Anadolu’da yetişen evliyânın büyüklerinden. Halvetiyye yolunun kolu olan Şemsiyye (Sivâsiyye)nin kurucusudur. İsmi, Ahmed’dir. Babasının ismi Ebü’l-Berekât Muhammed’dir. Künyesi Ebü’s-Senâ, Lakabı Şemseddîn’dir. Kara Şems diye şöhret bulmuştur. 926 (m. 1519) senesinde Tokat’ın Zile ilçesinde doğdu. 1006 (m. 1597) senesinde Sivas’da vefât etti. Sivas’da Meydan Câmii avlusunda medfûn olup, kabri mü’minler tarafından ziyâret edilmektedir.
Türk-İslâm tarihindeki meşhûr üç Şems’den birisidir. Bunlardan birincisi Mevlânâ Celâlleddîn-i Rûmî’nin hocası olan Şems-i Tebrîzî, ikincisi İstanbul’un fethinde Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın yanında bulunan Akşemseddîn, üçüncüsü de Üçüncü Mehmed Hân ile birlikte Eğri Seferine katılan Kara Şems’dir. Üçü de yüksek dereceler sahibidirler.
Kara Şems yedi yaşındayken, Amasya’da bulunan Halvetiyye büyüklerinden Şeyh Hacı Hıdır’ın sohbetleriyle şereflenip elini öptü. Bu ziyâreti, talebelerinden Receb Efendi şöyle nakleder: “Hocam Kara Şems anlattı: “Babam Ebü’l-Berekât Muhammed Efendi, Amasya’deki Habîb Karâmânî hazretlerinin halîfesi olan ma’rifetler ve kerâmetler sahibi Hacı Hıdır’ın talebelerinden idi. Bu fakîr yedi yaşında iken, babam anneme; “Oğlum Ahmed’i şeyhime götürmek istiyorum. Yolculuk için azık ve şeyhime götürebileceğim hediye hazırla” dedi. Hazırlık yapıldıktan sonra bir kış günü babamla birlikte Zile’den Amasya’ya vardık. Hacı Hıdır’ın huzûruyla şereflenip ellerini öptük. Hacı Hıdır: “Böyle kış günlerinde bu ma’sûmu (günahsızı) ne diye getirdin?” buyurunca, babam da; “Nazarınıza muhâtab olmak, şerefli sohbetinizden bereketlenmek ve hayır duânızı almak için getirdim” dedi. Bunun üzerine Hacı Hıdır hazretleri mübârek ellerini kaldırıp, benim yüzüme bakarak duâ etti. Orada bulunanlar âmin dediler. Bu fakire gelen ihsânlar ve yükseklikler o duânın bereketiyledir.”
Ziyâret bittikten sonra Zile’ye döndü. O beldenin âlimlerinden sarf ve nahiv ile diğer ilimleri tahsil etti. Daha sonra Tokat’a gidip Arakıyeci-zâde Şemseddîn Efendi’den ve diğer âlimlerden aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Bu sırada gördüğü bir rü’yâyı şöyle anlatır: “Tokat’ta ilim tahsili ile meşgûl olduğum sırada bir gece, rü’yâmda bir sahrada oturmuş ve etrâfımı bir nûr kaplamış, etrâfımda genç-ihtiyâr birçok kimselerin döndüğünü gördüm. Bu rü’yâyı, rü’yâ ta’bir etmekte mahir olan Köstekci-zâde’ye anlattım. Ben rü’yâyı anlatınca, bana; “Nerelisin, kimin nesisin, nerede kalıyorsun ve ismin nedir?” diye sordu. Ben de ayrıntılı olarak hâlimi ve kim olduğumu anlatınca, bana: “Sana müjdeler olsun ki; zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek dereceye ulaşıp, zamanının bir tanesi olacaksın. Her taraftan insanlar gelip senden feyz alıp, Allahü teâlânın rızâsına kavuşacaklar” diye ta’bir etti. Bu ta’birde bildirilen husûslar yirmi sene sonra aynen meydana geldi.”
Tokat’ta aklî ve naklî ilimleri tahsil edip yükseldikten sonra, İstanbul’a gelip, Sahn-ı semân medreselerinden birinde müderris olarak vazîfelendirildi. Bir müddet ilim öğretip talebe yetiştirmekle meşgûl oldu.
