda yetişmen ve böylece kemâl mertebelerine kavuşman gerekiyor. Zannedersem, bu büyük ni’mete ancak, on iki sene sonra kavuşabileceksin.” Bu zât söylenilen müddet içinde, her ne kadar birçok yere gittiyse de, irşâd diyârı olan Serhend’e yolu düşmedi. Ancak oniki sene sonra, Serhend şehrine geldi. Muhammed Ma’sûm hazretlerinin ziyâreti ile şereflendi. Muhammed Ma’sûm hazretleri onu görünce buyurdu ki: “Üstadının sana söylediği oniki sene bugün doldu.” Gelen talebe hesâb etti. Buyurdukları gibi çıktı. Buyurdular ki: “Bu ma’nâyı, üstadının büyüklüğünü göstermek için izhâr eyledim. Burada bulunanlar da, onun kemâlini böylece öğrensinler diye söyledim” buyurdu.

“Berekât-ı Ma’sûmî” kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: “Birgün Evrenkzîb’in oğlu, zamanın pâdişâhı, Muhammed Muazzam Şâh’ın meclisinde idim. Muhammed Ma’sûm hazretlerinin tasarruflarından bahsediliyordu. Muhammed Muazzam Şah dedi ki: “Hazret-i Evrenkzîb, Keşmîr’e giderken, irşâd diyârı olan Serhend’den geçiyordu. Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma’sûm hazretlerini ziyâret ile şereflendi. O sene, pâdişâh olmasının beşinci senesi idi. Ben de babamın yanında idim. Muhammed Ma’sûm hazretleri buyurdu ki: “Baban vefât ettikten sonra, padişahlık sana geçecektir.” Kırkbeş sene sonra bu müjdesi doğru çıktı. Evrenkzîb’in padişahlık müddeti elli sene idi.”

Muhammed Ma’sûm hazretlerinin menkıbelerini, makamlarını, keşflerini, kerâmetlerini ve bu yüksek hânedânın hâllerini anlatan çok kitap yazılmış olup, beş tanesi her memlekette yayılmıştır. Bu eserler şunlardır: 1- Zübdet-ül-makâmât, 2- Hadarât-ül-Kuds, 3- Hadâik-ül-verdiyye fî hakâik-ı ecillâ-in-Nakşibendiyye, 4- Hadîkat-ül-evliyâ, 5- Umdet-ül-makâmât.

Vefâtı: Muhammed Ma’sûm hazretlerinin, vefât ettiği sene, Şa’bân ayının onbeşinci gecesi, ya’nî duâların kabûl olduğu, ecellerin takdîr edildiği Berât gecesinde, talebelerinden ba’zı hâdiseleri sorup cevap aldı. Sonra da; “Bir kutbun ismini yaşayanlar defterinden sildiler” buyurarak, vefât edeceğine işâret etmiştir. Yine vefâtına yakın bir zamanda bir yerde durup; “Pek yakında kemâl sahiplerinden birinin mezarı burası olur” buyurdu. Vefât edince kabrinin orası olduğunu görenler bu sözdeki işâreti anladılar. Yine o günlerde babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kabrini ziyâret ettiği sırada ondan âhıretin hâllerini sorduğunu ve babasının cevâbında; “Burada herşey rahmet iledir” buyurduğunu bildirdi ve ertesi gün vefât etti. Vefâtları 1079 (m. 1667) senesi Rebî’ul-evvel ayının dokuzuncu günü öğle vakti idi. Cenâzesini, Ahund Sücâdil yıkadı. Mübârek ağzını yıkamaya sıra gelince, yıkayıcı; “Bu mübârek ağzı açmaya takat getiremiyorum” dedi. Bunun üzerine Muhammed Ma’sûm hazretleri kendisi, hayatta olanlar gibi ağzını açtı, suyu ağzına aldı ve ağzını çalkaladı. Orada bulunanlar bu hâli görünce şaşırdılar. Namazını en küçük kardeşi, Şeyh Yahyâ kıldırdı.

Mezârı, hayatta iken; “Burada kemâl mertebelerine kavuşan bir fakirin mezarı bulunur” buyurduğu yer oldu. Bâbür sultânı ve talebesi olan Evrenkzîb Alemgir, kabri üzerine yüksek kubbeli bir türbe yaptırdı. Türbesi, babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin türbesinin birkaçyüz metre kuzeyindedir. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin “Mektûbât’ında, bu oğluna yazılmış olan mektûplar vardır.

Muhammed Ma’sûm hazretlerinin kıymetli neslinden pekçok evliyâ yetişmiş ve zamanlarının kutbu olmuşlardır. Bütün İslâm memleketlerine feyzleri yayılıp nûrlandırmıştır. Ecdâdlarının vârisleri ve yeryüzünün meşhûrları olmuşlardır. Hidâyet ve irşâdda yüksek derece kazanmışlardır.

