Hindistan’da yaşıyan evliyânın en büyüklerinden. Seyyid olup, 977 (m. 1569) senesinde Semerkand’da doğdu. Hindistan’a gelip, Hâce Bâkî-billah hazretlerinin sohbeti ile şereflendi.
Hocasının vefâtına kadar Delhi’de hizmetinde bulundu. Hâce Bâkî-billah’ın vefâtında, İmâm-ı Rabbânî Delhi’ye teşrîf etmişti. Merhamet buyurup, Seyyid Mîr Muhammed Nu’mân’ı Serhend’e götürdü. Mîr Muhammed, uzun seneler İmâm-ı Rabbânî’ye hizmet etti ve sohbetinde bulundu. Sonra talebe yetiştirmesi için Burhânpûr’a gönderildi. 1060 (m. 1650) senesinde Egre şehrinde vefât etti.
Mîr Büzürk diye bilinen babası Mîr Şemseddîn Bedahşânî, asâleti, fazileti, ilmi, takvâsı, huzûru ve safâsı ile Bedahşan ve Mâverâünnehr’in meşhûrlarından idi. Tefsîr ve benzeri Arabî ilimlerde asrının bir tanesi idi. Doğduğu ve kaldığı yer, Bedahşan beldelerinden olan Keşm beldesidir. Kabri Kabil’dedir.
Mîr Büzürk’ün babası Celâleddîn ve yüksek dedesi Mîr Seyyid Hamîdeddîn de âlim ve müttekîlerden olup, meşhûr âriflerden idiler. Bunların eski dedelerinden biri mübârek bir zât olup, Şeyh Bülbül diye anılırdı. Zira Kur’ân-ı kerîm okduğu zaman, güzel sesini dinlemek için, bülbüller etrâfında toplanırlardı. O okurken, bülbüller feryâd edip öterlerdi. Ba’zan beş altı tanesi inleyip can verirlerdi.
Mîr Büzürk’ün büyükler yolundaki bağlılığı, Işkıyye yolunda olan cezbe ve kerâmetler sahibi ayakkabı satıcısı bir dervişe idi. O derviş, Semerkand zaviyelerinde kendini gizler, ayakkabı satmayı, kendi hâlini gizleme vâsıtası ederdi. Mîr Büzürk, kalbi güneş gibi parlak olan bu üstâddan şöyle anlattı: “Birgün Semerkand Câmii’nde, hocama kuvvetli bir vecd hâli geldi. İhtiyâr olduğu hâlde, sıçradı ve eni bir, yüksekliği iki adam boyu olan minberin bir tarafından öbür tarafına geçti ve oturdu, hiçbir yeri incinmedi.”
Mîr Büzürk ya’nî Seyyid Şemseddîn, aynı zamanda Kâsım Kermînî’nin de sohbetinde yetişmiştir. Bu hocası hakkında bir risale yazdı. Risalede geçen “Şeyh Kâsım” isimlerini de hürmeten altın suyu ile yazmıştı. Hocası bunu görünce, çok memnun olup; “Siz, fakirin ismini yüceltip, hürmet ettiğiniz gibi, Allahü teâlâ da sizi muhterem ve mükerrem eylesin” buyurdu. O günlerde Şehzâde Muhammed Hakim Mirzâ, Mîr Büzürk’e sevgi ifadeli bir mektûp gönderip, kendisini Kabil’e çağırdı. O da kabûl etti. Gidince çok saygı ve ta’zim gördü. Bu sultan vefât edip, o memlekete inançsızlardan biri hükümet edince, Mîr Büzürk hazretleri, duâ edip, dünyâdan göçmeyi istedi. Duâsı kabûl oldu ve 994 (m. 1586) yılında vefât etti.
Mîr Muhammed anlattı: “Babamın yetmiş ilmi bildiğine ve takvâ sahibi olduğuna inanırdım, ama evliyâdan olduğunu düşünmezdim. Birgün âriflerden olan ablam, bana dedi ki; “Babamı rü’yâmda gördüm. Oğlum Mîr Muhammed Nu’mân’a deki, bize i’tikâdı niçin sağlam değildir” dedi. O günden beri evliyâdan olduğuna da i’tikâdım sağlam oldu.”
Mîr Muhammed Nu’mân anlattı: “Azîz babam, dünyâya gelen her oğlunun ismini Muhammed aleyhisselâm ismi ile birlikte olacak diye karar vermiş. Çocuklarına; Celâleddîn Muhammed, Sa’deddîn Muhammed ve Ziyâeddîn Muhammed gibi adlar vermiş. Bunlar benim kardeşlerim idi. Ben annemin karnında üç-dört aylık idim. Babam, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sabit hazretlerini rü’yâda görmüş ve; “Bir oğlun dünyâya gelecek, ona benim ismimi, ya’nî Nu’mân ismini ver” buyurmuş. Babam, bana Muhammed Nu’mân ismini koymuş. 977 (m. 1569)’da Semerkand’da dünyâya gelmişim. Ben çocukken, ba’zı garîb hâller beni kaplar, beni benden alır, kendimden geçer dünyâyı unuturdum. Büluğa erince, Belh şehrinde Emîr Abdullah Belhî Işkî’nin huzûrunda, onun işâret ve müjdeleri ile ona talebe oldum ve tövbe ettim.”
Mîr Muhammed Nu’mân bundan sonra Hindistan’a gitti. Dînimizin emirlerine uyma isteğinin çokluğundan vaktin velîlerinin hizmet ve sohbetlerinde bulundu. Herbirinden vazîfeler aldı, meşgûl oldu. Şeyh Sa’îd Habeşî ile de müsâfeha ile şereflendi. Nerede bir derviş ismi duysaydı, onun sohbetine gider, onu canı gönülden sever, talebe olmayı arzu ederdi. Nihâyet muhakkıkların kutbu hazret-i Hâce Muhammed Bâkî’nin (k.s.) huzûruyla şereflendi. O büyük evliyâ, Mîr Muhammed’e nihâyetsiz lütuflarda bulundu. Onu kendi silsile dizisine, ya’nî talebeleri arasına aldı. Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin yoluna uygun zikr ve murâkabe ile şereflendirdi. Mîr Muhammed işini bırakıp, dünyâyı terk etti. Kalabalık ailesini alıp, tam bir tevekkül ile Bâkî-billah’ın huzûruna geldi.