Birgün zamanın kadıaskerini ziyârete gitmişti. Müderrislere ve kadılara karşı kadıaskerin tutumunu ve onların makam için düştükleri hâlleri beğenmedi. Çıktıktan sonra Fâtih Câmii’ne gitti, iki rek’at namaz kılıp, huzûru kalb ile Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Bunların içinden beni kurtarıp, tasavvuf ehlinin yoluna dâhil eyle” deyip duâ etti. Bundan kısa bir müddet sonra hacca gitti. Hac ibâdetini yerine getirip sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) mübârek kabrini ziyâret ettikten sonra, doğum yeri olan Zile’ye döndü. Orada ilim öğretip, insanlara Allahü teâlânın dînini ve Peygamber efendimizin (s.a.v.) güzel ahlâkını anlatmağa başladı. O sırada İbn-i Hişâm’ın: “Kavâid-ül-i’râb” adlı eserine “Hall-ül-Me’âkıd” adlı bir şerh yazdı. Fakat içindeki ilâhî aşkın ateşinin harareti, her geçen gün biraz daha artıyor, Allahü teâlânın sevdiği bir velîye talebe olmak istiyordu. Bu sırada Amasyalı Şeyh Muslihuddîn Efendi’nin dergâhına gidip, onun sohbetiyle şereflendi ve ona talebe oldu. Bir müddet sohbet ve hizmetinde kalıp feyz aldı. O sırada gördüğü bir rü’yâsını şöyle anlatır: “Bir tepe üzerinde büyük bir ağaç, bu ağacın yedi büyük dalı var. Elimde Mıshaf-ı şerîf vardı. Bu mıshafı o ağacın en yüksek dalına asmak istiyordum. Bu sırada şiddetli bir rüzgâr esip, ağacı kökünden devirdi. Eyvah bu ne haldir diye üzülürken uyandım. Ertesi sabah rü’yâmı hocam Muslihuddîn Efendi’ye anlattım. “Rü’yân aynı ile vâki olacaktır. Ağaçdan murâd bizim vücûdumuzdur. Yakında biz göçeriz. Lâkin bizden önceki hocalar duâ edip seccade ve âsâ verirlerdi. Biz dahî size icâzet verelim” deyip, elleriyle icâzetname yazdılar. Aradan birkaç gün geçmeden rü’yâ aynı ile vâki olup, hocam vefât etti. Hocamın vefâtıyla yetim kaldım. Mumu sönmüş eve, suyu çekilmiş değirmene döndüm.”
Kara Şems, hocası Amasyalı Muslihuddîn Efendi’nin vefâtından sonra, mübârek, velî bir zâtı bulup, talebe olmak istedi. Tokat’ta bulunan zâhid ve müttakî olan, yüz yaşını geçmiş bulunan Şeyh Mustafa Kirbâsî adında bir zâta gidip, talebe olmak istedi. O zât buyurdu ki: “Sen gençsin, ben ise ihtiyâr ve hastalıklıyım. Riyâzete (nefsin istemediklerini yapmak) kuvvetim yoktur. Seni terbiye ile meşgûl olamam. Lâkin sâdık bir talebeysen cenâb-ı Hak senin mürşidini ayağına gönderir. Bu mürşid altı ay sonra Tokat’a gelecektir.”
Kara Şems bundan sonra, tekrar Zile’ye dönüp, ilim öğretmekle meşgûl oldu ve “Muhtasar-ı Menâr” üzerine, “Zübdet-ül-esrâr” adlı bir şerh yazdı, ilim öğretmekle meşgûl iken, Tokat’a, Abdülmecîd Şirvânî isminde bir zâtın geldiğini duyup, onun yanına gitti. Abdülmecîd Şirvânî’nin sohbetine ve mübârek ellerini öpme şerefine kavuştu. Abdülmecîd Şirvânî sohbetin sonuna doğru; “Ey Kara Şems! Benim, Allahü teâlânın emri ve sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) işâretiyle kendi memleketimi, ailemi ve sevenlerimi terk edip, dağ ve beldeleri aşıp gelmem, sâdece seni irşâd ve terbiye içindir” buyurdu. Kara Şems bu ânı şöyle anlatır: “Abdülmecîd Şirvânî’nin bu sözünü duyunca Şeyh Mustafa Kirbâsî’nin daha önce vermiş olduğu müjdeyi hatırladım, hesap ettim ki tam altı ay geçmişti.”
Abdülmecîd Şirvânî’nin sohbetine kabûl edilişini şöyle anlatır: “O zâtın huzûruna varınca, bu fakirde istek ve arzu görüp; “Siz bu civardaki kasaba ve şehirlerin meşhûr bir kişisisiniz. Halk nazarında yüksek birisiniz. Böyle iken huzûrumuzda zilleti ve dervişliği kabûl edersiniz. Halktan rağbet göremezsiniz. Bu duruma pişman olursunuz. Çünkü bu yol sıkıntılar ve meşakkatler yoludur” buyurunca:
“Canlar feda muhabbet-i cânâne sır değil,
Erbâb-ı aşk’a terk-i sır etmek hüner değil”
dedim.