Muhammed Ma’sûm hazretlerinin üç ciltlik; “Mektûbât-ı Ma’sûmiyye” adlı bir eseri vardır. Bu üç cildde toplam altıyüzelliiki (652) mektûp vardır. Son olarak 1396 (m. 1976) senesinde Pakistan’ın Karaçi şehrinde bastırılmıştır. Fârisî olan bu mektûplar arasından yüzkırkbir aded seçilerek; “Müntehâbât-ı Ma’sûmiyye” adı ile Hakîkat Kitabevi tarafından bastırılmıştır. “Mektûbât-ı Ma’sûmiyye” adlı eserinden ba’zı mektûplar:

“Bu bir köşede unutulmuşu hatırlıyarak, kardeşim Mevlânâ Muhammed Hanîf ile gönderdiğiniz mektûp geldi. Okuyunca, çok sevindirdi. Ortağı, benzeri olmayan cenâb-ı Hakka bağlılığınızı ve O’nun muhabbetinin ateşi ile yandığınızı okuyunca, sevincimiz kat kat arttı. Bu âhır zaman fitne ve zulmeti içinde, Allahü teâlâ, bir kulunun kalbine, kendi sevgisini yerleştirir ve kendi hicranı, ayrılığı ile onu yakarsa ne büyük ni’mettir! Bu ni’metin kıymetini bilip, şükrünü yapmak lâzımdır. Durmayıp, bunun artmasına çalışarak, aşk-ı ilâhînin, en son derecesine yükselmesini beklemelidir. Hakiki matlûbdan başka hiçbirşeye gönül bağlamamalı, fâidesi olmayan şeylerle uğraşmamalıdır. Muhabbet ateşi, nefs-i emmârenin azgınlığından, yükselmesinden meydana gelen, izzet-i nefs perdesini tamamen yakarak, ezelî ve ebedî kemâlâtın nûrları, kalbi aydınlatmalıdır. “Ni’metlerime şükr ederseniz, onları arttırırım” buyurulmuştur.

Ey mes’ud ve bahtiyar kerdeşim!

Allahü teâlânın sevdiği kullarının yolunda yürümek arzusunda isen, bu yolun şartlarını ve edeblerini gözetmelisin! En önce sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid’atlerden sakınmak lâzımdır. Çünkü Allahü teâlânın sevgisine ulaştıran yolun esâsı bu ikisidir. İşlerinizi, sözlerinizi ve ahlâkınızı, dînini bilen ve seven, dindar âlimlerin sözlerine ve kitaplarına uydurmalısınız. Sâlih kullar gibi olmalısınız ve onları sevmelisiniz. Uykuda, yemekte ve söylemekde aşırı gitmeyip, orta derecede olmalısınız. Seher vakti (ya’nî gecelerin sonunda) kalkmağa gayret etmelisiniz.. Bu vakitlerde istiğfar etmeyi, ağlamayı, Allahü teâlâya yalvarmayı ganîmet bilmelisiniz. Sâlihlerle beraber olmayı aramalısınız. “İnsanın dîni, arkadaşının dini gibidir” hadîs-i şerîfini unutmayınız! Şunu, iyi biliniz ki, âhıreti (se’âdet-i ebediyyeyi) istiyenlerin, dünyâ lezzetlerine düşkün olmaması lâzımdır.

Mübah olan lezzetleri bırakamazsanız, hiç olmazsa, haramlardan ve şübhelilerden kaçınınız ki, âhırette kurtulmak umulsun. Fakat, her türlü altın ve gümüş eşyanın ve çayırda otlayan hayvanların ve ticâret eşyasının zekâtını, topraktan, tarladan, ağaçtan alınan mahsûllerin uşrunu da her halükârda vermek lâzımdır. Bunların verilecek miktarları, fıkıh kitablarında bildirilmiştir.

Zekâtı ve fıtraları, İslâmiyetin emrettiği kimselere seve seve vermelidir. Akrabayı ziyâret etmeli, mektûpla gönüllerini almalıdır. Komşuların haklarını gözetmelidir. Fakirlere ve borç isteyenlere merhamet etmelidir. Malı, parayı, İslâmiyetin izin vermediği yerlere harcetmemeli, izin verilen yere de, isrâf etmemelidir. Bunlara dikkat edince, mal zarardan kurtulur ve dünyalıklar, âhıretlik hâlini alır. Belki de bunlara dünyâ denmez.

İyi biliniz ki, namaz dînin direğidir. Namaz kılan bir insan, dînini doğrultmuş olur. Namaz kılmayanın dîni yıkılır. Namazları, müstehap zamanlarda, şartlarına ve edeblerine uygun olarak kılmalıdır. Bunlar fıkıh kitablarında bildirilmiştir. Namazları cemâatle kılmalı, birinci tekbîri İmâm ile birlikte almağa çalışmalıdır ve birinci safta yer bulmalıdır. (Câmiye geç gelip, birinci safa geçmek için, safları yarmak, cemâate eziyet vermek haramdır.) Bunlardan biri yapılmazsa matem tutmalıdır. Kâmil bir müslüman, namaza durunca, sanki dünyâdan çıkıp âhırete girer. Çünkü dünyâda Allahü teâlâya yaklaşmak, çok az nasîb olur. Eğer nasîb olursa o da zille, gölgeye, sûrete yakınlıktır. Ahıret ise, asla yakınlık yeridir. İşte namazda, âhırete girerek, burada nasîb olan devletten hisse alır. Bu dünyâda hasret ve firak ateşi ile yanan susuzlar, ancak namaz çeşmesinin hayat suyu ile serinleyip rahat bulur. Büyüklük ve ma’bûdluk sahrasında şaşırmış kalmış olanlar, namaz gelininin çadır etekleri altında vuslatın (matlûba kavuşmanın) kokusunu duyarak hayran olurlar. Allahü teâlânın Peygamberi (s.a.v.) buyurdu ki: “Bir mü’min namaz kılmağa başlayınca, Cennet kapıları onun için açılır. Rabbi ile onun arasında bulunan perdeler kalkar. Cennette olan hûrîler onu karşılar. Bu hâl, namaz bitinceye kadar devam eder.”