Mîr Muhammed Nu’mân’ı, Fîrûz-âbâd Câmii’nin altında ikâmet ettirmeyi düşündüler. Bu câminin altında odalar vardı. Öyle odalar ki, asırlarca onlarda kimse oturmamıştı. Rutubetten nefes bile zor alınırdı. Hazret-i Hâce’nin emri ile, çoluk-çocuğu ile oraya yerleştiler. Mîr Muhammed Nu’mân’ın hâller sahibi ve sâlihadan olan hemşiresi (kız kardeşi) orada oturmaktan hastalandı. Hazret-i Hâce’nin temiz anneleri, Mîr’i ziyârete geldi. Oranın fenâ kokusundan bir saat orada oturamadı. Bu hâli gören anneleri, oğulları hazret-i Hâce’ye dönüp; “Ey oğlum, üstadım ve gözümün nûru! Sizin bu sevenleriniz burada ölmesinler!” dedi. Hazret-i Hâce; “Anneciğim, bunlar, bu gibi işler kalblerine ağır gelip, incinme düşüncesiyle buraya gelmediler. Onlar, Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için geldiler. Madem ki onların oradan çıkarılmasını istiyorsunuz. Öyle ise yeni eve taşıyalım” dedi. Sonradan Mîr Muhammed Nu’mân; “Evliyâlıkta ne kadar makamlara kavuşmuş isem, hepsi de Fîrûz-âbâd Câmii’nin altında ihsân edildi” buyurdu. Mîr Muhammed Nu’mân buyurdu ki: “Birkaç gün dînin emirlerine uygun olmayan, sekr hâlleri beni kapladı. Ne kadar uğraştıysam bu hâller benden kalkmadı. Nihâyet hazret-i Hâce Bâkî-billah’a bu hâlimi arzetmeyi düşündüm. Câmiye geldiğim zaman onlar da bana baktılar. Bu bakışlarının bereketi ile kalkmasını istediğim hâller, benden tamamen kalktı.” Hazret-i Hâce’nin talebelerinden olan bir vâli, hocasına rica edip; “Duydum ki, dergâhınızdaki fakir talebelerden bir kısmı aç kalıyormuş. Emrederseniz her gün hepsinin ihtiyâcını ben göreyim” dedi. Hazret-i Hâce eshâbından ba’zıları için buna izin verdiler. Bu esnada biri arzetti ki: “Mîr Muhammed Nu’mân da çok fakir ve ailesi kalabalıktır.” Hazret-i Hâce onun ihtiyâcının karşılanmasına râzı olmadılar ve; “Bunlar bizim bedenimizin parçalarıdır” buyurdu. Ya’nî vücûdumuzun parçasını bu gibi işlere yaklaştırmayız. Mîr Muhammed Nu’mân buyurdu ki: “O günlerde çok fakir ve parasız olduğum hâlde, bu inâyetlerini duyunca kendimden geçtim.”
Bâkî-billah vefât edinceye kadar, Mîr Muhammed Nu’mân’ı en güzel şekilde yetiştirip, olgunlaştırdı. Evliyâlıkta yüksek makamlar sahibi eyledi. Sonra da en önde gelen talebelerinden İmâm-ı Rabbânî hazretlerine havale eyledi. Mîr Muhammed bunu şöyle anlattı: “Hazret-i Hâce’nin vefâtlarından önceki günlerde, bir gece uyumayıp hizmet eyledim. Bana baktılar. Bu bakışlarının te’sîri ile bir hâl zâhir oldu ki, her ne yaparsam; “Acaba Allahü teâlânın rızâsına uygun mudur, değil midir?” diye düşünceye dalardım. Hattâ öyle oldu ki, eğer bir yere bir adım atsam; “Acaba rızâsına uygun mu, değil mi?” derdim. Döndüğüm zaman da, şu düşüncelere gark olurdum ki; “Bu vakit onlara teslim ve rızâ vaktidir. Ve o kıymeti takdîr olunmayan deryadan, bu kalbi susamışın kalbine bir yudum su sunmak zamanıdır.”
Hazret-i Hâce (k.s.) hazret-i İmâm’a (ya’nî İmâm-ı Rabbânî hazretlerine), talebe yetiştirme icâzeti verdikleri ve bütün eshâbını onlara ısmarladıkları zaman, her talebesini ayrı ayrı çağırıp veda etti. Sonra hazret-i İmâm’ın huzûruna gönderdi. Hazret-i İmâm-ı, talebelerin terbiyesine vekîl eylediler. Talebelerine de, onların huzûrunda bizi ta’zim etmeyiniz, hattâ bize teveccüh eylemeyiniz” buyurdu. Bana da; “Ahmed-i Fârûk’a hizmeti kendi saadetin, kurtuluşun bil, her emrini yerine getir” buyurdu. Üstadımın büyüklüğünü düşünüp, bu sözleri bana ağır geldi ve; “Kalbimin aynası, ancak sizin yüksek kalbinizin parlak nûruna karşı duruyor. Onlar ne kadar büyük olsa da bu böyledir” diye arzettim. Kızarak buyurdular ki: “Meyan Şeyh Ahmed, bizim gibi binlerce yıldızı örten, göstermeyen bir güneştir. Geçmiş evliyânın en büyüklerindendir.” Bundan sonra inanarak, isteyerek ve severek hazret-i İmâm’ın hizmetine ve huzûruna kavuşmayı arzu eyledim.
Hazret-i Hâce vefât edince, İmâm-ı Rabbânî ta’ziye için Delhi’yi şereflendirdiler. Mîr Muhammed Nu’mân, kalbinin kırıklığını, garîbliğini, miskinliğini, nasîbsizliğini, istidâtsızlığını ve hazret-i Hâce’nin, kendisini İmâm’a havale ettiğini hatırlatan bir mektûp yazdı. Metupda; “Merhametinize kavuşmak için, Peygamberlerin efendisinin (s.a.v.) hânedanına mensûb olmaktan başka vesilem yoktur. Peygamberlerin efendisinin sadakası olarak bana acıyın” diye arz etti. Hazret-i İmâm bu mektûbu okuyunca, kalbine bir incelik geldi. Buyurdu ki: “Mîr, ümidsiz olmasın. İnşâallahü teâlâ daha iyi olacak”. Yine buyurdu: “Hâce’nin eshâbı arasında, Mîr’in bize husûsi bir bağlılığı vardır.” İmâm-ı Rabbânî hazretleri Serhend’e giderken, Mîr’i de yardım ve terbiyelerine alıp, yanlarında götürdüler.
Mîr Muhammed Nu’mân, senelerce hazret-i İmâm’ın sohbetinde bulundu. Bir defasında İmâm-ı Rabbânî hasta oldu. Bu hastalığında ölmek veya yaşamak, hazret-i İmâm’ın irâdesine bırakılmıştı, İmâm-ı Rabbânî hazretleri; “Eğer ölümü istersem, emâneti ehli olan birine bırakmak lâzım” diye düşündüler. O zaman bu ağır yükü yüklenebilecek, büyük oğulları Hâce Muhammed Sâdık ve hazret-i Mîr Muhammed Nu’mân’dan başkası bulunmadığından, bu emâneti onlara ısmarlamak istedi. Bunun için de ba’zı makamları, bu iki azîzin istidâtlarına göre, onların kalblerine akıttılar. Sonra oğullarının ve sevdiklerinin yalvarmaları ile yaşamak tarafını seçtiler. Allahü teâlâya yaptığı duânın hemen akabinde sıhhate kavuştular.
Bundan sonra Mîr Muhammed Nu’mân’a olan yardımları ve onu ilerletme vesileleri her gün arttı. Dâima husûsî lütuf ve ihsânlarda bulunup, onun hâllerini yükseklere çıkardı. 1018 (m. 1609) yıllarında hilâfet verdiler. Dînin yayılması için Burhânpûr’a gönderdiler, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bizzat el yazıları ile yazdıkları hilâfetnâmeleri şudur: “Allahü teâlâya hamd ederim. Resûlüne ve O’nun mükerrem âline salâtü selâm ederim. Ehlullahın yolunda ilerleyip, ârif-i billah olan sâlih ve olgun kardeşim Seyyid Mîr Muhammed Nu’mân (Allahü teâlâ onu ve bizi dâima rızâsında bulundursun) bu fakirin tavassutu ile, Nakşibendiyye meşâyıhının yoluna girdi. Onların yolunda ilerledi. Talebeye fâide verecek hâle gelince, bu yolun ta’limi için kendisine icâzet verdim, icâzetin şartı; dînin emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmak, büyüklerimizin yolunda gitmekte sabır ve sebat etmektir. Allahü teâlânın yolunda gidenlere ve Peygamber efendimize (aleyhi ve alâ âlihissalâtü vet-teslîmât) uyanlara selâm olsun.”
