Yirmi ikinci Osmanlı şeyhülislâmı. İsmi, Sa’düddîn bin Hasen Can bin Hâfız Muhammed İsfehânî’dir. Yavuz Sultan Selim Hân’ın nedimi (sohbet arkadaşı) Hasen Can’ın oğludur. Hoca Efendi lakabıyla meşhûr oldu. 943 (m. 1536) senesinde İstanbul’da doğdu. Üçüncü Murâd Hân’ın vefâtının dördüncü senesinde Ayasofya Câmii’nde hatim ve mevlid duâsı yapılacaktı. Buraya gitmek için hazırlık yapan Hoca Sa’düddîn Efendi, abdest alırken fenâlaştı. Buna rağmen Câmiye gitti. Duâ biterken, rûhunu teslim eyledi. Cenâzesi 12 Rebî’ul-evvel 1008 (m. 1599) târihinde Eyyûb Sultan’da yaptırmış olduğu Dâr-ül-Kurrâ bahçesine defnedildi. Vefât ettiğinde 63 yaşında idi. Hoca Sa’düddîn Efendi de, sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) vefât günü ve yaşlarında Hak teâlânın rahmetine kavuşmuştu.
Hoca Sa’düddîn Efendi gençliğinde; Müderris Karamanlı Mehmed Efendi, Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi ve zamanın diğer büyük âlimlerinden ilim öğrendi. Yirmi yaşında iken, yardımcı müderris olarak İstanbul’da Murâd Paşa Medresesi’nde ders vermeğe başladı. Daha sonra Erbe’în payesi denilen ilmiyye rütbesini alıp, Bursa’da Yıldırım Medresesi’ne ta’yin oldu. Bir yıl sonra da, ilmiyyeye âit olan Hâriç rütbesine yükseldi. Bu sırada yirmidokuz yaşında idi. 978 (m. 1570) senesinde Mahmûd Bey’in başka bir yere ta’yini ile boşalan Bursa Sultaniye Medresesi’ne, 980 (m. 1572) senesinde ise, Sahn-ı semân müderrisliğine getirildi. 981 (m. 1573) senesi Mayıs ayında İbrâhim Efendi’nin vefâtı üzerine, Şehzâde Murâd’ın hocalığına ta’yin edildi. Bu sebeple Hoca Efendi diye anılmaya başladı. Şehzâde Murâd tahta çıkınca, Sa’düddîn Efendi’yi Manisa’dan İstanbul’a çağırdı. Kendisine Hâce-i sultanî (sultan hocası) ve Reîs-ül-ulemâ ünvanları yerildi. Devletin iç ve dış siyâsetine yardımcı oldu. Sa’düddîn Efendi, Üçüncü Mehmed Hân’ın şehzâdeliğinde, ona da hocalık yaptı. Üçüncü Mehmed Hân tahta çıkınca, Sa’düddîn Efendi’ye hürmet gösterip, işlerinde ona da danışırdı, iki sultâna hocalık yaptığı için kendisine Câmi’ür-riyâseteyn denildi. Aynı ünvanı şeyhülislâmlar arasında bir de, Erzurumlu Seyyid Hacı Feyzullah Efendi almıştır.
Hoca Sa’düddîn Efendi, devrinde bütün ulemânın adetâ “Kutbu” hâline geldi. Onun talebeleri de meşhûr oldular. Bütün talebeleri onun irfan halkasından olmakla övünüyorlardı. Mevlânâ Ali Nakîb, Molla Ali, Seyyid Kâsım Gubârî ve Azmi-zâde, Hoca Sa’düddîn Efendi’nin yetiştirdiği talebelerin meşhûrlarındandır.
Sultan Üçüncü Mehmed Hân, Şeyhülislâm Bostan-zâde Mehmed Efendi’nin vefâtı üzerine 1007 (m. 1598) senesinde, Sa’düddîn Efendi’yi şeyhülislâmlık makamına getirdi. Hoca Sa’düddîn Efendi bir yıl sekiz ay şeyhülislâmlık yaptı. Bu sırada müslüman halkın işlerini hiç ihmâl etmedi, hep yerine getirdi. Gerekli fetvâları hazırlamakta büyük maharet gösterdi. Her Cum’a müslümanların dertlerini dinlerdi. Herkesin lisânına göre, Türkçe, Farsça ve Arabça verdiği cevaplarla halkı memnun ederdi. Bu çalışma ve hareketleriyle halk arasında, hocası Ebüssü’ûd Efendi’yi hatırlattığı söylenirdi. Devrin şâirlerinden Câmi Çelebi onu şöyle medheder:
Bu yakınlarda cihâna, iki müftî geldi,
Tuttu âlemi, her birisinin fazlü edebi.