Bu yolun büyüklerinden birini buluncaya kadar; Kur’ân-ı kerîm okuyarak, ibâdetleri yaparak, kıymetli kitablarda ve hadîs-i şerîflerde bildirilen duâları, tesbihleri okuyarak vakitlerinizi ma’mûr ediniz! Bu duâ, tesbih ve ibâdetlerden bir kısmını bu fakîr toplamıştım. Mevlânâ Muhammed Hanîf, almıştı. Zamanınızın çoğunu; “La ilahe illallah” kelimesini söylemekle geçiriniz. Kalbi temizlemekte çok te’sîrlidir. Hergün, belli miktar okursanız iyi olur. Abdestli ve abdestsiz söylenebilir. Bu yolun büyüklerini sevmeyi saadetin sermâyesi biliniz! Bu yolda ilerleten en kuvvetli vâsıtanın, bu muhabbet olduğunu biliniz. Fârisî beyt tercümesi:

Aradığın hazînenin nişanını verdim sana
Belki sen kavuşursun, biz varamadıksa da

Allahü teâlâ size ve doğru yolda gidenlerin hepsine selâmet ve rahatlıklar versin!” (Birinci cild, ondördüncü mektûp.)

Muhammed Ma’sûm, ikinci cildin, yüzellisekizinci mektûbunda buyurdu ki: “Se’âdetin başı, iki şeye kavuşmaktır. Birincisi, bâtının (ya’nî kalbin) mahlûklara düşkün olmaktan kurtulmasıdır. İkincisi, zâhirin (ya’nî bedenin) “Ahkâm-ı İslâmiyye”ye sarılmakla süslenmesidir. Bu iki ni’mete kavuşmak, tasavvuf ehlinin sohbetinde kolay nasîb olur. Başka yoldan kavuşmak güçtür, İslâmiyete tam yapışabilmek, ibâdetleri kolay yapabilmek ve yasak olunanlardan sakınabilmek için, nefsin fâni olması (teslim olması) lâzımdır. Nefs, azgın olarak, âsî olarak ve kendini beğenici olarak yaratılmıştır. Bu kötülüklerden kurtulmadıkça ve teslim olmadıkça, İslâmiyetin hakîkati hâsıl olamaz. Teslimden, itminandan önce, İslâmiyetin sûreti, görünüşü vardır. Nefsin itminanından sonra, İslâmiyetin hakîkati hâsıl olur. Sûretle hakîkat arasındaki fark, yerle gök arasındaki fark gibidir. Sûret ehli, İslâmiyetin sûretine, hakîkat ehli de, İslâmiyetin hakîkatine kavuşur. Avvâmın (ya’nî câhillerin) îmânına “Îmân-ı mecazî” denir. Bu îmân, bozulabilir ve yok olabilir. Havvâsın (ya’nî hakîkat ehlinin) îmânları, zevalden ve halelden mahfûzdur. Nisa sûresinin 175, âyetindeki meâlen; “Ey îmân edenler! Allaha ve O’nun Peygamberine îmân ediniz!” emri, bu hakîkî îmânı göstermektedir.

Muhammed Mâ’sûm hazretleri buyurdu ki: “Peygamber efendimizi sevip, O’na tâbi olmadıkça, Allahü teâlâyı sevmek saadeti ele geçmez. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde İmrân sûresi 31. âyetinde meâlen, Peygamber efendimize (s.a.v.) buyurdu ki: “De ki, Allahü teâlâyı seviyorsanız, bana tâbi olunuz! Bana uyanları Allah sever!”

Se’âdete kavuşmak isteyen kimse, bütün âdetlerini, ibâdetlerini ve alışverişlerini O’nun gibi yapmağa çalışmalıdır. Ya’nî ilmihâl kitaplarında bildirildiği gibi yapmalıdır.

Allahü teâlâ, Resûlullah efendimize; “Habîbim” buyurmuştur. Ya’nî çok sevmektedir. Allahü teâlâ, Resûlullah efendimizi (s.a.v.) sevip, O’nun bildirdiği yoldan giden, tâbi olan ve O’na benzemeye çalışanları da sevmektedir. Allahü teâlânın sevdiğini seven, her zaman sevilir. Allahü teâlânın sevdiğine düşman olanlar da, bunun için sevilmez.