Mîr Muhammed Nu’mân hazretleri iki defa bu muazzam beldeye (Burhânpûr’a) gittiler. Bu şehirde, ilim, söz, hâl, kemâl ve ikmâl sahibi Muhammed Fadl ve Şeyh Îsâ (r.aleyhimâ) gibi büyük zâtlar vardı. Mîr’in çalışmaları netice vermeyip, Nakşibendî yolu bu beldede revaç bulmadı. Hazret-i İmâm’ın huzûruna geldi ve hakîkati anlattı. Hazret-i İmâm, üçüncü defa aynı şehirde insanlara dînimizin emir ve yasaklarını tebliğ etmelerini emr edip, “Bu son şekil, inşâallah, eskilere benzemez” buyurdular.
Hazret-i Mîr emre uyarak tekrar Burhânpûr şehrine gitti. Bu defa orada büyük kabûl gördü. Sohbeti ve hâli öyle oldu ki, anlatılması için ayrı bir kitap yazmak gerekir. Kısaca sohbetine giden fakîr olsun, zengin olsun, gâfil veya huzûr sahibi olsun, sohbet ve tasarrufunun te’sîrinden kendinden geçerdi. Ba’zıları bu aşk sarhoşluğu kendisini kapladığında, gayr-i ihtiyârî elbiselerini yırtar, kendinden geçmiş bir hâlde yerde vuvarlanırdı. Hattâ bunların o hâllerini görenler aynı hâle düşerler, yerde yuvarlanırlardı. Bu büyük velînin tasarruf muâmelesi o hâle ve dereceye ulaştı ki, o şehirdeki büyük âlimlerin talebelerinden çoğu gelip, onun talebeleri arasına girdiler. Çoğu fâsıklar, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyan tam bir mü’min oldu. Çok ayıklar, muhabbet şarâbı ile kendinden geçtiler.
Mîr Muhammed Nu’mân anlattı: “Bir gece rü’yâda hocam İmâm-ı Rabbânî’yi gördüm. Bir yerden mübârek dergâhına gelmişim. Kapıda bekliyorum, içerden çıkıp beni ayakta, başı önüne eğik, muhtaç hâlde görünce memnun oldu. Çok teveccüh edip, beni kucakladı ve yanındakilere buyurdu ki: “Mîr, yoldan geldi. Harareti vardır. Meyva suyu getiriniz.” önüme beyaz bir kâse getirdiler. Hazret-i İmâm; “Mîr, bu kâseyi al ve hepsini iç ve ondan hiç kimseye bir damla verme!” buyurdu. O meyve suyunu tamamen içtim. Bundan sonra mübârek hocam yüzünü kıbleye dönüp ellerini kaldırdı ve; “Ey Allahım! Muhammed Resûlullaha mahsûs olan nisbeti Mîr’e nasîb eyle!” diyerek, duâ etti ve ellerini mübârek yüzüne sürdü. Sonra yine ellerini kaldırıp; “Yâ Rabbî, bana mahsûs olan nisbeti de Mîr’e ihsân eyle” dedi. Bu rü’yâdan uyanınca, bunu hazret-i İmâm’a arz ettim ve ta’birini istirhâm ettim. Cevap vermediler. Huzûrlarından ayrıldım. Bir müddet sonra şu mektûbu bana gönderdiler.
“Birgün sabah namazından sonra eshâbımla oturuyordum. Gayr-i ihtiyâri size teveccüh eyledim. Hissettiğim zulmet ve bulanıklıkların giderilmesine gayret ettim. Böylece sizin kemâl hâliniz ayın ondördü gibi oldu. Hidâyet güneşine verilen herşey o dolunaya aksetti. Hattâ kemâl cihetinden fark kalmadı. Ancak bundan sonra zarfı genişletmek ve genişlediği kadar onu doldurmak kaldı. Uzun zaman bu ma’nânın temsilî sûretini, doğruluğunu gösteren bir yakînin hâsıl olması için, nazarımda tuttum. Bunun için Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun. Bu ni’mete kavuşmanız, gördüğünüz ve ta’birini çok istediğiniz o rü’yâ sebebiyledir. Allahü teâlâya hamd-ü senalar olsun ki, borcunuz tamamen ödendi ve va’d edilen tahakkuk etti. Verilen söz yerine geldi. Temennimiz, kavuştuğunuz bu kemâle, insanları da kavuşturmanız ve o memleketin köyünü, sahrasını mübârek vücûdunuzla aydınlatmanızdır.”
Hakîkaten Mîr Muhammed Nu’mân, hazret-i İmâm’ın eshâbı arasında, İmâm’a aşk ve muhabbet ile bağlananların en önde geleni idi. Bu yüzden Hindistan’daki şöhret ve hizmeti güneş gibi açıktır. Kendisine bağlananlar o kadar çok oldu ki, ba’zı düşmanlar vaktin sultânına; “Sizin saltanatınız, hudud şehriniz Burhânpûr’da sona erer. Çünkü orada hazret-i Mîr dedikleri bir derviş vardır ki, yüzbin Özbek talebesi süvari hâlde emrindedir. Sultan te’sîr altında kalıp, hazret-i Mîr’i Burhânpûr’dan çağırdı ve; “Size niçin hazret-i Mîr diyorlar” dedi. O da; “Ben seyyidim. Seyyide Mîr derler. Hazret demelerinden râzı değilim, emr ediniz demesinler” buyurdu. “Yüzbin müridin varmış” dedi. Hazret-i Mîr, tebessüm etti. Sultan, orada olanlara; “Bakın, ben onunla konuşuyorum, o ise gülüyor. Bu dervişin böbürlenmesini anlıyorsunuz değil mi?” dedi. Mîr’i seven ve hürmet eden Mehabet Hân orada idi. Sultânın sözüne katılmış görünerek dedi ki: “Onun üstadı, memleketleri halîfelerine taksim etmiştir. Bunu Burhânpûr’a verdi. Bunun oradaki makam ve mertebesi o derecededir ki, bizim ve sizin gibilerin orada varlığı hissedilmez.” Sultan, Mehabet Hân’ın da bu dervişe düşman olduğunu sanıp; “Onu sana bıraktım” dedi. Mehabet Hân, Mîr Muhammed Nu’mân hazretlerini kendi evine götürdü, yakınlık ve muhabbet gösterdi. Çeşitli ziyâfetler ikram eyledi. Söz sahibi kimseler ve diğerleri, karınca ve çekirgeler gibi hazret-i Mîr’in ziyâretine geldiler. Çok adaklar yapıp, yerine getirdiler. Sultan bunu işitince, Mehabet Hân’a kızdı. O da; “Pâdişâhım, bu derviş beş vakit namaz kılar, başka hiçbirşey yapmaz” diye arz etti. Pâdişâh, Mîr’in Burhânpûr’da kalmayıp başşehir Ekberâbâd’da bulunmayı kabûl ederse onu bırakalım dedi. Mîr hazretleri kabûl etti ve Ekberâbâd’da oturmaya râzı oldu. Orada taliblere ders vermeye başladı.