Bunun üzerine; “Sen sâdık bir talebesin. Biz de seni irşâd etmekle vazîfeliyiz. Riyâzet ve mücâhedeye tahammül edersin. Az zamanda rızâ-i İlâhî’ye kavuşursun” buyurup,
“Yâra yol iki kademdir birisi cana bas,
Çünkü bu meydâna geldin merd isen merdâne bas”
beytini okudu ve fakiri kabûl buyurdu.”
Abdülmecîd Şirvânî’nin hizmetinde bulunup sohbetinden istifâde etti. Feyz alıp tasavvuf derecelerinde yükseldi. Dünyâ sevgisinden uzaklaşıp hakîkate yöneldi.
Şemseddîn Sivâsî, Abdülmecîd Şirvânî’den kısa zamanda feyz alıp, tasavvufun yüksek derecelerine kavuştu. Hocası tarafından insanlara, Allahü teâlânın dînini ve sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) güzel ahlâkını anlatmakla vazîfelendirildi. Şöhreti her tarafta duyuldu. Devrin Sivas vâlisi Hasen Paşa, kendisini Sivas’a da’vet edip, yaptırdığı dergâha yerleştirdi. Aynı zamanda câmi imamlığı da kendisine verildi. Orada ilim öğretmek ve insanlara va’z ve nasihatle meşgûl oldu. Hayatının sonuna doğru, Sultan Üçüncü Mehmed Hân’la birlikte Eğri seferine katıldı.
Eğri seferiyle ilgili olarak talebelerinden Recep Efendi şöyle nakleder: “Şemseddîn Sivâsî birgün bu fakiri odalarına çağırıp; “Din düşmanlarının (hıristiyanların), sınırlarda bulunan müslümanlar üzerine baskı ve zulümleri haddinden fazla olmuş, tahammül edilemez hâle gelmiştir, içimde onlara karşı sefere gitme arzusu belirdi” buyurdu. Bu sözü üzerine, ihtiyâr olduklarını, zayıf bünyelerinin sefere çıkmaya engel olacağını ve bu husûsa dâir pâdişâhdan da herhangi bir haber gelmediğini söyledim. Bunun üzerine; “Bize işâret ve tenbîh olundu ki: “Sefer hazırlıklarını tamamla! Fetih ve zafer senin için mukarrerdir” buyurdu. Ben de; “Şüphesiz ben sâdece hak dîne boyun eğip yüzümü, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah’a çevirdim ve ben O’na ortak koşanlardan (müşriklerden) değilim” meâlindeki En’âm sûresi 79. âyetini okudum. Bunun üzerine; “Bize müjde verildi ki yakında güçlü bir pâdişâh gazâ edip, birçok fetihlerde bulunacak ve mü’minlerin kalbleri de sevinçle dolacaktır” buyurdu. Çok geçmeden Üçüncü Mehmed Hân, Osmanlı pâdişâhı oldu. Şemseddîn Sivâsî hazretleri, altı deve, altı katır ve kendi için de bir at satın alıp, sefer hazırlığını tamamladı. Sivas’da medfûn bulunan Gâzî Abdülvehhâb’ın sancağını yanlarına alıp, Ayasofya yakınındaki Kapı Ağası dergâhında bulunan Koca Şeyh’e verdi. Bütün sefer hazırlıkları tamam olunca, mübârek bir günde her türlü erzak ve mühimmat hayvanlara yüklendi. Bütün şehir ahâlisi Şeyh Şemseddîn Sivâsî’yi uğurlamak üzere toplandı. Beklerken bir kapıcıbaşı acele ile koşarak gelip, pâdişâhtan Eğri seferine katılmak üzere da’vet geldiğini belirten fermanı okudu. Bunun üzerine Şeyh Şemseddîn hazretleri; “İşittik ve itaat ettik. Zaten biz iki senedir hazırlıklıydık. Bismillah, hemen gidelim” diye el kaldırıp duâ buyurdu. Orada toplananlar duâya âmin deyip, göz yaşları arasında uğurladılar. Uzun yolculuktan sonra Üsküdar’a geldiler. Henüz genç olan, Üküdarî Azîz Mahmûd Hüdâyî onu karşılayıp, ellerini öptü. Şeyh Şemseddîn Sivâsî, Mahmûd Hüdâyî’ye; “Oğlum siz yegânesiniz (bir tanesiniz). Bugünden sonra fazlalaşırsınız” diye duâ edip, ileride çok büyük bir velî olacağını müjdeledi. O gece sabaha kadar birlikte sohbet ettiler. Sohbet esnasında Azîz Mahmûd Hüdâyî; “Yaşınız seksene ulaşmış, vücûdunuz da zayıftır. Kendinize eziyet etmeseniz, çünkü her an nefsiniz ile büyük cihaddasınız” diyerek, seferden alıkoymak istedi. Bu sözüne cevaben: “Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın bütün emirlerine uymak lâzımdır. Büyük cihâdı yaptık. Ancak küçük cihâd kalmış idi. Bu emirlerine de ihtiyâr olarak uymak isteriz” buyurdu.