“Kimdir?” diye suâl eylersen onları sen,
Birisi “Hoca Çelebi”, biri “Hoca Efendi”.
Devrin ârifleri, hocası Ebüssü’ûd Efendi ile Hoca Sa’düddîn Efendi’yi bir ayar tutarlardı. Ebüssü’ûd hazretleri de gençliğinde “Hoca Çelebi” nâmıyla meşhûrdu.
Hoca Sa’düddîn Efendi’nin diğer kardeşleri de kendisi gibi âlim idi. Hoca Efendi’nin vâlidesine; “Senin çocukların bu şerefe ne ile kavuştu?” diye sorulduğunda vâlidesi şöyle dedi:
“Ben hiç birisini abdestsiz emzirmedim. Her birisinin akikasını kestim. Ayrıca her Cum’a günü, her biri adına bir koç kesip fakirlere sadaka olarak dağıtırdım.”
Haçova zaferi ve Hoca Sa’düddîn Efendi: 974 (m. 1566) senesinden, beri, Avusturya ile Osmanlı devleti sınırlarında çatışmalar hiç eksik olmuyordu. Bu çatışmalarda hep Osmanlı akıncıları galip geliyordu. Avusturya, Türk akınlarından çok bizar oldu ve korkuya düştü. Akınlara karşı topluca karşı koyabilmek için hudud şehirlerindeki kiliselere büyük çanlar koydurulmuştu. Târihimize, “Türk Çanı” olarak geçen bu çanlar, sabah öğle ve akşam olmak üzere günde üç sefer çalınır, halk gelebilecek Türk akıncılarına karşı îkaz edilirdi.
Bu akınlardan birisinde, Bosna Akıncı kumandanlarından Hasen Paşa, 1001 (m. 1592) senesinde yaptığı bir seferde, Avusturyalılar tarafından pusuya düşürülerek, Hasen Paşa, Sultan-zâde Mustafa Paşa ve Koca Mehmed Paşa’nın da bulunduğu 8000 Türk akıncısı şehîd edilmişti. Bunun üzerine Avusturya’ya karşı savaş açılması için bir dîvân toplandı. Sadr-ı a’zam Sinân Paşa, Avusturya ile savaşmak istiyordu. Dîvânda Hoca Sa’düddîn Efendi şu sözlerle savaşmaya şiddetle i’tirâz etti: “Kolay zaferler kazanmak devri artık geçmiştir. Akıncılarımızın şehîd edilmesi her zaman olan hâllerdendir. Bu bir savaş sebebi olmaması gerektir. Devlet-i Âli Osman genişleyebileceği kadar genişlemiş, tabiî sınırlara kadar dayanmıştır. Bu sınırları aşıp, ülkeler feth edilse bile, buraları uzun zaman elde tutmak mümkün olmayacaktır. Yine feth edilen yerleri elde tutmak için, kalelere fazla asker yerleştirmek gerekir. Bu askerlerin iaşesi ve ihtiyâçları devlet hazînesine ağır masraflar yükleyecektir. Yeni fethedilen yerlerden elde edilecek ganîmetler, buraları korumak için sarfedilen masrafı karşılıyamayacakar.” Vezirler de Sinân Paşa’nın yanında yer alınca, Hoca Efendi’nin bu fikri azınlıkta kaldı ve Avusturya ile savaşa karar verildi. Bunun üzerine Hoca Sa’düddîn Efendi; “Karşımızdaki düşman sâdece Avusturya değildir. Avusturya kralı Maksimilyen, Erdel prensi Zigismunt, Eflak beyi Mişel, Boğdan voyvodası Aron ile birleşmiş, Papadan, İspanya’dan ve Lehistan’dan da yardım almıştır. Müttefik devletlere karşı siyâsî davranmak îcâb eder. Hudutlarda müttefik düşmanlar belirince, savaşacak olan için en kolay, en iyi tedbir müttefiklerin arasını açmak ba’zısı ile barış yapmak ve yalnız kalan düşmanla savaşmaktır” dedi. Fakat onun bu sözlerini kimse dikkate almadı.