Görünen ve görünmeyen bütün iyilikler, bütün üstünlükler, ancak O yüce peygamberi sevmekle ele geçebilir. Yükselebilmenin, ilerlemenin ölçüsü, bu sevgidir. Allahü teâlâ, sevgili Peygamberini, insanların en güzeli, en iyisi, olarak yarattı. Her iyiliği her güzelliği, her üstünlüğü O’nda topladı. Eshâb-ı Kirâmın hepsi, O’na âşık idi. Hepsinin kalbi, O’nun sevgisi ile yanıyordu. O’nun ay yüzünü, nûr saçan cemâlini görmeleri lezzetlerin en tatlısı idi. O’nun sevgisi uğruna canlarını, mallarını feda ettiler. O’nu canlarından, mallarından kısaca her şeyden daha çok sevdiler. O’nu çok fazla sevdikleri için, O’nu sevenleri de sevip, dost oldular. Bunun için Eshâb-ı Kirâm, birbirini çok severdi. Resûlullah efendimizin üstünlüğünü anlayamayıp, O’nun güzelliğini göremeyen, O’nu sevmek saadetine kavuşamayanlara, O’na düşman olanlara düşman oldular. Bu sevgileri, dostlukları ve düşmanlıkları ile, Allahü teâlânın sevgisini, rızâsını kazandılar. Yükseldiler, insanların en üstünleri, en kıymetlileri, en şereflileri oldular. Çünkü tâatlerin, iyiliklerin başı, Allahü teâlânın dostlarını sevmek ve düşmanlarını sevmemektir.

Allahü teâlâyı seviyorum diyen kimsenin, Peygamber efendimizi, eshâbının hepsini ve onların yolunda giden İslâm âlimlerini sevmesi ve bunlara benzemeye çalışması lâzımdır. Seven bir kimse, sevdiğinin sevdiklerini de sever. Sevdiğinin düşmanlarına da düşman olur. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma; “Benim için ne işledin” diye sordukda, “Yâ Rabbî! Senin için namaz kıldım, oruç tuttum, zekât verdim. İsmini çok zikr ettim” deyince, “Yâ Mûsâ, namazların sana burhandır. Oruçların Cehennemden siperdir. Zekât kıyâmet gününün sıcaklığından koruyan gölgedir. İsmimi söylemen de, kabir ve kıyâmet karanlığında seni aydınlatan nûrdur. Ya’nî bunların fâideleri hep sanadır. Benim için ne yaptın?” buyurdukda, Mûsâ (a.s.); “Yâ Rabbî! Senin için olan ameli bana bildir!” diye yalvardı. Cenâb-ı Hak: “Yâ Mûsâ! Dostlarımı benim için sevdin mi ve düşmanlarıma benim için düşmanlık ettin mi?” buyurdu.

Mûsâ (a.s.) da, Allah için amelin, “Hubb-i fillâh” ve “Buğd-i fillâh” olduğunu anladı.

Muhammed Ma’sûm Fârûkî hazretleri, “Mektûbât” kitabında, ikinci cildin yüzonuncu mektûbunda, tasavvufun ve tasavvuf yolunda olanın nasıl olduğunu şöyle bildirmektedir: “Bid’at işleyenden, mezhebsiz olandan kaçınınız! Yahyâ bin Mu’âz Râzî hazretleri, üç kişiden sakınınız buyurdu: Gâfil olan din adamlarından, yaltakçı olan hafızlardan ve câhil olan tarikatçılardan! Tekke şeyhi veya mürşid denilen bir kimse, Resûlullahın sünnetine uymazsa ve İslâmiyeti gözetmezse, sakın onun yanına yaklaşmayınız! Onun bulunduğu şehirde bile oturmayınız! Belki birgün olur da, onunla karşılaşır, zarara girersiniz. Böyle kimse, yankesiciye benzer. Şeytanın, müslümanları avlamak için kurduğu bir tuzaktır. Hârika, kerâmetler gösterse, dünyâya düşkün değilmiş gibi görünse de, ondan arslandan kaçar gibi kaçınız! Tasavvuf yolunun büyüklerinden Cüneyd-i Bağdadî (r.a.) buyuruyor ki: “Tasavvuf yollarından, yalnız Resûlullahın izinde gidenlerin yolu, insanı kemâle ulaştırır. Başka yollar çıkmaz sokağa benzer.” Yine buyurdu ki: “Kur’ân-ı kerîmin çizdiği sınırları gözetmeyen ve hadîs-i şerîfleri bilmeyen kimse, mürşid, yol gösterici olamaz. Çünkü, tasavvuf yolu, Allahü teâlânın kitabına ve Resûlullahın sünnetine bağlıdır. Tasavvuf büyükleri, dîne uyan âlimlerdir. Resûlullahın vârisleridir. Sözlerinde, işlerinde ve huylarında hep Resûlullaha uyarlar. Yâ Rabbî! O büyüklerden feyz almamızı, bereketlenmemizi bizlere nasîb eyle! Amîn! Her zaman söylüyorum. Yine bildiriyorum ki, Resûlullaha uymakta gevşeklik eden, onun sünnet-i seniyyesini terk eden, mutasavvıf olamaz. Onu Allah adamı sanmayınız! Onun dünyâdan kaçınır görünmesine, hârikalar göstermesine aldanmayınız!

Onun zühd ve tevekkül ve ma’rifetler anlatan sözlerini kendinden bilmeyiniz! Kıymetli işlerini gösterebilirler.”