Üsküdar’da üç gün kaldıktan sonra, dördüncü gün, pâdişâh tarafından gönderilen bir kadırga ile İstanbul’a geçip, Ayasofya yakınında bir yere yerleştirildi. Daha sonra Sinân Paşa köşküne, pâdişâh Sultan Üçüncü Mehmed Hân tarafından da’vet edildi. Uzun müddet sohbette bulundular. Bu sohbette Şeyhülislâm Sa’deddîn Efendi de hazır bulundu. Sohbet esnasında pâdişâh, Şemseddîn Sivâsî’ye; “Tarafımızdan sizi sefere da’vet etmek üzere gönderilen kapıcıbaşımız sizi yola çıkmak üzere hazır bulmuş. Hazırlıklı olduğunuza göre, bu işin sonununda ne olacağını bilirsiniz. O hâlde bizi müjde işâretinizle sevindirip, neticeden haber vermenizi isteriz” dedi. Bunun üzerine Şemseddîn Sivâsî; “Hadîs-i şerîfte; “Amellerin en faziletlisi, mü’minleri sevindirmektir” buyuruldu. Ma’lûmunuz ola ki Eğri zaferi biraz zahmet çektikten sonra müyesser olacak. Düşman yenik ve perişan olacaktır. Hatırınızı hoş tutun” müjdesini verdi.
Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin bu cevâbına sevinen pâdişâh, kendi üzerindeki samur kürkü ona giydirdi. Ayrıca kapıcılar kethüdası Mehmed Ağa vasıtasıyla, ikiyüz altın sikke, dervişlerine de yüz altın sikke ihsân edip; “Bunlar helâl malımızdır. Kabûl buyursunlar” dedi. Şeyh Şemseddîn hazretleri; “Allahü teâlânın emri üzere kimseye sû-i zan etmemeli, hüsn-i zanda bulunmalıdır. Kimseyi araştırmak ve teftiş etmekle vazîfeli değiliz. Tasavvufda da her geleni Allahü teâlâdan gelmiş bilip, hediyeleri ve ihsânları kabûl etmek gerekir” buyurdu.
Birkaç gün İstanbul’da kaldıktan sonra pâdişâh ve orduyla birlikte yola çıkıp, Eğri kalesi önlerine ulaştılar. Kale kolay bir şekilde feth edilip, harab olan yerler ta’mir edildi. Ancak asıl düşman askerlerinin, kale yakınlarında bir başka yerde olduğu öğrenilince, ordugâh, düşmanın karşısına nakledildi. Küffâr askerinin sayısı çoktu. Rivâyet edilir ki yediyüzbin kişilik bir orduydu, İslâm ordusuyla küffâr ordusu karşılaştı. İslâm ordusunda bozgun ve firar başgösterdi. Pâdişâh Üçüncü Mehmed Hân, yerinden hareket etmeyip “Ey Rabbimiz! Üzerimize bol bol sabır dök. Ayaklarımıza kuvvet ve sebat ver, bizi kâfirler kavmi üzerine muzaffer kıl” meâlindeki Bekâra sûresi 250. âyet-i kerîmesini okudu. Pâdişâhın yanında şeyhülislâm, kadıaskerler, şeyhler ve ba’zı vazîfeliler hâricinde kimse kalmadı. Hazîne ve cephânelik düşman tarafından zabt edildi. Bu firar ve bozgun üzerine herşeyin bittiğini zanneden pâdişâh, Şemseddîn Sivâsî hazretlerini çağırıp; “Söylediklerinizin tersi vâki oldu” deyince, Şemseddîn Sivâsî; “Pâdişâhım söylediklerimiz doğrudur. Kâfirin hezimete uğramasına yarım saat kalmıştır. Şu anda bir kuvvet sahibi tasarruf için ortaya çıkmak üzeredir. Bu an fethin başlangıç ânıdır. Hatırını hoş tut” diye cevap verdi.