1002 (m. 1593) senesinden 1005 (m. 1596) senesine kadar devam eden Osmanlı-Avusturya savaşlarında her iki taraf ağır kayıplara uğradı. Estergon, İbrahil, Kili, Silistre, Yergöğü, Rusçuk, Akkirman ve Varna kaleleri elden çıktı. Bu sebeble Sultan Üçüncü Mehmed Hân, Hocası Sa’düddîn Efendi’nin tavsiyesiyle bizzat Avusturya seferine çıktı. Kanunî Sultan Süleymân Hân’ın vefâtından sonra 30 yıl geçtiği hâlde, hiçbir pâdişâh ordusuna bizzat başkomutanlık etmemişti. 1005 (m. 21 Haziran 1596) târihinde yanında Hoca Sa’düddîn Efendi de olduğu hâlde, 100.000 kişilik bir ordu ile İstanbul’dan hareket eden Sultan Üçüncü Mehmed, ösek kalesine ulaştı. Rumeli Beylerbeyi Sokullu-zâde Hasen Paşa ile, Kırım kuvvetleri de ösek kalesi önünde, Sultan ile birleştiler, ösek’de bir dîvân toplandı. Dîvânda ba’zı vezirler, Tuna vadisinden ilerleyip Viyana’yı muhasara etme teklifinde bulundular. Hoca Sa’düddîn Efendi; “Bu doğru bir düşünce değildir. Viyana merhum Kanunî zamanında da kuşatıldı. Fakat düşman Almanya içlerine çekilip gitti. Bizimle karşılaşmadı. Viyana’yı almak da mümkün olmadı. Şimdi Viyana’ya gittiğinizde düşman yine memleketim içine çekilerek, bizimle karşılaşmayacaktır. Biz Viyana’yı kuşatırken, onun müttefikleri bizi arkamızdan çevirerek çekilme yolumuzu kapatacaklardır. Müşkül durumlara düşmemiz mümkündür. Bu yüzden ben, Viyana’yı değil, Tisa nehrinden Eğri kalesine gidilmesini ve buranın zaptını teklif ederim. Eğri kalesi alınırsa Avusturya ile Romanya’nın yardım yolları elimize geçecek, birbirinden ayrılan ve yardım alamayan düşmanları, birer birer dize getirmek mümkün olacaktır” dedi.
Hoca Sa’düddîn Efendi’nin fikirlerine çok güvenen Sultan, bu fikri derhal kabûl etti. Eğri kalesi, 20 gün süren muhasaradan sonra zabt edildi. Kale muhafazasına Anadolu Beylerbeyi Lala Mehmed Paşa’yı bırakan Sultan, ordusuyla Haçova denilen yere geldi. Osmanlı Ordusu Haçova’ya geldiği zaman, burada İmparatorun kardeşi. Arşidük Maksimilyan’ın kuvvetleriyle karşılaştı. Alman, Macar ve diğer devlet ve milletlerden toplanmış büyük bir ordu vardı.