Ebû Amr bin Necîb (r.a.) buyurdu ki: Din bilgilerine dayanmayan hâller, ne kadar üstün görünseler de, zararları fâidelerinden daha çoktur.” Tasavvuf nedir diye sorulduğunda; “Tasavvuf, İslâmiyetin emirlerini ve yasaklarını gözetmektir” buyuruldu.

Tasavvufun temeli, İslâmiyete uymaktır. Ahırette insanı kurtaracak iş, Resûlullahın (s.a.v.) izinde gitmektir. Doğru yolda olan ile sapık olanı ayıran şey, Resûlullaha uyup uymamaktır. O’na uygun olmayan zühd ve dünyâdan sakınmak, hiçbirşeye yaramaz. O’nu araya katmadan yapılan zikrler, fikirler, şevkler ve zevkler, insanı hiçbirşeye kavuşdurmaz. Hârika ve kerâmet denilen şeyler, açlıkla ve nefsi ezmekle elde edilir. Bunların Allahü teâlâyı tanımakla ilgileri yoktur. Abdullah bin Mübârek hazretleri buyuruyor ki: “Edeblerde, müstehablarda gevşeklik yapan kimse, sünnetleri yapamaz. Sünnetlerde gevşek davranan da, farzları yapmaktan mahrûm kalır. Farzlarda gevşeklik yapan da, Allahü teâlâyı tanımaktan mahrûm kalır.” Bunun içindir ki, hadîs-i şerîfde “Günah işlemek, küfre yol açar” buyuruldu. Şeyh Ebû Sa’îd-i Ebü’l-Hayr hazretlerine, biri için; “Su üstünde yürüyor” dediklerinde; “Kurbağa da suda yüzüyor” buyurdu. Biri için; “Havada uçuyor” dediklerinde; “Karga ve sinek de uçuyor” buyurdu. Biri için; “Bir anda bir şehirden bir şehre gidiyor” dediklerinde; “Şeytan da bir solukta şarktan garba gidiyor,” buyurdu. Bunların hiç kıymeti yoktur. Herkesin arasında bulunup, alış-veriş yapıp ve evlenip, Allahü teâlâyı bir an unutmamak gibi kıymetli birşey yoktur” buyurdu. Evliyânın büyüklerinden olan Ebû Ali Rodbâri hazretlerine dediler ki: “Tasavvufun sonuna yükseldim. Herşey bana helâl oldu. Günah denilen şeyler bana zarar vermez diyen bir kimse için ne dersiniz?” “Evet o kavuşmuştur. Fakat Cehenneme kavuşmuştur” dedi. Ebû Süleymân Dârânî hazretleri buyurdu ki: “Çok oluyor ki, kalbime bilgiler doğuyor. Bunları, iki şâhid olan Allahın kitabı ve Resûlullahın sünneti ile birlikte olmadıkça, kabûl etmiyorum.” Hadîs-i şerîfde; “Bid’at işleyenler, Cehennemdekilerin köpekleri olacaklardır” buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde; “Bid’at işleyen kimseye, şeytan çok ibâdet yaptırır, onu Allahdan korkuyor gösterip, hep ağlatır” buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde; “Allahü teâlâ, bid’at sahibinin orucunu, namazını, haccını, umresini, cihâdını, farzlarını ve nafile ibâdetlerini kabûl etmez. Hamurdan kıl çıkar gibi, müslümanlıktan çıkar” buyuruldu. Kabûl etmez demek, şartlarına uygun olup sahih olsa da, sevâbı, fâidesi olmaz demektir. Şeyh İbni Ebî Bekr; “Me’âric-ül-hidâye” kitabında buyurdu ki: “Doğruyu öğren ve sıdk ile hâllen! İnsanların iyiliği, olgunluğu ve zîneti, her işlerinde, düşüncelerinde, huylarında, âdet ve ibâdetlerinde, Muhammed Mustafâ (s.a.v.) hazretlerine uymaları ile olur. Çünkü, bütün saadetler, O’nun sünnetine, ya’nî emirlerine ve yasaklarına uymaktadır. Bütün organlar, kalb ve nefs. O’nun dînine bağlanmalıdır! Bu da ancak kalbin, zikr ve Kur’ân okumakla nûrlanması ve iyi huylarla temizlenmesi ile olur.”

Günah işleyince, hemen tövbe etmelidir. Gizli işlenen günâhın tövbesi gizli yapılır. Açık işlenmiş günâhın tövbesinin de açık yapılması lâzımdır. Tövbe etmeyi geciktirmemelidir. Kirâmen kâtibîn melekleri, bir günah işlenince, yazmak için üç saat bekler. Bu zamanda tövbe yapılırsa, o günâhı yazmazlar. Tövbe etmezse, o zaman yazarlar. Ca’fer bin Sinân (r.aleyh) buyurdu ki: “Tövbeyi geciktirmek de, ayrıca bir günahtır. Hattâ, işlenen günahdan daha büyük günahtır. (Bundan anlaşılıyor ki, farz namazı özrü olmadan, vaktinde kılmayanın, hemen kaza etmesi lâzımdır. Kazayı geciktirmek, daha büyük günah olur.) Tövbe, hemen yapılmazsa, başka zamanlarda hemen yapmaya çalışmalıdır. Ecel gelmeden önce tövbe etmelidir. Tövbe her zaman kabûl olur. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: “Allahü teâlâ, gündüz işlenen günahlar için, o gece tövbe edilmesini bekler. Gece işlenen günahlar için, ertesi gün tövbe edilmesini bekler.” Vera’ ve takvâya sarılmalıdır. Haramlardan ve şüphelilerden sakınmalıdır. Tasavvuf yolunda yasaklardan sakınmak emirleri yapmaktan daha çok fâidelidir.