Gerçekten de çok geçmeden, Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin ta’rîf ettiği şekilde bir zât ortaya çıktı. Bunu gören şeyh, hemen pâdişâhın huzûruna çıkarak; “Fetih vaktidir” diye müjdeledi. Ortaya çıkan zât, dağılan ordunun önüne düşüp; “Ey mü’miler! Nerede İslâm gayreti? Nerede Hazreti Peygamber (s.a.v.) gayreti? Nerede cömertlerin cömerdi sultan gayreti?” diye nidâ edip; “Şehid olmak, dînini yüceltmek isteyen kimse yanıma gelsin!” buyurdu. Bu sırada yanına birkaç bin kişi toplanıp, birlikte düşmana hücûm ettiler. Bu durumu gören düşman neye uğradığını şaşırdı. Durumu haber alan firari askerler de tekrar dönüp, düşmana saldırdılar. Nihâyet düşman bozguna uğratılıp, kesin zafer elde edildi. Daha sonra o zâtın kim olduğu Şemseddîn Sivâsî’ye sorulunca, Hızır (a.s.) olduğunu haber verdi.
Şeyh Şemseddîn-i Sivâsî hazretleri, zaferi müjdelemek üzere pâdişâhın huzûruna çıktı ve aralarında şu konuşma geçti.
Pâdişâh; “Buyurun ey gönlümün sultânı” dedi. Şemseddîn Sivâsî; “Va’dini yerine getiren, kuluna yardım eden ve kâfirleri hezîmete uğratan Allaha hamd olsun. Ey benim pâdişâhım! Eğer dinlerseniz birkaç kelime nasihat etmek isterim” deyince, pâdişâh: “Ey insanlara hakkı tavsiye eden üstadım! Buyurun. Hak olan sözü dinlerim” dedi. Şemseddîn Sivâsî; “Ey benim pâdişâhım! Yeryüzünde Allahü teâlânın halîfesi olanların niyetleri; Allahü teâlânın rızâsını kazanmak olup, dayandıkları ve güvendikleri, Allahü teâlâ olması gerekir. Savaşta askerlerin çokluğuna güvenmeyip, kuvvet ve kudret sahibi Allahü teâlâya tevekkül etmek gerekir. Âyet-i kerîmelerde meâlen; “Siz de, düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar, her türlü kuvvet ve cihâd için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın” (Enfâl-60) ve “Ey îmân edenler! Düşmana karşı hazırlığınızı görün ve silâhlarınızı takınarak cihâda hazır olun da, birlikler hâlinde savaşa çıkın, yahut toptan seferber olun” (Nisa-71) emredildiği üzere, savaş için gerekli hazırlıklar yapılmalı. Ancak, buna güvenmeyip Allahü teâlâya tevekkül ve i’timât etmelidir. Eğer Allahü teâlâya güvenmeyip askere ve cephâneye güvenilir ise, hezimet (yenilgi) zuhur eder. Kalbden cenâb-ı Hakka tam tevekkül edip, hâlis kalb ile yönelebilirsen, zafer müyesser ve mukadder olur. Bizden hüznü gideren Allah’a hamd olsun.”
Ey pâdişâhım! Bilesin ki, deden Fâtih Sultan Mehmed Hân, İstanbul’un fethine niyetlenince, Akşemseddîn’in refâkatı ve duâsının bereketiyle fetih müyesser oldu. Bunun üzerine Akşemseddîn hazretleri: “Ey pâdişâhım! Büyük fethin şükran ifâdesi olarak nice câmi, mescid, medrese ve hamamlar inşâ etmek gerekir” buyurmuşdu. Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın da, nice hayır ve hasenat yapmış olduğu ma’lumunuzdur. Aynı şekilde, sizin de isminiz Sultan Mehmed, duâcınız hakîrin dahî ismi Şemseddîn’dir. Bu güzel fethin şükrânesi olarak zâtınız dahî, reaya (halk) ve fukara üzerinden sıkıntıyı kaldırıp, İslâm askerine ihsânlarda bulunup, her makama dindar, adâletli ve doğru kimseler ta’yin etmeniz gerekir” buyurdu. Bu nasîhatları can kulağıyla dinleyen pâdişâh Üçüncü Mehmed Hân şu cevâbı verdi: “Bin can ile kabûl ettim ve nasihatinize fazlasıyla riâyet edeceğim.”
Pâdişâh, ordusuyla birlikte İstanbul’a döndüğünde, Şemseddîn-i Sivâsî’nin İstanbul’da kalmasını ısrarla rica ettiyse de kabûl ettiremedi. Şemseddîn-i Sivâsî ihtiyârlığının yanında, seferin şiddetinden ve kışın aşırı soğuğundan hayli yorgun ve zayıf düşmüştü. Hayâtının son anlarını yaşadığını anladığından, rûhunu ailesinin ve sevenlerinin yanında teslim etmek istediğini belirterek izin istedi. Sivas’a döndü. Gelişinden kısa bir müddet sonra, amcazâdesi ve dâmâdı olan Recep Efendi’yi vazîfesine ta’yin etti. Şemseddîn Sivâsî vefâtlarına yakın, talebelerini odasına çağırdı. Onlarla birlikte bir saat kadar Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olduktan sonra, duâ edip, rûhunu teslim etti.
