Evliyânın büyüklerinden. Hindistan’ın Bingâl vilâyetinin Mengelkût kasabasındandır. Kısa zamanda tefsîr, hadîs, fıkıh gibi ilimlerin yanısıra, zamanın fen ilimlerini öğrendi. Dînin emirlerine oldukça dikkat eder, haramlardan sakınır, şüpheli korkusuyla mübahların fazlasını dahî terkederdi. Kanâat ve tevekkül hâli kelimelerle ifâde edilemiyecek derecede idi. Hocası olan İmâm-ı Rabbânî’ye iki sene tam bir teslimiyetle hizmet ederek, icâzet almakla şereflendi. Hocasının emri ile memleketi olan Bingâl’e gitti. Orada zâhirî ilimlerde müderris, kalb ve tasavvuf ilimlerinde yol gösterici oldu. 1050 (m. 1640) senesinde Bingâl’de vefât etti.
Hamîd-i Bingâlî’nin İmâm-ı Rabbânî’nin huzûrunda tövbe edişi ve büyükler yoluna girişi şöyle oldu: Memleketinden zâhirî ilim tahsili için Lâhor’a gelmişti. İlim tahsilinden sonra memleketine giderken, Ekberâbâd’da, önceden tanıştığı müftî Mevlânâ Abdürrahmân ile buluşup, birkaç gün, birlikte sohbet ettiler. Hamîd-i Bingâlî tasavvuf büyüklerinin yoluna önceleri hiç inanmazdı. Müftî olan arkadaşı ile beraber olduğu günlerde, İmâm-ı Rabbânî hazretleri Ekberâbâd’a gelmişti. Mevlânâ Abdürrahmân’ın bulunduğu ve hazret-i İmâm’ın ya’nî İmâm-ı Rabbânî’nin sevenlerinin oturduğu mahallede misâfir olmuştu. Hamîd-i Bingâlî bu haberi duyunca, dayanamadı ve büyük bir sıkıntı ile Mevlânâ’nın yanına gelip; “Bu mahalleden başka yere gidiyorum” dedi. Mevlânâ; “Hayrola, neden icabetti? Bu sıkıntının sebebi nedir?” diye sorunca, o da hazret-i İmâm’ın ismini söyleyip; “Sizin yakınınıza geldiler. Ben onunla tanışırım. Görmeye gitmezsem olmaz, gidersem hiç olmaz” dedi. Mevlânâ; “Onlar büyüktürler ve âlimdirler. Niçin görmek istemezsin?” deyince, Hamîd-i Bingâlî; “Ben onu görmeye dayanamam” dedi ve kapıdan çıkıp gitti, İki-üç gün sonra Hamîd-i Bingâlî, Mevlânâ’nın evinde unuttuğu bir risalesini almaya gelmişti ki, biraz sonra İmâm-ı Rabbânî de oraya geldi. Mevlânâ, edebe riâyeti yerine getirdi. Hazret-i İmâm’ı karşıladı ve tam bir tevâzu ile içeri aldı. Şeyh Hamîd’in yüzünün rengi değişti. Bu eve geldiğine bin pişman oldu. Hazret-i İmâm, Mevlânâ’ya hitaben; “Size bir mes’ele danışmaya geldim” buyurdu. O da; “Zâtınıza gizli kalan hangi bir mes’ele olabilir?” diye arz etti. “Siz müftîsiniz, bunun için size sorup amel etmek en ihtiyâtlı yoldur” buyurdu. Gayet açık olan mes’eleyi görüştükten sonra, mübârek yüzünü şeyh Hamîd tarafına dönüp; “Şeyh Hamîd Efendi! Siz burada mı idiniz?” buyurdu. Şeyhe bir iki nazar etti. Sonra kalktı. Mevlânâ, her ne kadar; “Hizmetçiler sofra hazırladı, getiriyorlar” dediyse de, kabûl buyurmadı. Mevlânâ dış kapıya kadar, onları uğurladı. Bundan sonrasını Mevlânâ Abdürrahmân şöyle anlattı: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin peşinden Hamîd-i Bingâlî de dışarı çıktı. O inkâr ve nefrette olan Şeyh Hamîd, hazret-i İmâm’ın arkasından ağlayarak, kavrularak, gözünden yaşlar akıtarak, dervişler gibi düşe kalka gidiyordu. Hazret-i İmâm ise, ona dönüp bakmıyordu bile. Nihâyet hazret-i İmâm kaldığı eve girdi. Şeyh, onların kapısı önünde hayran ve perişan hâlde el bağlamış, başını önüne eğmiş bir hâlde durdu. Bir müddet sonra, İmâm-ı Rabbânî, o kendine çektiği Hamîd-i Bingâlî’yi husûsî odasına çağırdı ve sohbette bulundu. Gittikleri yolun husûsiyetlerini anlattı. Evliyâlık makâmları onu öyle kapladı ki, hâllere gömülüp, dostlardan ve tanıdıklardan tamamen kesildi. Birkaç gün sonra, hazret-i İmâm memleketleri olan Serhend’e hareket etti. Şeyh yaya olarak gayr-i ihtiyârî, gönlünü çaldırmış bir hâlde hazret-i İmâm’ın peşi sıra gitti.