Büyüklerden biri buyuruyor ki: “İyiliği iyi olan da, kötü olan da yapar. Günahlardan yalnız iyiler sakınır.” Ma’rûf-i Kerhî hazretleri buyurdu ki: “Harama bakmakdan çok sakınınız!” Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: “Kıyâmet günü, Allahü teâlânın rızâsına, ihsânlarına kavuşacak olanlar, dünyâda zühd ve takvâ üzere olanlardır.” Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: “Vera’ sahibi ile kılınan namaz kabûl olur. Vera’ sahibi ile oturmak ibâdettir. Onunla konuşmak sadaka vermek gibidir.” Bütün işlerini, hâllerini kusurlu bilip, tövbe ve istiğfar etmelidir. Ca’fer bin Sinân buyuruyor ki: “îbâdet edenlerin, kendilerini beğenmeleri, kendilerini, günah işliyenlerden iyi bilmeleri, onların günah işlemelerinden daha büyük günahdır.” Muhammed Mürteiş hazretlerini Ramazanın son on gününde sokakda görüp, niçin i’tikâf yapmadığını sordular. “Câmide, hafızların kendilerini beğenmelerini görünce dışarı kaçdım” buyurdu.

Kendinin ve çoluk-çocuğunun ihtiyâçlarını karşılamak için, bir iş yapmalıdır. Bir işde çalışmak, tasavvuf yolunda ilerlemek için zararlı olmaz. Hattâ, bu yolda ilerlemek için, fâideli olur. Tasavvuf büyükleri, ticâret, san’at gibi bir iş yapmışlardır. Çalışıp kazanmanın sevâb olduğunu bildiren hadîs-i şerîfler çoktur. Tevekkül etmek de elbet iyidir. Fakat, tevekkül edenlerin, başkasının sırtından geçinmek niyetleri olmaması lâzımdır. Muhammed bin Sâlim hazretlerine; “Çalışıp kazanmak mı, yoksa âhıret için çalışıp, dünyâ için tevekkül etmek mi daha uygun olur” denildikde; “Tevekkül Resûlullahın hâlidir. Çalışıp kazanmak da Resûlullahın sünnetidir” buyurdu. Tevekkülün şartlarını yerine getirmeyenin çalışması lâzımdır. Muhammed bin Menâzil (k.s.); “Çalışıp da tevekkül etmek, çalışıp kazanmaksızın yapılan tevekkülden daha iyidir” buyurdu. Orta derecede yiyip içmelidir. Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî hazretleri; “İyi ye, iyi çalış” buyurdu. Sözün kısası, ibâdete yardımcı olan miktar iyi ve mübârek olur. İbâdete zarar verecek kadar yemek yasaktır.

Her işte, her harekette, iyi niyet hâsıl olmadıkça, birşeye başlanmamalıdır. Çok kimse ile görüşmemeli, çok söylememelidir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Hikmet, ya’nî fâideli şeyler, ondur. Bunun dokuzu, yalnızlıktadır. Biri de az söylemektedir.” insanlarla, lüzumu kadar görüşmeli, başka zamanları zikr ve murâkabe ile geçirmelidir. Fâideli olmak ve fâidelenmek için olan sohbet çok kıymetlidir. Lüzumsuz ve fâidesiz konuşulmıyan sohbetler fâidelidir. Bid’at sahibleri ile, mezhebsizlerle görüşmemelidir. İyi ve kötü, herkese karşı güler yüzlü olmalıdır. Özür dileyeni af etmelidir. Kimse ile münâkaşa etmemeli, kimsenin sözünü aşağı görmemelidir. Herkese yumuşak söylemelidir. Ancak Allah için, sert konuşulur. Şeyh Abdullah Bayâl (r.aleyh) buyurdu ki’ “Dervişlik, yalnız namaz, oruç ve geceleri ibâdet yapmak değildir. Bunlar, kulluk vazîfeleridir. Her müslümanın bunları yapması lâzımdır. Dervişlik, kimseyi incitmemektir. Bunu yapabilen kavuşur.” Muhammed bin Sâlim hazretlerine, evliyâ nasıl belli olur denildikde; “Yumuşak sözleri, iyi huyları, güler yüzleri, cömertlikleri, her sözü kabûl etmeleri, özür dileyenleri af eylemeleri ve herkese merhamet etmeleri ile anlaşılır” buyurdu.