Velîler, âlimler, sâlih kimseler, devlet adamları cenâzesinde hazır bulundu. Cenâzesi göz yaşları arasında; “Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir” diyerek musallaya konuldu. Cenâze namazında, altmışbinden fazla kişi olduğu rivâyet edilir. Namazını amcazâdesi ve dâmâdı Recep Efendi kıldırdı. Sağlığında iken vasıyyet etdiği gibi, Meydan Câmii’nin bahçesine defnedildi. Daha sonra kabrinin üzerine beyaz bir kubbe yaptırıldı. Hâlen ziyâretgâhdır. Şehir ahâlisine şiddetli bir sıkıntı olduğu zaman kabrini ziyâret edip duâ ederler. Allahü teâlânın izniyle o sıkıntıdan kurtulurlar.
Şeyh Şemseddîn Ahmed Sivâsî hazretleri, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek, ilim ve irfan sahibi, bütün güzel huylarla ahlâklanmış, faziletli bir zât idi. Tasavvufda Halvetiyye yoluna mensûb idi. Şemsiyye kolunun kurucusudur. Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin, yüksek hâlleri ve birçok kerâmetleri vardır. Bu hâl ve kerâmetlerinin ba’zıları şöyledir: insanlara Allahü teâlânın dînini ve sevgili Peygamberimizin güzel ahlâkını anlatıp, hak yola da’vet etmek üzere, Mısır’a gönderdiği halîfelerinden (talebelerinden) Şeyh Hacı Mustafa nakleder “999 (m. 1590) senesinde Şeyh Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin talebeleriyle birlikte hacca gitmek üzere Anadolu’dan ayrıldıklarını işittim. Bu fakîr de Mısır’dan ba’zı hacılarla birlikte hac ibâdetini yerine getirmek ve hocam Şemseddîn Sivâsî’nin sohbetinden istifâde etmek üzere yola çıktım. Şam hacılarından önce Mekke’ye vardık. Çok karanlık bir gecede tavaf yapmak üzere giderken bir meşale gördüm. Baktım ki, Şemseddîn Sivâsî hazretleri, talebeleri ve sevenleriyle birlikte geliyorlardı. Yolda mübârek ayaklarının basdığı topraklara yüz sürsem edepsizlik olur. Sabahleyin indikleri yere varayım diye düşünüp, bir kenara gizlendim. Gizlendiğim yere gelince bindikleri hayvanlarını benden yana çevirip, atından indi. Mübârek ellerini başıma koyup hafifçe: “Sen Hacı Mustafa değil misin? Ne diye saklandın ve gizlendin?” buyurdu. Ben de; “Evet sultânım” deyip mübârek ellerini öptüm. Böylece bu kerâmetini müşâhede ettim.”
Talebelerinden Receb Efendi nakleder “Şeyh Şemseddîn Sivâsî hazretlerini, va’z ve nasihat etmesi için civar köy ve kasaba halkı da’vet etmişlerdi. Da’vete icabet edip giderken bir köyde konakladık. O köy halkı, Hazreti Ali’yi sevdiğini iddia ederek, sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) seçilmiş Eshâb-ı Kirâmı hakkında kötü sözler söylüyorlardı. Kendimize ve hayvanlanmıza paramızla yiyecek birşeyler almak istedik, vermediler. Bununla da kalmayıp, bizi zulüm ve işkenceyle öldürmek istediler. O zaman Şemseddîn Sivâsî hazretleri, iki rek’at namaz kılıp, Allahü teâlâya duâ etti. Aradan fazla zaman geçmeden, köyün ileri gelenleri ve kalabalık bir topluluk türlü türlü yiyecekler ve hediyelerle geldiler. Taaccüp edip; “Önce siz bize yemek vermeyip öldürmek istediğiniz hâlde bu muhabbet ve sevgi nedir?” diye sorduğumuzda; “Biz de bilmeyiz ne hâl oldu. Kalbimize, şu azîzin muhabbet ve sevgisi yerleşti. Mümkün olsa canımızı dahî feda etmeyi isteriz” diye cevap verdiler. Sonra Şemseddîn Sivâsî hazretlerine; “Sultânım, düşmanlıktan sonra bu muhabbet nedir?” diye sorduk. Tesbihini gösterdi. Biz bu şekilde sohbet ederken o topluluğun reîsi olan kimse gelip; “Sultânım küçük bir kerîmem (kızım) vardır. Ba’zan saralı olur. Günlerce bu hâlden kurtulamaz. O hâlden kurtulunca da kendini bilmez. Söylenen sözleri anlamaz. Başka evlâdım da yoktur. Huzûrunuza getireyim de hayır duâ buyurun. Zîrâ bana bildirildi ki: “Kara Şems’in dergâhından ne isteseniz geri çevrilmez” dedi. Şemseddîn Sivâsî hazretleri bir an önce getirmesini istedi. O kimse kızını bir hayvana bindirip getirdi ve ölü gibi Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin huzûruna koydu. Hazret-i Şeyh bir müddet teveccüh buyurup, “Fâtiha” dediğinde, kızcağız sıçrayarak ayağa kalktı. Sevinerek evlerine döndü. Nakledilir ki: O hastalık bir daha gelmedi. Aklı başında iffetli bir hâtun oldu.
