Evliyanın büyüklerinden. İsmi, Abdürrahmân bin Ahmed bin Muhammed bin Abdürrahmân bin İdrîsî Mağribî'dir. 1023 (m. 1614) senesinde Magrib'de (Fas'da) doğdu. 1085 (m. 1675) senesi Zilka'de ayının onbeşinde Çarşamba günü vefat etti. Vasiyeti üzerine Seyyid Sâlim dergâhına defnedildi.
Magribî küçük yaşta Mısır'a geldi. Şam, Anadolu ve birçok yerleri dolaştı. Sultan Murâd Hân ile görüştü. Kerametleri görüldü. 1043 (m. 1633) senesinde Hacca gitti. Mekke-i mükerremede mücâvir olarak kaldı. Sonra Yemen'e gitti. Oradaki âlimlerle ve velîlerle görüştü. Seyyid Abdürrahmân bin Akîl, istifâde ettiği büyüklerdendir. Sonra Mekke-i mükerremeye döndü. Ders meclisi kurdu. İnsanlara doğru yolu anlatmaya başladı. İlim ve edeb kaynağı oldu. Hayret edilecek derecede cömert idi. Büyük ziyâfetler verir, her sınıf insanı çağırırdı. Şöhreti her yere yayıldı. Hindistan, Şam, Mısır ve başka yerlerden kendine gönderilen hediyeleri fakirlere dağıtırdı. Herkesten sevgi ve i'tibâr görürdü. Borçlu bir kimse kendisine gelip yardım istediğinde, derhal elinden tutar, borcunu öderdi.
Magribî'nin sohbeti çok tatlı idi. Bir kimse onun meclisinde bulunsa, ayrılmak istemezdi. Herkese iyilik ederdi. Âlimleri çok sever, onlara izzet ve ikramlarda bulunurdu. Fakirlere çok yardım ederdi. Haliyle, sözleriyle insanlar Allahü teâlânın dînine çağırırdı. Kış ve yaz giydiği tek elbisesi vardı. Huzuruna gelenleri hayırlı işlere teşvik eder, Kur'ân-ı kerîm tilâveti, Peygamber efendimize salevât ve çok istiğfar okumalarını tenbih ederdi. Tasavvuf yolunu, bu yolun büyüklerini, onların sözlerini ve hâllerini sevmeyi bildirirdi. Bilhassa Şeyh-ul-Ekber Muhyiddîn-i Arabi'ye (r. aleyh) çok hürmet ve ta'zim eder ve ona saygıyı emrederdi. Çok kerâmetleri görüldü.
Şeyh Mustafa bin Fethullah anlatır: "Mekke-i mükerremede iken birgün, Şeyh Hüseyn bin Muhammed ile birlikte Abdürrahmân Magribî'nin evine gittik. Tasavvuf ehli hakkında hiç bilgim yoktu. Huzuruna girince bana; "Tasavvuf büyükleri hakkında ne dersin?" diye sordu. Ben de bilgim olmadığı için sükût ettim. O zaman Abdürrahmân Magribî, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin üstünlüğünü ve İhyâ kitabının kıymetini anlattı. Abdürrahmân Magribî, sonra Muhyiddin-i Arabî'den uzun uzun bahsetti ve eserlerini saydı. Tasavvuf ehlini sevmemi, onların kitaplarını okumamı, onların hâllerini inkar etmeyip hakikati görmemi bildirdi. Sözleri kalbimde hemen yer etti. O andan i'tibâren kalbim evliyâ sevgisi ile doldu. Ben de Allahü teâlâdan beni onlarla birlikte haşretmesini diledim. Abdürrahmân Magribî; "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah" kelime-i tayyibesini çok okumamı söyledi ve bana çok duâ etti."
Seyyid Ömer bin Sâlim anlatır "Abdürrahmân Magribî, birkaç sevdiği ile birlikte bir gemi ile Yemen'e gidiyorlardı. Yolda fırtına çıktı ve deniz kabardı. Gemi nerede ise batacaktı. Beraberindekiler ona: "Efendim içinde bulunduğumuz durumu görüyorsunuz. Duâ buyurun da bu tehlikeden kurtulalım" dediler. O da; "Ey Deniz! Allahü teâlânın izni ile sakin ol!" buyurdu. Fırtına derhal dindi. Deniz sâkinleşti. O zaman da; "Rüzgâr olmadan gemi gitmez" dediler. O da; "Allahü teâlâ rüzgâr gönderir" buyurdu. Daha sonra hoş bir rüzgâr esti. Gemi de selâmetle yerine ulaştı."
Seyyid Ömer anlatır: "Abdürrahmân Magribî, Şeyh Ahmed bin Alvân'ın kabrini ziyaret etmek istedi. O gece İbn-i Alvân, rü'yâda hizmetçisine; "Yarın şu şu vasıfta bir zât gelecek. Ona ziyâfet hazırla, hürmet ve hizmette kusur etme. Zîrâ o Allahü teâlânın sevgili kullarındandır" buyurdu. Hizmetçi sabahleyin hocasının buyurduğu hazırlığı yaptı. Ziyâretçiyi beklemeye başladı. Fakat gelen olmadı. Merakla ve bulurum ümidiyle şehrin dışına çıktı. Kimseye de rastlamadı. Bir haber elde edemeden geri döndü. Üzgün bir vaziyette hocasının türbesine gitti. Orada hocasının ta'rif ettiği zâtı gördü. Hâlbuki türbenin kapısı kilitli idi. Hemen yanına gidip, ellerinden öptü ve hocasının rü'yâda kendisine verdiği vazifeyi anlattı. Abdürrahmân Magribî'yi alıp evine götürdü. Ziyâfet verdi, izzet ve ikrâmda bulundu."
Abdürrahmân Magribî Bendermehâ şehrinde idi. Sevdiği iki kişi gelip, Hindistan'a gitmek istediklerini söyleyerek duâ istediler. O da birisine; "Senin deniz yolculuğun çok meşakkatli geçer. Neticede selâmettesin" buyurdu. Aynen öyle oldu. Diğerine de; "Hindistan'da beni görürsün fakat konuşman nasîb olmaz" buyurdu. O da Hindistan'ın saltanat şehri olan Cihânâbâd'a geldi. Birgün evinin önünde oturuyordu. Birden karşısında siyah bir elbise içinde Abdürrahmân Magribî'yi gördü. Dikkatlice bakınca hemen tanıdı. Oradakilere gösterip; "Bu zât Abdürrahmân Magribî'dir" dedi. Elini öpmek için ilerledi. Fakat hocasının kendisine söylediği sözü hatırladı ve durakladı. Sonra da kendisini bir hal kaplayıp kendinden geçti. Kendine geldiğinde onu orada bulamadı."
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Hulâsât-ül-eser cild-2, sh. 346
2) Câmiu kerâmât-il-evliyâ cild-2, sh. 66