Ordu, Haçova’ya vardığı zaman, düşmana karşı nasıl hareket edileceğini görüşmek maksadı ile bir dîvân toplandı. Hocasının isteğiyle savaşa çıkan Sultan, araba sarsıntısından ve yolun meşakkatlerinden çok rahatsız oldu. Sultan toplanan dîvânda resmen, sadr-ı a’zamı bırakıp, İstanbul’a dönmek istediğini açıkladı. Ba’zı vezirler de Sultânı desteklediler. Bu duruma şiddetle karşı çıkan Hoca Sa’düddîn Efendi; “Şevketlü sultânımızın savaş zorluklarından rahatsız olduğunu biliriz. Unutmamalı ki, savaşın zorluklarından biz ve bütün ordu rahatsızdır. Savaşın meşakkatlerine katlanmadan zafer kazanmak nerede görülmüştür. Bu iş vezirlerin işi değildir. Bir kale fethetmekle dâvaya halledilmiş nazarı ile bakmak, kalenin imdâdına gelen küffârın başını ezmeden geri dönmek, yılanın kuyruğuna basıp önünden kaçmak demektir. Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Düşmanlarınız aman dileyip silahlarını terkedinceye kadar onlarla savaşınız. Düşmana sırtınızı çevirmeyiniz” buyurulur. Düşman aman dilememiş, silâhını terk etmemiştir. Düşmanla karşılaşmadan ona sırtımızı çevirirsek yarın hesap gününde Allahü teâlânın huzûruna ne yüzle çıkarız. Bir Osmanlı sultânının bir sebep olmadan ve düşmanı imha etmeden, gazâ meydanını terk etmesi, şimdiye kadar görülmemiştir. Ecdadımızın rûhları bizi ayıplar. Din düşmanları ile savaşmak muhakkak lâzımdır. Dîni ve devleti müdâfaa etmek, onun şânını ve şerefini göklerden ayaklar altına düşürmemek için savaşmak üzerimize farzdır. Hepimizin bu uğurda can verinceye kadar savaşması, sultânın değil, Allahü teâlânın emridir. Zâten biz onları yok etmezsek, onlar bizim üzerimize gelip bizi yok edecekler” diyerek Sultânın dönmesine mâni oldu.
Ertesi sabah iki tarafın kuvvetleri harp vaziyeti alıp birbirine yanaştı. Osmanlı ordusunun merkezinde sultan vardı. Başının üzerinde sancak dalgalanıyordu. Sultânın sağında vezirler, solunda kadıaskerler ile Hoca Sa’düddîn Efendi bulunmakta idi. Sol kolda Anadolu, Karaman, Halep, Maraş Eyâletleri beylerbeyleri, sağ kolda Rumeli ve Temaşvâr beylerbeylerinin kuvvetleri vardı.
Muharebenin başlamasıyla birlikte düşman birlikleri Pâdişâhın bulunduğu merkez kısma saldırdılar. Pâdişâh, otağına çekilerek, sırtına Peygamber efendimizin (s.a.v.) hırka-i şerîfini giyip, eline mızrağını aldı. Sağ koldaki Rumeli Beylerbeyi Hasen Paşanın kuvvetleri dağıldı. Böylece düşman kuvveti ordunun içine daldı. Yağmaya başladı. Düşman, Türk cephâne sandıklarının üzerine çıkmıştı. Vaziyet tehlikeli bir hâl almıştı. Bu durumu bizzat seyreden Sultan Mehmed Hân, yanında bulunan Hoca Sa’düddîn Efendi’ye; “Efendi şimdiden sonra ne yapmamız gerek” diye sorunca, metanetini kaybetmeyen Hoca Efendi; “Sultânım lâzım olan, yerinizde sebat ve karar etmektir. Cengin hâli budur. Ecdadınız zamanında olan muharebeler çoğunlukla böyle vâki olmuştur. Mu’cizât-ı Muhammed (s.a.v.) ile inşâallahü teâlâ fırsat ve nusret ehl-i İslâmındır. Hatırınızı hoş tutun” dedi.
Artık panik başlamış ve düşman kuvvetleri çadırlar arasına kadar girmiş, ordugâhı zaptetmişlerdi. Düşmanın böyle çadırlar arasına girdiğini gören seyis, aşçı, deveci, katırcı, karakollukcu denilen hizmetçi grubu, bu çadırları zapteden düşman üzerine kazma, kürek, balta ve odun gibi şeylerle hücuma geçerken, aynı zamanda, “Düşman kaçıyor” diye bağırarak, askerleri geri döndürmeyi başardılar. Bu sırada ön kol kumandam Cağala-zâde de, gizlendiği pusudan çıkarak süvarileriyle hücuma geçti. Osmanlı ordusunun sağ kolunu bozmuş olan yirmibin düşmanı, bataklıklara sokarak imha etti. Bu hengâmede, Sultan Üçüncü Mehmed Hân’ı dimdik atının üzerinde, Hoca Efendi’yi de onun yanı başında atının gemlerini tutmuş gören akıncılar ve Kırım atlıları, zaferi kazandığını sanan düşmana korkunç bir darbe indirdiler. Düşmanın ellibin kadarı öldürüldü. Böylece kaybedilmiş sayılan Haçova savaşı büyük bir zaferle neticelendi. Onbin düka altın ile beraber, Alman toplarının büyük bir çoğunluğu ele geçti.