Herşeyi Hak teâlâdan beklemelidir. Allahü teâlâ, kulunun her işine kifâyet eder. Bütün kullarını sana yardımcı kılar. Yahyâ Mu’âz-ı Râzî (r.aleyh) buyurdu ki: “Sen Allahı sevdiğin kadar, herkes seni sever. Sen Allahdan korktuğun kadar, herkes senden korkar. Sen Allahın emrini yaptığın kadar, herkes senin işlerini yapar.” Allahü teâlâ ile kul arasında en büyük perde, kulun kendi nefsinin isteklerinin arkasından koşması ve kendi gibi zavallı olanlara güvenmesidir.

Sıkıntılı zamanlarda Allahdan ümidi kesmemelidir. Sevinçli zamanlarda, İslâmiyete sarılmakta gevşeklik yapmamalıdır. Kimsenin ayıbını aramamalı, kendi ayıblarını görmelidir. Kendini müslümanlardan yüksek bilmemelidir. Her müslümanı görünce, benim en büyük kazancım bunun duâsını kazanmaktır demelidir. Üzerinde hakkı bulunanların esîri olmalıdır. Tasavvuf, edeb demektir. Edepleri gözetmeyen, Rabbine kavuşamaz!”

Muhammed Ma’sûm Fârûkî hazretlerinin Mektûbât’ından özet olarak seçmeler: “Âdet olarak, riya, gösteriş olarak değil de, Allah rızâsı için, fakirlere yemek, sadaka verip, sevâplarını meyyitin rûhuna göndermek iyi olur ve büyük ibâdet olur.”

“İnsanın ömrü çok azdır. Sonsuz olan âhıret hayâtında, insanın karşılaşacağı şeyler, dünyâda yaşadığı hâle bağlıdır. Aklı başında olan, ileriyi görebilen bir kimse, dünyâdaki kısa hayâtında, âhırette iyi ve rahat yaşamağa sebep olan şeyleri yapar. Âhıret yolcusuna lâzım olan şeyleri hazırlar.”

“Bir kimse âhırete yönelirse, Allahü teâlâ keremiyle, onun dünyâ ve âhıret ihtiyâçlarını giderir.”

“İnsanlar arasına karışmak, eğer onların haklarını yerine getirmek için olursa zikr olur.”

“Belâların ve şiddetli şeylerin kalkması için istiğfar etmek çok faydalıdır.”

“Kulun ıslah olması, kalbinin ıslah olmasına bağlıdır. Fesadı da kalbin fesadına bağlıdır.”

“Sâlih amellerin sevâbını bütün mü’minlerin rûhuna hediye etmek iyi ve makbûldür. Her birine ayrı sevâb ulaşır. Hakkında hediye etmek için niyet edilip okunan ve hediye edilen meyyitin sevâbı hiç eksilmez.”

“İnsanın izzeti, îmân ve ma’rifet iledir. Mal ve mevkî ile değildir.”

“İnsan her neye kavuşursa, başına ne gelirse bunların hepsi takdîr-i ezeliyye iledir.”

“İnsandan bu fânî dünyâda istenen, kulluk vazîfesini yerine getirip, ibâdetleri yapmasıdır.”

“Allahü teâlâ insanı beyhude yaratmadı ki, insan kendi hâline terk olunsun, istediğini yapsın, hevâ-yı nefse ve hoşuna giden şeye uysun! O, emirlere uymakla ve yasaklardan sakınmakla mükellef kılınmıştır, insan için bunu yapmaktan başka çâre yoktur. Bunu yapmayıp, nefsine, arzu ve hevesine uyanlar, âsi, inadcı kul olup, Allahü teâlânın gadabına uğrarlar ve çeşitli azâblara müstehak olurlar.”

“Vakitleri zikr ve tefekkür ile ma’mûr etmek lâzımdır. Vakti en mühim işler ile geçirmelidir. Yalnızken ve başkaları ile birlikte iken takvâ ve havf (korku) üzere olmalı ve ölüm ânını düşünüp, tefekkürü terk etmemelidir.”

“Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için can atarak gayret göstermek, vakti zikr ve tefekkür ile geçirmek lâzımdır. Gecelerin karanlığını istiğfar ile aydınlatmalı (geceleri çok tövbe etmeli) ve bu az vakitte (dünyâ hayâtında) âhıret azığını hazırlamalıdır.

“Bid’at ehline Resûlullah (s.a.v.) la’net edip; “Allahü teâlânın, melaikenin ve bütün insanların la’netleri üzerine olsun” buyurdu.

“Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Bid’at ehline buğz için ondan yüz çeviren kimsenin kalbini, Allahü teâlâ imân ve eman ile doldurur. Bid’at sahibini sürûr ile (neş’e ile) karşılayan, İslâmiyeti hafife almış olur.”

“Bid’atler yayılıp sünnetler terkedildiği zulmetli zamanda, İslâm ilimlerinin tahsili ve neşri en mühim işlerdendir. Ve Muhammed aleyhisselâmın sünnetini yaymak en büyük maksattandır.”

“Günahlardan hemen sonra tövbe yapılırsa ve tövbe günahtan sonra üç saat içinde yapılırsa o günah amel defterine yazılmaz.”

“Tövbe kapısı açıktır. Allahü teâlâ raûf ve rahimdir. Kimse kusurdan hâli değildir. Ümidli olmalıdır.”

“Kur’ân-ı kerîm okumak, Allahü teâlâ ile tekellüm (konuşmak) olur.”