Mîr Muhammed Nu’mân hazretleri, birgün dervişlerden bir grupla, kendisini sevenlerden birinin evine da’vet edildi. Mîr, ev sahibini huzûruna çağırıp; “İkramda ifrata, aşırılığa gitmemesini söyledi ve yemeklerde sakın hiç şüpheli birşey bulunmasın” buyurdu. O da elden geldiği kadar ihtiyâtlı hareket etti. Ama hazret-i Mîr’in yanında kalabalık bir cemâat bulunduğundan, pekçok keçi ve koyun kestiler. Aniden, kesilen bu hayvanların birinin eti üzerinde sayısız kurdlar peyda oldu. Öyle ki, bir anda etten kemiğe geçtiler. Hazret-i Mîr’e getirdiler; “Bunun için çok dikkat edin demiştik. Bu keçi, helâlden değildir. Allahü teâlâ bu kurdlarla bunu bize gösteriyor. Bununla beraber yine de araştırın” buyurdu. Araştırdılar. Anlaşıldı ki, bu keçi, hayvan zekâtı toplama me’mûru arkadaşının zulmen alıp, kendisine gönderdiği ve ev sahibinin bundan hiç haberi olmadığı bir hayvan idi.
Mîr’in muhlislerinden biri evlenmişti. Kayınpederi ona çok sert davranıyor ve eziyet ediyordu. Bu muhlis, sıkılarak, utanarak hâlini hazret-i Mîr’e arzetti. Hazret-i Mîr ona acıdı ve; “Hiç üzülme, kayınpederin yakında bu dünyâdan gider” buyurdu. İki-üç gün sonra öldü ve o talebe onun şerrinden kurtuldu.
Mîr Muhammed şöyle anlatır: “Yine birgün Resûlullah’ı rü’yâda gördüm. Hazret-i Ebû Bekr de yanında idi. Buyurdular ki: “Ey Ebû Bekr! Oğlum Muhammed Nu’mân’a de ki; “Şeyh Ahmed’in makbûlü benim makbûlümdür. Şeyh Ahmed’in merdûdu benim merdûdumdur. Benim merdûdum da Allahü teâlânın merdûdudur.” Bu müjdeyi işitince, son derece sevinip; “Elhamdülillah ki, ben hazret-i İmâm’ın makbûlüyüm. O hâlde Allahü teâlânın da makbûlü oluyorum” diye içimden geçirdiğimde, Resûlullah (s.a.v.) hazret-i Sıddîk-ı Ekber’e buyurdular ki; “Oğlum Muhammed Nu’mân’a de ki; Onun makbûlü olan, Şeyh Ahmed’in de makbûlüdür, benim de, Allahü teâlânın da makbûlüdür. Onun merdûdu, Şeyh Ahmed’in, benim ve Allahü teâlânın merdûdumuzdur.”
Yine birgün rü’yâda, pâdişâhların cülus veya tebrik günlerinde yaptıkları gibi, bir meydana büyük bir çadır kurulduğunu gördüm. Bütün insanların yaşadığı memleketler o çadırın altında kalıyordu. Dünyâdaki pâdişâhlar, hâkimler, memleketin idâresini yürüten âmirler ve devlet erkânı hep orada bulunuyorlardı. Köyler, şehirler, çarşılar, yollar, ölüm, hayat, fakirlik, zenginlik, efendilik, hizmetçilik hep orada... Bütün o erkân, iş yapmak için, çadırın tepesindeki deliğe bakıyorlar ve ardından ikinci bakışları dünyâya ve dünyâdakilere oluyordu, iş yapanlardan herbirine oradan bir iş buyuruluyordu. Hatırımdan, “Ben de yukarı bakayım, orada ne vardır ki, bütün bu erkân oradan emir alıp, iş yapıyorlar” diye geçti. Başımı kaldırdım ve bir göz attım. Gördüm ki, çadırın orta direğinin en üst noktasında bir pencere var ve hazret-i İmâm orada oturmuş, mübârek yüzünü o pencereye koymuş, işâret ediyor. Bütün dünyâdaki devlet erkânı, yapacakları işleri onun o işâretlerinden anlıyor, birbirine uyan ve uymayan işleri, hep o bir işâretten çıkarıp yapıyorlardı.
Yine birgün sabah namazından sonra câmide oturmuş murâkabe ile meşgûl oluyorduk. Hocam ile karşı karşıya oturmuştuk. Bir ara başımı meşgûliyetimden kaldırdım. Gördüm ki, hazret-i İmâm’ın yerinde Resûlullah efendimiz (s.a.v.) oturuyor. Üzerimi bir heybet kapladı. Hemen başımı önüme eğdim ve kalb meşgûliyetine müteveccih oldum. Bir müddet sonra, tekrar başımı kaldırdım. Gördüm ki, hazret-i İmâm da, Server-i kâinatın (s.a.v.) yanında oturuyor. Tekrar murâkabe için başımı eğdim. Bir an sonra yine başımı kaldırdım. Gördüm ki, Resûlullahın (s.a.v.) yerinde hazret-i İmâm, hazret-i İmâm’ın yerinde de, Resûlullah (s.a.v.) oturuyor. Tekrar murâkabeye koyuldum. Bir zaman sonra başımı kaldırınca, iki yerde de Resûlullah’ı (s.a.v.) gördüm. Biraz sonra ikisini de hazret-i İmâm buldum. Daha sonra gördüm ki, hazret-i İmâm yalnız olarak oturuyordu. Bu gördüklerim baş gözü ile olmuştur. Rü’yâ ve vak’a hâli değildir.”
Hazret-i İmâm’ın “Mektûbât” isimli üç cild, değer biçilmez eserinde, Mîr Muhammed Nu’mân hazretlerine yazılmış çok mektûplar vardır. Bunlardan bir kısmı aşağıdadır.
“... Üstadım Hâce Muhammed Bâkî-billah’dan (k.s.) işittim. Buyurdu ki, Şeyh Muhyiddîn-i Arabî (r.aleyh) yazıyor ki: “Kerâmet ve hârikaları çok görülen evliyâ, son nefeslerinde, bunları gösterdiklerine pişman olmuştur. Keşke hiç kerâmetimiz görülmeseydi demişlerdir.” Evliyânın üstünlüğü, hârikaların görülmesi ile ölçülseydi, bunların görünmesine pişman olmak yersiz olurdu.
Suâl: Vilâyette, hârika görünmesi şart olmayınca, hakîki velî ile, yalancı şeyhler birbirinden nasıl ayrılır?