Tarihçi Hammer bu savaş için; “Hoca Sa’düddîn’in cesâret ve te’sîriyle kazanılan Haçova savaşı, Mohaç ve Çaldıran savaşı ile mukayese edilen parlak zaferdir” demektedir.
Hoca Sa’düddîn Efendi kendi devrine kadar, Osmanlı sultanları zamanında vukû’ bulan olayları, yetişen âlimlerin ve büyük zâtların hayatlarını anlatan “Tâc-üt-tevârih” adlı eseri yazmıştır, iki cild olan bu eserine “Hoca Târihi” de denilmiştir. Selîmnâme, Târih-i Temîmî’ye takriz, Sadr-üş-şerîa adlı esere haşiye yazdı. Bundan başka; Risale-i Kuşeyrî tercümesi, Behçet-ül-Esrâr, Semerât-ül-Edvâr ve Mir’at-ül-Ahbâr adlı eserleri vardır. Ayrıca Lârî’nin Farsça târihini ve Emâlî Kasîdesi’ni aynı vezinle Türkçeye tercüme etmiştir.
Tâc-üt-tevârih’den ba’zı bölümler:
Rabbim, adınla başlarım, teksin yücesin
sen.
Dileklere yön veren, cihanın sahibi sen.
Sayılar tükenir, izzetini tanıtmada.
Yetmedi kurallar üstünlüğünü anmaya.
Öyle pek kolay değil, bilmek anlamak O’nu.
Samed’dir Allah, ne doğdu ne de doğuruldu.
Çıkardı insanı yoktan varlığa neyledi,
Kişi kalbine bilgiyi armağan eyledi.
Bilgilerin adını öğreterek insana,
Ne ki varsa mutluluktan yakıştırdı ona.
Pak soylarından kerem ıssı peygamberleri
Göndererek cihâna kurdu sağlam düzeni.
Özünden, hem peygamber hem nebiler öğüncü,
Yolcular rehberi, gerçek yola götürücü
Hidâyet ufkunda doğdu karanlığa güneş,
Yâridir Allahın, yok elçilerde ona eş.
Sonu gelmez zikirlerimizle dâim olsun,
Selâmlarımızla kucağı durmadan dolsun.
Sevgisi övgüsüne cihanı bağladı gör,
Yaydığı nizâmı sonsuza dek dağladı gör.
Böylece hak yolunu yerine dikmek için,
Sünnetini âleme yayıp duyurmak için.
Töreleri, adâlet, keremli halefleri,
Bunların cihâna nizâm vermek görevleri.
Hakkı koruyorsa pâdişâhlar bir ülkede,
Gelişir elbette güven, Hakkın gölgesinde
Dağıtıp kereminden hep âlemi süsledi.
Bunların hükmüyle dört yandan onu kuşattı.
Özellikle güzel Osmanoğlu yıldızları,
Padişahlık tahtının, börkünün ıssıları.
Tek tek herbiri Allah yoluna durmuşlar,
İşlerinde hep hakkı, adâleti tutmuşlar.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Cihâna hükmeden yüce tahta vâris oldu.
Adı Sultan Murâd Hân’dır ya’nî Osmanoğlu.
Edeli devlet-ü-ikbâl ile tahta cülus,
Oldu düşmanları her an yaşamaktan me’yûs.
Adâletinin gölgesi düşeli devrâna,
Fenâlıklar kapısına vuruldu bir halka.
Yönetimde o pâdişâh seçti orta yolu,
Çünkü adâlete, şefkate meyyal tutumu.
ikbâl yılları oldu, kötülüklerden beri,
Devrinde bir an görülmedi zulmün eseri.
ilgi gösterdi zamanın hâkimi pâdişâh,
Adâlete, kereme, hem ibâdete o şâh.
Yolunu tutarak Rahmân ve Rahim Allahın,
Rahata erdirdi rûhunu Osman Gâzî’nin.
Yeniden can verdi ataları töresine,
Kulak tuttu halkın feryadına, dileğine.
Hükmünü geçerli, şevketini yaygın etti,
Yüce Allah, şaha kereminden bunu verdi.