Bu kerâmeti gören köy halkı, Eshâb-ı Kirâm hakkındaki kötü düşüncelerinden vaz geçip, “tövbe ettiler. Hepsi, Şeyh Şemseddîn Sivâsî’nin sevenleri ve talebeleri oldu.
Kara Şems’in vefâtından sonra, yerine Abdülmecîd Sivâsî geçti. Dâmâdı olan Receb Efendi de talebelerinin büyüklerindendir.
Anadolu’da yetişen evliyânın büyüklerinden olup, gönüllere taht kurmuş olan zamanının bir tanesi Şemseddîn Sivâsî hazretleri, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derece sahibi idi. Çeşitli ilimlere dâir manzûm ve nesir olarak yazdığı kırka yakın eseri vardır. Farsça ve Arabçadan tercümeler yapmıştır. Eserleri iki ana grupta toplanabilir.
A- Manzûm eserleri: 1-Divân-ı ilahiyat, 2-El-Fesâyıh fî tercemet-il-levâyıh: Tasavvufî bir eserdir. 3-Heşt Behişt, 4-Gülşen-i Âbâd: Çiçeklerin karşılıklı konuşmalarıyla ilgili bir eserdir. 5-İbret-nümâ, 6-İrşâd-ül-avvâm, 7-Kitâb-ül-Hıyâz min sevbi gamâm-ül-feyyaz; İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin menkıbelerinden ibârettir. 1291 (m. 1874) yılında İstanbul’da basılmıştır. 8-Menâkıb-ı İmâm-ı a’zam, 9- Menâsik-i Hac Hac için gerekli bilgileri ihtivâ eder. 10-Mir’ât-ül-ahlâk ve Müşevvik-ül-eşvâk, 11- Mir’ât-ül-eşvâk, 12- Mevlid-i Nebî, 13- Süleymân-nâme, 14- Terceme-i İlâhî-nâme-i Şeyh Attâr, 15-Terceme-i Mantık-ut-tayr-ı Şeyh Attâr, 16-Terceme-i Pendnâme-i Şeyh Attâr, 17-Terceme-i Kasîde-i Bürde: Metin ve manzûm tercüme bir arada bulunmaktadır. Yazma nüshası İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphânesi’nde bulunmaktadır.
B- Mensûr (Nesir) Eserleri: 1-Cilâ-i Uyûn-ül-Arâis-ül-Muhâdara, 2-Dâiret-ül-usûl, 3- Dürer-ül-akâid: Ehl-i sünnet i’tikâdını açıklayan bir eserdir. 4- El-Câmi-ün-nüfûs, 5- Huccet-i ilâhiyye, 6- Kıssa-i Mûsâ ve Hızır, 7-Letâyif-ül-âyât ve Nukûş-ül-beyyinât, 8-Meclis, 9-Menâkıb-ı Çihâr-ı Yâr-i Güzîn: Sevgili Peygamberimizin dört halîfesini anlatan eserdir. Birçok defalar basıldı. En son olarak 1983 yılında İstanbul’da sadeleştirilerek basıldı. 10-Menâkıb-ı Nu’mân, 11-Menâzil-ül-Ârifin: İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin risalelerinden faydalanılarak yazılmış olup, dört bölümden meydana gelmiştir. Tasavvuf hakîkatlerini anlatır. 12-Nakd-ül-Hâtır Eshâb-ı Kehf, Hızır aleyhisselâm, Mûsâ ve Zülkarneyn aleyhimüsselâm kıssalarını anlatır. M. 1594 yılında Sivas’ta yazılmıştır. 13-Risâle-i emr-i ilâhî, 14-Risâlet-üt-te’vil, 15-Şerh-i Gazeliyyât-i Murâd Hân-ı Sâlis, 16-Şerh-i Kavâid-ül-İ’rab li İbn-i Hişâm: Yirmibeş yaşındayken, talebelerinin isteği üzerine yazmıştır. İbn-i Hişâm’ın eserine zeyldir. Arabça gramer kitabıdır. 17- Şerh-i Kelimetü Kümeyl İbn-i Ziyâd, 18-Şerh-i Muhtasar-ül-Menâr Fıkıh usûlüne dâir bir eserdir. Âlimler arasında beğenilen bir kitap olup 26 yaşındayken yazmıştır. 19- Umdet-ül-edib fit-teallûmi vet-te’dîb: Farsça gramer kitabıdır.