Cevap: Bu dünyâda evliyânın belli olması lâzım değildir. Doğru ile yalancının karışması lâzımdır. Bu dünyâda hak ile bâtılın, doğru ile yanlışın karışması lâzımdır. Velînin, kendi vilâyetini bilmesi de şart değildir. Kendi vilâyetini bilmiyen evliyâ çok idi. Bunları, başkaları nasıl tanıyabilir? Tanımalarına lüzum da yoktur. Evet, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) hârikalar göstermesi lâzımdır. Böylece, nebi, nebî olmıyandan ayrılır. Çünkü, nebinin peygamberliğini tanımak herkese lâzımdır. Evliyâ, insanları, kendi peygamberinin dînine çağırdığı için, peygamberinin mu’cizeleri kendilerine yetişir. Evliyâ, eğer dinden başka birşeye çağırmış olsaydı, o zaman, hârikalar göstermesi elbette lâzım olurdu. Dîne çağırdığı için hârika göstermesi hiç lâzım değildir. Din âlimleri, herkesi, kitaplarda yazılan emirleri yapmağa çağırıyor. Evliyâ, hem buna çağırıyor, hem de dînin bâtınına da’vet ediyor, önce, dîne çağırıyor. Sonra Allahü teâlânın ismini zikr etmeği gösteriyor. Her zaman, aralıksız olarak, zikr-i ilâhi ile olmağı ehemmiyetle istiyorlar. Böylece vücûdu zikr kaplayıp, kalbde Allahü teâlâdan başka birşey bulundurulmaz. Herşey öyle unutulur ki, insan kendini ne kadar zorlasa, Allahü teâlâdan başka birşey hatırlayamaz. Bu iki türlü da’vet için, evliyânın hârikalar göstermesine niçin lüzum olsun? İrşâd etmek, bu iki da’veti yapmak demektir.
Hârikanın, kerâmetin burada hiç yeri yoktur. Şunu da söyliyelim ki, uyanık bir talebe, tasavvuf yolunda ilerlerken, üstadının nice hârikalarını, kerâmetlerini hisseder. O bilinmez yolda, her an, onun mededine baş vurup, hep yardımına kavuşur. Evet, başkaları için hârikalar göstermesi lâzım değildir. Fakat, talebesine her an kerâmet göstermekte, hârikalar, üst üste gelmektedir. Talebesi, üstadının hârikalarını his etmez olur mu ki, ölü olan kalbine hayat vermektedir. Onu, müşâhedelere keşflere kavuşturmaktadır. Câhiller, ölüyü diriltip, mezardan çıkarmağı, büyük kerâmet sanır. Büyükler ise, ölü kalbleri diriltmeğe, hasta rûhları tedâvi etmeğe ehemmiyet verir. Sofiyye-i âliyyenin büyüklerinden, Hâce Muhammed Pârisâ: “İnsanların çoğu ölüleri dirilteni büyük bildiğinden, Allahü teâlâya yakın olanlar, bunu yapmak istemeyip, ölü rûhları diriltmişler, talebenin ölü kalblerini diriltmeğe çalışmışlardır. Doğrusu da, kalbleri, rûhları diriltmek yanında, ölüleri diriltmenin hiç kıymeti yoktur. Hattâ abes, ya’nî fâidesiz şeyle vakit gayb etmek olur. Çünkü, ölüyü diriltmek ona birkaç günlük ömür kazandırır. Kalblerin diriltilmesi ise sonsuz hayâta kavuşturur. Zâten, Allahü teâlâya yakın olanların vücûdları kerâmettir. İnsanları Allahü teâlâya da’vet etmeleri, Hak teâlânın rahmetlerinden bir rahmettir, ölü kalbleri diriltmesi, hârikaların en büyüğüdür. İnsanların selâmeti, onların varlığı iledir. Mahlûkların en kıymetlisi onlardır. Allahü teâlâ, onlar ile rahmet yağdırıyor. Onlar sebebi ile rızk gönderiyor. Onların sözleri devadır. Acıyarak bir bakışları şifâdır. Onlar, celîs-i ilâhîdir. Allahü teâlânın lütufları, ihsânları, onların bulunduğu yerden eksik olmaz. Yanlarında bulunanlar kötü olmaz. Onları tanıyanlar mahrûm kalmaz” buyuruyor.
O büyükleri, yalancılardan ayıran farkların en açığı; her sözlerinin, hareketlerinin dîne uygun olması, yanlarında bulunanların kalblerinde, Allahü teâlânın korkusu ve sevgisi hâsıl olmasıdır ve başka şeylerden soğumalandır. Evliyâ ile münâsebeti olanlarda, bu alâmetler hâsıl olur. Münâsebetleri olmayanlar, zâten herşeyden mahrûmdur. Fârisî beyt tercümesi:
İyiliğe elverişli olmıyan kimse,
Fâidelenemez, Peygamberi de görse...”
(2. cild, 92. mektûp)
Diğer bir mektûbunda sorulan ba’zı suâlleri şu şekilde cevaplandırmıştır.
“Suâl: Peygamberler (aleyhimüssalevât) ve velîler “aleyhimürrıdvân”, hep derd ve belâ içinde yaşadı. Hattâ “Belâlar, mihnetler, ençok peygamberlere, sonra evliyâya, sonra bunlara benziyenlere gelir” buyuruldu. Hâlbuki, Şûra sûresi 30. âyetinde meâlen; “Size gelen belâlar, kabahatlerinizin cezasıdır” buyuruldu. Bu âyet-i kerîmeye göre, derdlerin çokluğu, günâhın çokluğunu gösterir. Peygamber ve velî olmayanların, çok sıkıntı çekmesi îcâb eder. Dostlarına neden derd, belâ veriyor? Düşmanları rahat ve ni’metler içinde, dostları mihnetler, belâlar içinde nasıl olur?
Cevap: Dünyâ, zevk için, lezzet için yaratılmadı. Âhıret, bunun için yaratılmıştır. Dünyâ ile âhıret, birbirinin zıddı, tersidir. Birini sevindirmek, ötekinin gücenmesine sebep olur. Ya’nî, birinde zevk aramak, ötekinde elem çekmeğe sebep olur. O hâlde, dünyâda ni’metleri, lezzetleri çok olanlar, (bunlara lâzım olan şükrü yapmazlarsa) âhırette çok korkacak, çok acı çekecektir. Bunun gibi dünyâda (tehlikelerden sakındığı, çalışdığı hâlde) çok acı çeken mü’min, âhırette çok lezzete kavuşacaktır. Dünyânın ömrü, âhıretin uzunluğu yanında, deniz yanında bir damla kadar bile değildir. Daha doğrusu, sonu olan, sonsuz ile ölçülebilir mi? Bunun için dostlarına merhamet ederek, sonsuz ni’metlere kavuşmaları için, dünyâda birkaç gün sıkıntı çektiriyor. Düşmanlarına, hîle, istidrâc yaparak, biraz lezzet verip, çok elemlere sürüklüyor.
Suâl: Fakîr olan kâfir, dünyâda da, âhırette de sıkıntı çekiyor. Bunun dünyâda çektiği sıkıntılar, âhırette lezzete kavuşmasına sebep olmayacak. Bunun sebebi nedir?
Cevap: Kâfir, Allahü teâlânın düşmanıdır. Sonsuz azâb görmesi lâzımdır. Dünyâda, ona azâb yapmamak, kendi hâline bırakmak, ona iyilik, lezzet demektir. Hattâ bunun için, “Dünyâ, kâfirlerin Cennetidir” buyuruldu. Kâfirlerden bir kısmına, dünyâda azâb yapmamakla iyilik ettikleri gibi, ayrıca ni’metler, lezzetler de verirler. Bir kısmına ise, yalnız azâb yapmamak ile iyilik edip, ayrıca lezzetler vermezler. Bunların hep, hikmetleri, fâideli sebepleri vardır.