Adı minberlerde, bezemeler çiçeklendi,
Altın gümüş akçalar. İsmiyle gülümsedi.
Sultânımızdır şimdi Haremeyni koruyan,
Şek yok, Allahın fazlıdır ona rehber olan.
Adâleti ihsânı artık tuttu cihanı,
Denk oldu dokuz kat göğe yücelikte şânı.
Adâlet kaynağıdır üstün kişiliği ile,
Açar kapıları ondan dilek edenlere.
Beyt:
Âlemde ne ki varsa Muhammed adına oldu,
O’nun adında gönülsüzler gönül buldu.
Nazm:
Yiğitten bir güzel addan başka ne kaldı.
işte bu gök kubbede yazılı olan da budur.
Şan, şeref sahiplerinin târihleri,
haberleri,
Şimdi geçmişten batarda kalan da budur.
Yârab eyle gecemi günlerimi aydın.
Olursa çabam, sebeb doğuşuna hakkın.
Tedbîrde beni gerçeklere yakın eyle,
Görünsün dînin pırıltıları böylece.
Batsın toprağa din düşmanının dirisi,
Gücümden olsun perişan kâfir çerisi.
Eyle sen kılıcımı keskin, din yoluna,
Rehber eyle hak yolunda çarpışanlara.
Temiz bir ad sahibi kıl, kazandır beni,
Lütfun göreceği yere ulaştır beni.
Efendimsin ey keremi bol, ihsânı bol,
Kazanmak için rızânı, göster bana yol.
Önder eyle Mustafâ’nın emrini bana,
Ver savaştan öğünme ni’metini bana.
Rabbine derdini böyle açar iken,
Her işte kendini Hakka ısmarlar iken.
Hem yalvardı yakardı, hem secdeye vardı,
Açık gözleri, doldu uykuyla kapandı.
Gördü ki ufuktan bir dolunay doğmakta,
Durağı yüce Şeyh’in makamı olmakta.
Gelince olurdu Osman’ın karnu üstünde,
Dallı budaklı bir ağaç bitti özünde.
Bir ağaç ki mutluluk onda meyva vermiş,
Kökleri oynatılmaz yerden öyle bitmiş.
Büyümüş yükselmiş gövdesi tâ göklere,
Yapraklarının gölgesi düşmüş illere.
Gölgeliğinden dağlar tepeler yer almış,
Her dağ eteğinden temiz pınarlar akmış.
Bu pınarlara kol kol insanlar gitmekte,
Kimi bunlardan bostanlara su vermekte.
Kimi suları âb-ı hayât gibi içer.
Kimi bağında bahçesinde ekin biçer.
Kimi bunlara çeşmeler hayırlar yapar,
Kimi bu çayırlarda safâlara dalar.
Açıldı gözü de bahtı gibi uykudan,
Yorduğu düşü öğrendi Edebâlî’den.
Şeyh dedi, ey talihi, bahtı parlak civan,
Sen, çoluğunla çocuğunla oldun Hakan.
Muştular sana ki, bundan böyle hân oldun,
Tuğ ve sancak, çeri sahibi sultân oldun.
Bu düş oldu bana güveyliğine berât,
Diyerek ona eyledi bunu nasihat.
İki mutluluk ışığı olunca yakın,
Doğdu ikinci yılda Orhan Gâzî bilin.
Yanılması düşün, dosdoğru, gerçek çıktı.
Nûru, ışığı bütün cihanı kapladı.
Nûr etsin Allah haber ehlinin rûhunu,
Kutlasın Allah, ibret ehlinin sırrını.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî) sh. 429
2) Fezleke cild-1, sh. 130
3) Nâ’imâ Târihi cild-1, sh. 150
4) Peçevî Târihi cild-2, sh. 200
5) Hadikat-ül-Cevâmi’ cild-1, sh. 272
6) Sicilli Osmânî cild-3, sh. 18
7) Selânikî Târihi sh. 125
8) İlmiyye Salnamesi sh. 417
9) Devhat-ül-meşâyıh sh. 36
10) Târihten bir yaprak sh. 164
11) Rehber Ansiklopedisi cild-15, sh. 25
12) Hulâsat-ül-eser cild-3, sh. 418