Şiirlerinde Şemsî mahlasını kullanan Şemseddîn Sivâsî hazretleri, dîvânındaki kıymetli şiirlerinde şu konuları işler 1) Bu dünyâ, fânî ve vefasızdır, insanı gaflette bırakan, boş ve lüzumsuz şeylerle oyalayan, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmayı engelleyen düşmandır. Bu dünyânın lezzetlerine aldanmamak gerekir. Bu lezzetler geçici ve aldatıcıdır. 2) Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için bir Allah adamından ders almak, ona talebe olmak gerekir. Bu zâtın huzûrunda nefsi, kötülüklerden temizlemelidir. 3) Peygamber efendimizin (s.a.v.) şefaati çok önemlidir. O’nun şefaati olmazsa insanların hâli çok perişandır. O’nun şefaatine kavuşabilmek için Sünnet-i seniyyesine tam sarılmak gerekir. 4) Sevgiliden gelen eziyete sabırla tahammül göstermek gerekir. Sevgilinin cefâsı, âşıka vefadır. Âşıklar için en kötü durum sevgilinin ilgisizliğidir. 5) Allahü teâlânın verdiği sayısız ni’metlere şükretmek gerekir. Çünkü Allahü teâlâ bütün ni’metlerini insanoğlu için yaratmıştır. Dîvânından seçmeler:
Nât-ı Şerîf
Kapına geldi âsîler, Şefaat yâ Resûlallah!
Suçunu bildi kâsîler, Şefaat yâ Resûlallah!
Ne ettim ise ben ettim, Yanıldım nefse zulm
ettim,
Henüz suçum bilip geldim, Şefaat yâ Resûlallah!
Ne ilmim var ne amelim, Perişan cümle
ahvâlim,
Vesveseyle dolu bâlim, Şefaat yâ Resûlallah!
Bu şemsi abd-ı âbıkdır, Ne etsen ona
lâyıktır,
Velî yoluna sâdıktır, Şefaat yâ Resûlallah!
Kâsî: Duygusuz, Bâl: Kalb gönül, Abd: Köle, Âbık: Kaçak.
Gazel
Hudâvenda şu âlemde, Esen yeller seni
ister,
Ayakları gubâr olmuş. Tozan yollar seni ister.
Eğer cindür, eğer hayvan Eğer melek, eğer
insan,
Seni zikr etmede yeksan, Dönen diller seni ister.
Bulam diye ister ânı Gezer arayı arayı,
Dolaşıp kûh-u sahrâyı, Akan seller seni ister.
Seherlerde okur virdi, Verir âşıklara
derdi,
Bahâne eylemiş verdi. Gezen güller seni ister.
Yıldızlar, ay, güneş bî-cân, Karan yok eder
seyrân.
Olup Serkeşte vû hayran, Dönen gökler seni ister.
Yolun Sedd eylemiş ağyar, Kalıp gurbette eyler
zar,
Bu Şemsî gibi her kim var, Duyan kullar seni ister.
Gubâr Toz, Yeksan: Dümdüz, beraber, bir, Kûh: Dağ, Vird: Belli zamanlarda okunan tesbih, duâ, Verd: Gül, Bî-cân: Cansızlar. Serkeşte: Şaşkın, perişan, başı dönen.
Kıyamazsan bâş-ü cana, Irak dur girme
meydâna,
Bu menzile nice canlar, Baş oynar i’tibâr olmaz.
Bu dünyâ balına banma, Hayallerine
aldanma,
Ebedî kalırım sanma, Fenâdır payidar olmaz.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Hediyet-ül-ihvân (Şeyh Muhammed Nazmi), Süleymâniye Kütüphânesi, Hacı Mahmûd Efendi Bölümü. No: 4587 Vrk. 24b-27b, 44a-48a.
2) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 95
3) Nâima Târihi cild-1 sh. 372
4) Sicilli Osmanî cild-3, sh. 165
5) Peçevî Târihi cild-2, sh. 290
6) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1018