Suâl: Allahü teâlâ, herşeye kâdirdir. Dostlarına, hem dünyâda, hem de âhırette ni’metler, lezzetler verseydi ve dünyâda verdiği lezzetler, âhırette, bunların elem çekmesine sebep olmasaydı, daha iyi olmaz mı idi?
Cevap: Bunun çeşitli cevapları vardır:
1. Cevap: Dünyâda, birkaç gün derd, belâ çekmeselerdi, Cennetin sonsuz lezzetlerinin kıymetini anlamazlardı ve ebedî sıhhat ve afiyet ni’metlerinin kıymetini bilmezlerdi. Açlık çekmiyen, yemeğin lezzetini anlamaz. Acı çekmeyen, rahatlığın kıymetini bilmez. Dünyâda bunlara elem vermek, sanki daimî lezzetleri arttırmak içindir. Bu elemler, bir ni’met olup, câhil halkı denemek için, büyüklere verilen ni’metler, elem olarak gösterilmektedir. Yabancılara elem şeklinde gösterilen, dostlar için ni’mettir.
2. Cevap: Belâlar, sıkıntılar, câhil için sıkıntı ise de, bu büyüklere, sevdiklerinden gelen herşey, tatlı olmaktadır. Ni’metlerden lezzet aldıkları gibi, belâlardan da lezzet duyarlar. Hattâ, belâ sâdece sevgilinin arzusu olup, kendi istekleri karışmadığı için, daha tatlı gelir. Ni’metlerde bu lezzet bulunamaz. Çünkü ni’metlerde, nefslerinin istekleri de vardır. Belâ gelince, nefsleri ağlamakta, inlemektedir. Bu büyükler, belâyı ni’metten daha çok sever. Belâ bunlara, ni’metten daha tatlı gelir. Bunların dünyâdan aldıkları lezzet, belâlardan, musibetlerden gelmektedir. Dünyâda derd ve belâ olmasaydı, bunların gözünde, dünyânın hiç değeri olmazdı. Dünyânın acı hâdiseleri olmasaydı, onu boş, abes görürlerdi.
O hâlde, Allahü teâlânın dostları, dünyâda da, âhırette de lezzetli ve sevinçlidir. Derdlerden aldıkları lezzetler, âhıret lezzetlerinin azalmasına sebep olamaz. Âhıret lezzetlerini gideren, câhillerin aradıkları lezzetlerdir. Yâ Rabbî! Dostlarına nasıl ihsân yapıyorsun ki, başkalarına verdiğin” ni’metler, bunlara da rahmettir. Onlara derd, elem olanlar da, bunlara ni’mettir. Başkaları ni’met gelince sevinir. Derd gelince üzülür. Bu büyükler, ni’metde de sevinçli, derde de sevinçlidir. Çünkü bunlar, işlerin güzelliğine, çirkinliğine bakmıyor, işleri yapanın güzelliğine bakmaktadırlar. O, güzellerin güzelidir, işleri yapan sevgili olduğu gibi, işleri de sevgili olmakta ve tatlı gelmektedir. Bu dünyâda herşey, güzel olan yapıcının işi olduğundan, derd ve zarar verse de, bunlara, istedikleri ve sevdikleri şey olmaktadır. Kendilerine tatlı gelmektedir. Yâ Rabbî! Bu nasıl lütuf ve ihsândır ki, bu gizli ve kıymetli ni’metleri, yabancılara sezdirmeden, dostlarına gönderiyorsun! Bunları, her an, kendi arzuna râzı bulundurup, zevk ve lezzet içinde tutuyorsun! Başkalarına derd, ayıp, aşağılık olarak gönderdiklerin, bunlar için, cemâl ve kemâl oluyor. Bunların arzularını, arzu edilmiyen şeyler içine yerleştirdin. Dünyâ lezzet ve zevklerini, başkalarının tersine olarak âhıret derecelerinin lezzetlerinin artmasına sebep eyledin. Bu, Allahü teâlânın büyük ni’metidir. Dilediğine ihsân eder. Allahü teâlâ, büyük ihsân sahibidir.
3. Cevap: Bu dünyâ, imtihan yeridir. Burada hak, bâtıl ile, haklı, haksız ile karışıktır. Burada dostlarına sıkıntılar, belâlar vermeseydi, yalnız düşmanlarına verseydi, dost, düşmandan ayrılır, belli olurdu, imtihanın fâidesi kalmazdı. Hâlbuki, gayba îmân etmek lâzımdır. Dünyânın ve âhıretin bütün se’âdetleri, görmeden inanmağa bağlıdır. Hadîd sûresi, 25. âyetinde meâlen; “Allahü teâlâ, peygamberlerine, gaybdan, görmeden, yardım edenleri bilmek için...” bu hâl bildirilmektedir. Demek ki, dostlarını mihnet ve belâ içinde göstererek, düşmanlarının gözünden sakladı. Böylece dünyâ, imtihan yeri oldu. Dostları, görünüşde belâda, hakîkatde ise, zevk ve lezzettedir. Düşmanlar, böylece zarar ve ziyan etmektedir.
Peygamberlerin “aleyhimüssalevât” muharebelerde düşmanlarla döğüşmesi de böyle olurdu. Bedr gazâsında müslümanlar, Uhud gazâsında kâfirler galip gelmişti. Allahü teâlâ bu hâli, Âl-i İmrân sûresi, 140. âyetinde bildirmektedir.
4. Cevap: Evet, Allahü teâlâ herşeye kâdirdir. Dostlarına hem dünyâda hem de âhırette rahatlık verebilir. Fakat, âdeti böyle değildir. Kudretini, hikmeti ve âdeti altına gizlemeği sever. İşlerini, yaratmasını, sebepler altında gizlemiştir. O hâlde, dünyâ âhıretin aksi olduğundan, dostların, âhıret ni’metlerine kavuşmak için, dünyâda sıkıntı çekmeleri lâzımdır. (Allahü teâlânın dostları, dertlere, belâlara, tehlikelere karşı tedbîr alır. Bunlardan kurtulmağa çalışır. Dayanılamayacak şeylerden kaçınmak, peygamberlerin sünnetidir. Tedbirlere, çalışmalara rağmen başa gelen belâlardan zevk alırlar. Derdlerden zevk almak, yüksek derecedir. Çok az seçilmişlerin yapacağı iştir.)