“Cennete girmek ancak rahmet-i ilâhî iledir.”

“Ömrün en kıymetli zamanı gençlik zamanıdır. En kıymetli şey ise ma’rifetullahdır. Gençliğini en kötü şey olan hevâ ve heves peşinde harcayıp, ma’rifetullahı, ömrün en kötü zamanı olan ihtiyârlık zamanına bırakanlara yazıklar olsun!”

“Kıymetli ömrünü bu fâni ve denî (alçak) olan dünyâ için sarf eden kabiliyetli gençlere çok yazık! Onlar gençliklerini dünyâ için harcamakla, aldatıcı bir kahpeye âşık olmuşlar, kıymetli cevherleri saksı parçaları ile değişmişlerdir!”

“Mü’minin hesabı kısa bir zaman için olacaktır. Birinin hesabı diğerinin hesabını geciktirmez.”

“Dünyâ hayâtı çok kısadır. Bu birkaç günlük kısa fırsat zamanında, kabri ve kıyâmeti unutmamak (hazırlanmak) lâzımdır.”

“Dünyâ hayâtı gayet kısadır. Ebedî saadete kavuşmak dünyâ hayâtına bağlıdır. Saâdetli kimse; bu kısa dünyâ hayatındaki fırsatı ganîmet bilip, âhırette kurtuluşa sebeb olacak işleri yapan ve âhıret azığını hazırlayandır.”

“Son nefes korkusu bir ni’mettir ki, Hakkın dostları bu derde giriftardır (tutulmuşlardır).”

“Dünyâ hayâtı geçicidir. Bu birkaç günlük hayâtı ganîmet bilip, Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya sarfetmek lâzımdır. Denî dünyânın ni’metlerine dalmayıp, âhıreti istemek lâzımdır. Ebedî olan âhıreti ve âhıret ni’metlerini kazanmak için çalışmalıdır.”

“Rızık mukadderdir. Ziyâde ve noksan ihtimâli yoktur. Rızkın noksan veya ziyâde olması, Hak teâlânın husûsî fadlı iledir. Hiç kimsenin bunda bir katkısı yoktur.”

“Ticâret eşyasının ve sâimenin (senenin ekserisinde çayırda otlayan dört ayaklı hayvanların) zekâtını, müslüman fakirlere başına kakmadan seve seve vermelidir. Mal, zekâtını vermekle eksilmez. Hadîs-i şerîfte bildirildi ki: “Altın ve gümüş sahibi (bunlardan nisâb, ya’nî zekât verecek miktar kadarına sâhib olan), zekâtını vermezse, kıyâmet gününde altın ve gümüşleri levha yapılıp, Cehennem ateşinde kızartılıp, sahibinin alnı ve sırtı bunlar ile dağlanacaktır. Soğudukça yeniden kızartılıp tekrar dağlanacaktır. Kullar arasında hesaplaşmanın süreceği ve Cennet ehlinin Cennete, Cehennem ehlinin de Cehenneme girmesine kadar geçen ellibin sene müddetince, zekâtını vermeyen kimseye böyle azâb olunacaktır.”

“Sadakanın sevâbını evvelâ Resûlullahın (s.a.v.) rûhuna, sonra da diğer meyyitin rûhuna hediye etmelidir.”

“Seher vakitlerinde ağlamayı ve istiğfar etmeyi ganîmet bilip, en büyük iş olarak addetmelidir.”

“Seher vaktinde uyanık olmayı mümkün olduğu kadar elden bırakmamalı. Seher vaktinde ağlayarak namaz kılıp istiğfar etmeli ganîmet bilmelidir.”

“Attâr-ı Şibli (r.aleyh) kırk sene ağladı ve başını kaldırıp semâya bakmadı. Ağlamasının sebebi sorulunca; “Kabrin korkusundan ve kıyâmet gününün heybetinden ağlamaktayım” dedi. Semâya neden bakmıyorsun? diye sorulunca da; “Meclislerde kahkaha atarak çok güldüm. Bundan dolayı utanıp başımı kaldırıp bakamıyorum” buyurdu.

“İslâmiyete uymadıkça, hiçbir vakit ma’rifet-i ilâhî hâsıl olmaz.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mektûbât-ı Ma’sûmiyye (Muhammed Ma’sûm (k.s.))

2) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1044

3) Zübdet-ül-makâmât sh. 315

4) Hadarât-ül-Kuds sh. 262

5) Umdet-ül-makâmât sh. 251

6) Hadâik-ül-verdiyye sh. 191

7) Hak Sözün Vesîkaları sh. 319

8) Kıyâmet ve Âhıret sh. 102

9) İrgâm-ül-merid sh. 72

10) Hadîkat-ül-evliyâ sh. 109

11) Reşehât zeyli sh. 39

12) Nesimât-ül-üns

13) Ma’den-i cevâhir

14) Eşcâr-ül-huld

15) Esmâr-ül-eşcâr

16) Mahzen-ül-envâr-ı safi fî keşfi esrâr-il-müceddidî

17) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 199

18) Rehber Ansiklopedisi cild-12, sh. 291

19) Yevâkît-ül-Haremeyn

20) Makâmât-ı ahyâr sh. 28