Asıl Cevap: Dertlerin, belâların gelmesine sebep, günah işlemektir. Fakat, belâlar, sıkıntılar, günahların af edilmesine sebep olur. O hâlde dostlara, belâları, sıkıntıları çok vermek lâzımdır ki, günahları kalmasın. Dostların günahını, düşmanların günahları gibi sanmamalıdır. “İyilerin, iyilik etmek olarak bildikleri şeyleri, dostlar, günah işlemek bilirler” buyuruldu. Bunlardan günah ve kusur sâdır olsa da başkalarının günahları gibi değildir. Yanılmak ve unutmak gibidir. Niyet ederek, karar vererek yapılmış değildir. Âdem (aleyhisselâm) için, Tâhâ sûresi, 115. âyetinde meâlen, “Âdeme önce söyledik. Fakat unuttu. Azm ile, karar ile yapmadı” buyuruldu. O hâlde, dostlara gelen dertlerin, belâların, musibetlerin çok olması, günahların çok af edildiğini gösterir. Günahların çok olduğunu göstermez. Dostlarına çok belâ vererek, günahlarını af eder, temizler. Böylece bunları, âhıret sıkıntılarından korur. Resûlullah (s.a.v.) ölüm hâlinde, şiddet ve sıkıntıda iken, Fâtıma (r.anhâ) babasını çok sevdiği ve çok acıdığı için Peygamberimiz (s.av); “Fâtıma, benden bir parçadır” buyurmuş olduğu için, o da sıkılıyor, kıvranıyordu. Kızının bu hâlini görünce, onu teselli etmek için: “Babanın çekeceği sıkıntı, ancak bu kadardır. Başka hiçbir sıkıntı görmez!” buyurdu.
Cehennemdeki çok şiddetli azâbların, birkaç günlük sıkıntı ile giderilmesi ve günahların temizlenmesi için dünyâda sebepler gönderilmesi ne büyük ni’mettir. Dostlara bu muâmele yapılırken, başkalarının günahlarının hesabını âhırete bırakıyorlar. O hâlde dostlara dünyâda çok dert ve belâ vermesi lâzımdır. Başkaları, bu ihsâna lâyık değildir. Çünkü, büyük günah işlerler, yalvarmaz, boyun bükmez, ağlamaz ve O’na sığınmazlar. Günahları sıkılmadan işlerler ve kasd ile, plânlayarak işlerler. Hattâ inat edercesine işlerler. Hattâ, Allahü teâlânın âyetleri ile alay edecek, inanmıyacak kadar ileri giderler. Ceza, suçun büyüklüğüne göre değişir. Günahı küçük olur ve suçlu boynunu büküp yalvarırsa, bu suç, dünyâ dertleri ile af olunabilir. Fakat, günah büyük, ağır olur ve suçlu inadcı, saygısız olursa, bunun cezası âhırette sonsuz ve çok acı olmak lâzım gelir. Nahl sûresi, 33. âyetinde meâlen; “Allahü teâlâ, onlara zulm etmez. Onlar, kendi kendilerine zulm edip, ağır cezaları hak ettiler” buyuruldu.
(“Günah”, Allahü teâlânın emirlerini yapmamak, yasak ettiklerinden sakınmamakdır. Emr ve yasaklar, müslümanlaradır. İmânı olanlaradır, îmânı olmayanları, inançsızları, emr vermekle, ibâdet ettirmekle şereflendirmedi. Onlar, hayvanlar gibi, her istediklerini yapar, günah olmaz. Bunlar, ibâdet yapmadıkları için ve günah işledikleri için, dünyâda azâb çekmezler. Her türlü ni’mete kavuşurlar, istediklerini çalışdıklarını elde ederler. Yalnız, zâlim olanları, mahlûklara eziyet verenleri, dünyâda cezâlarını çeker. Kâfirlere, yalnız bir emr verilmiş, onlardan yalnız birşey istenilmiştir. Bu bir emr, îmân etmeleri, müslüman olmalarıdır. İnanmıyanlar, bu emri dinlemedikleri için, biricik suç işlemiş oluyorlar. Fakat bu suç, en büyük suçtur. Bu suçun cezası, pek büyük, çok acı ve sonsuzdur. Dünyâda böyle ceza olamaz. Bu sonsuz ceza, bunlara âhırette, Cehennemde verilecektir.)
Diyorsunuz ki, câhiller, ahmaklar, (namaz kılanlarla, oruç tutanlarla dinin emirlerine uyanlarla) alay ediyor. (Bunlara gerici diyor.) Allah, dostlarına niçin dertler, belâlar gönderiyor? iyilikler, ni’metler vermiyor? “Biz O’nun emirlerini yapmıyoruz. Bize ceza verse ya? Oh! Biz rahat, istediğimiz gibi zevk, safa ediyor, keyf sürüyor, hile ile, yalan ile, dünyânın tadını çıkarıyoruz. Sizler, namazla, oruçla vakit geçiriyor, dünyâ zevklerinden kaçıyor, sıkıntı içinde yaşıyorsunuz! Bu sıkıntılar yetişmiyormuş gibi, Rabbiniz, dertleri, belâları da size veriyor. Müslümanlık se’âdet yolu olsaydı, siz bizden daha rahat, daha tatlı, daha mes’ûd yaşardınız diyorlar” Böyle bayağı sözlerle, bu sevgili kullara inanmıyorlar.
İnanmıyanlar, insanların en iyisine de böyle söylerdi. Furkan sûresi, 7. âyetinde meâlen; “Kâfirler: Bu nasıl Peygamberdir? (s.a.v.) Bizim gibi yiyip içiyor, sokaklarda geziyor. Peygamber olsaydı, kendisine melek gelirdi. Yardımcıları olur, bize onlar da haber verir. Cehennem ile korkuturlardı. Yûhud, Rabbi, para hazîneleri gönderir, yâhud, meyve bahçeleri, çiftlikleri olur. İstediğini yerdi dediler...” buyuruldu. Bu gibi sözler, âhırete, Cennete, Cehenneme inanmıyanların, ilerisini göremiyenlerin sözleridir. Cennet ni’metlerinin, Cehennem azâblarının sonsuz olduğunu bilen kimse, dünyânın birkaç günlük belâlarına, sıkıntılarına hiç ehemmiyet verir mi? Bu dertlerin, sonsuz se’âdete sebep olacağını düşünerek, bunları ni’met olarak karşılar. Câhillerin sözlerine aldırış etmez. Dertler, belâlar ve sıkıntılar, muhabbetin ve sevginin şaşmayan şâhidleridir. Ahmakların bunu anlamamasının ne ehemmiyeti olur. En iyisi, böyle câhillerle konuşmamalı, onları dinlememelidir.
6. Cevap: Belâ, kemend-i mahbûbdur (sevgilinin, aşıkını kendine çekmek için gönderdiği kemenddir). Âşıkları, sevgiliden başka şeylere bakmakdan koruyan bir kamçı gibidir. Âşıkları, sevgiliye döndürür. O hâlde, derdlerin, belâların dostlara gönderilmesi lâzımdır. Belâlar, dostları, sevgiliden başka şeylere düşkün olmak günahından korur. Başkaları, bu ni’mete lâyık değildir. Dostları, zorla sevgiliye çekerler, istediklerini, dert ve belâ ile çekerler ve onu mahbûbluk derecesine yükseltirler, istemediklerini, başıboş bırakırlar. Bunların içinden, se’âdet-i ebediyyeye lâyık olan, kendisi doğru yola gelip, çalışarak, uğraşarak, lütf-u ihsâna kavuşur. Böyle yapmayan, başına gelecekleri düşünsün!
Görülüyor ki, seçilenlere belâ çok gelir. Çalışanlara, uğraşanlara o kadar çok gelmez. Bunun içindir ki, seçilmişlerin reîsi, beğenilmişlerin, sevilmişlerin baş tâa olan Peygamberimiz (s.a.v.); “Benim çektiğim acı gibi, hiçbir peygamber acı çekmedi!” buyurdu. O hâlde, dert ve belâlar, öyle usta bir kılavuzdur ki, dostu dosta, şaşmadan kavuşturur. Sevgiliden başkasına bakmakla onu lekelemekten korur. Ne kadar şaşılır ki, âşıklar, hazînelere ve milyonlara mâlik olsa, hepsini verip, derd ve belâ satın alır. Aşk-ı ilâhîden haberi olmayan, derd ve belâdan kurtulmak için, milyon harc eder.
Suâl: Ba’zan dostlar, dert ve belâ gelince üzülüyor, istemediği anlaşılıyor. Bunun sebebi nedir?
Cevap: O üzüntü ve isteksizlik, görünüştedir. Tabîatten, maddesindendir. Bu isteksizliğin fâideleri vardır. Çünkü, bu isteksizlik olmasa, nefs ile cihâd, düşmanlık edilemez. Peygamberimiz (s.a.v.) vefât edeceği zaman, görülen sıkıntısı, nefs ile cihâdın son parçaları idi. Böylece, son nefesi de düşman ile mücâdelede geçmiş oldu. Ölüm ânında en şiddetli mücâdeleyi yaptı. İnsanlık sıfatları, tabiat istekleri kalmadı. Mübârek nefsini tam itaate, hakîkî itminana getirdi.
O hâlde belâ, aşk ve muhabbet pazarının dellâlıdır. Muhabbeti olmıyanında dellâl ile ne işi olur. Dellâlın buna ne fâidesi olur ve bunun gözünde dellâlın ne kıymeti vardır?
7. Cevap: Belâ gelmesinin bir sebebi de, doğru âşıkları, dost görünen yalancılardan ayırmaktır. Doğru olan âşık, belâdan lezzet alır, sevinir. Yalancı ise, acı duyar, sızlanır. Muhabbetin tadını tatmış ise, hakîkî acı duymaz. Acı duyması görünüştedir. Âşıklar, bu iki acıyı birbirinden ayırır. Bunun içindir ki, “Velî, velîyi tanır” buyurmuşlardır. (2. cild, 99 mektup)
“Allahü teâlâya hamd olsun ve O’nun seçtiği kimselere selâmlar olsun! Kıymetli seyyid kardeşim! Dikkatle dinleyiniz! İyi düşünceli olan kardeşlerimizin dertlerden kurtulmamız için, her çâreye baş vurduklarını, hiçbirinin fâide vermediğini haber aldım. “Allahü teâlânın yarattıklarında, gönderdiklerinde hayr, iyilik vardır” hadîs-i şerîfi meşhûrdur. İnsan olduğumuz için, başımıza gelenlerden, bir aralık üzülmüştük, içimiz sıkılmıştı. Birkaç gün sonra, Allahü teâlânın lütfu ile, üzüntü ve sıkıntılar gitti, hiç kalmadı. Onların yerine sevinç, genişlik geldi ki, bizimle uğraşanlar, Allahü teâlânın istediğini istemekte ve yapmaktadırlar. Böyle olunca, sıkılmanın, üzülmenin yersiz olduğu, Allahü teâlâyı seviyorum diyenin böyle olmaması gerektiği anlaşıldı. Çünkü sevene, sevgilinin gönderdiği acıların da, O’ndan gelen iyilikler gibi sevgili ve tatlı olması lâzımdır. Sevgilinin iyilikleri tatlı geldiği gibi, O’nun acıtması da tatlı gelmelidir. Hattâ, O’ndan gelen acılarda, tatlılardan daha çok lezzet bulmalıdır. Çünkü acılar, sıkıntılar nefse tatlı gelmez. Nefs, böyle şeyleri istemez. Her bakımdan güzel olan, herşeyi güzel olan Allahü teâlâ, bu kulunu incitmek dileyince, O’nun irâdesi, isteği, bu kula elbette güzel gelmelidir. Daha doğrusu, bundan zevk almalıdır. Bizimle uğraşanların diledikleri, istedikleri, Allahü teâlânın dilediğine uygun olduğu için ve bunların dilekleri, O sevgilinin dilediğini gösterdiği için, bunların diledikleri ve yaptıkları da, elbette güzeldir ve tatlı gelmektedir. Sevgilinin işini gösteren bir kimsenin işi de, sevene sevgilinin işi gibi, sevimli ve tatlı gelir. Bunun için bu kimse de, sevene sevgili olur. Şaşılacak şeydir ki, bu kimsenin vereceği acılar, sıkıntılar, ne kadar çok olursa, sevenin gözüne o kadar çok tatlı görünür. Çünkü, onun verdiği sıkıntılar, sevgilinin düşman gibi olduğunu göstermektedir. Bu yolda aklı gidenlerin işlerine akıl ermez. Demek ki, o kimseye karşılık yapmak, onu kötü bilmek, sevgiliyi sevmeğe uymaz. Çünkü o kimse, sevgilinin işlerini gösteren bir ayna gibidir. Bizimle uğraşanlar, incitenler, başkalarından daha sevimli görünüyorlar. Kardeşlerimize, dostlarımıza söyleyiniz! Bizim için üzülmesinler, sıkılmasınlar. Bizi incitenleri kötü bilmesinler. Onlara kötülük yapmasınlar! Bunların yaptıklarına sevinseler, yeridir. Evet, duâ etmekle emr olunduk. Allahü teâlâ, duâ edenleri, O’na boyun bükenleri ve yalvaranları, sızlıyanları sever. Böyle yapmak, O’na tatlı gelir. Belâların, sıkıntıların gitmesi için duâ ediniz! Af ve afiyet için yalvarınız!
O kimsenin incitmesi, sevgiliyi düşman gibi göstermektedir dedim. Evet çünkü, sevgilinin düşmanlığı, düşmanlar içindir. Dostlarına düşmanlığı, görünüştedir. Bu ise, merhametini, acımasını bildirmektedir. Böyle düşman görünmesinin, sevene nice fâideleri vardır ki, anlatılmakla bitmez. Bundan başka, dostlarına düşmanlık gibi görünen işler yapması, bunlara inanmıyanları harâb etmekte, onların belâlarına sebeb olmaktadır. Muhyiddîn-i Arabî, “Ârifin niyeti, maksadı olmaz” buyuruyor. Ya’nî Allahü teâlâyı tanıyan kimse, belâdan kurtulmak için, birşeye başvurmaz; demektir. Bu sözün ne demek olduğunu iyi anlamalıdır. Çünkü, dert ve belâların, sevgiliden geldiğini, O’nun dileği olduğunu bildirmektedir. Dostun gönderdiği şeyden ayrılmak ister mi ve o şeyin geri gitmesini özler mi? Evet duâ ederek, gitmesini söyler. Fakat, duâ etmeğe emr olunduğu için, bu emre uymaktadır. Yoksa, gitmesini hiç istemez. O’ndan gelen herşeyi de sever, hepsi kendine tatlı gelir. Doğru yolda bulunanlara, Allahü teâlâ selâmet versin! Âmîn.” (3. cild, 15. mektûp)
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Hadarât-ül-Kuds sh. 299
2) Zübdet-ül-makâmât sh. 326
3) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1045
4) Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî 2. cild, 92. ve 99. mektûp, 3. cild, 15. mektûp.