Hazret-i İmâm’ın eshâbının ba’zıları dediler ki: “Hazret-i İmâm’ın, Mevlânâ Abdürrahmân’ın evine teşrîfi, belki Ekberâbâd’a gelişleri, sırf Şeyh Hamîd’i bozuk i’tikâdından kurtarmak için idi. Zîrâ buna me’mûr idiler.” Mevlânâ Abdürrahmân diyor ki: “Hazret-i İmâm’ın Şeyh Hamîd üzerindeki bu tasarrufunu görmekle, benim ihlâs ve i’tikâdım kuvvetlendi.” Ne zaman Mevlânâ’ya, hazret-i İmâm’ın kerâmetleri sorulsa, hep bu hâdiseyi anlatırdı.
Ondan sonra Hamîd cezbe ve sülûk makâmlarında ilerliyerek, vilâyet derecesine kavuştu ve icâzetle şereflendi. Doğru yolu bildiren âlimler arasında, icâzet verilip, gönderilen talebeye hırka vermek âdet olduğundan, Hamîd-i Bingâlî ayrılırken, hazreti İmâm’dan teberrüken, kullandıkları birşey istedi. Onlar da istediğini verdiler. Hamîd verileni öperek, huzûrundan ayrıldı. Teşyî’ etmeye (uğurlamaya) giden ahbabları dediler ki: “Hamîd-i Bingâlî o hediyeyi sarığına sarıp başına tâc eyledi. Bu şekilde memleketine gitti.” Mısra’:
Bir toprak ki, yâr ilinden başa gelir,
Benim için yüz taştan da iyidir.
Memleketine gidince, hocasının hediyesi için küçük bir oda ayırdı, ihtiyâç sahipleri, hastalar, derdliler bunu duyunca, derman için oraya koştular. Derler ki: “Memleketin her tarafından, hastalara şifâ için, huzûruna su kabları getirirlerdi. Şeyh hocasının hediyesinin ucunu suya sokar ve suyu onlara verirdi. İnsanlar şifâ bulurlardı. Hasta ölüm hastası ise suya sokar sokmaz su kabı kırılırdı. Bu çok tecrübe edildi.”
Hamîd-i Bingâlî hayatta olduğu müddetçe bu hâl üzere devam etti. Vefâtından sonra, Hamîd’in kabri üzerine türbe yapıp, hocasının hediyesini, onun duvarındaki gömme dolaba koydular. Eskisi gibi, ihtiyâç sahipleri ve hastalar oraya geldi ve maksadlarına kavuştular.
Hadarât-ül-Kuds kitabının sahibi Bedreddîn Serhendî şöyle anlatır: “Kendisine mektûp yazıp; “Hazret-i İmâm’ın menkıbelerini kitap hâline getiriyorum. Onlardan sonra halîfelerini de yazacağım. Sizin de şâhid olduğunuz, bildiğiniz ve duyduğunuz menkıbe ve kerâmetlerini yazınız, kendi hâlinizi de anlatınız ve hazret-i İmâm’ın size verdikleri icâzetnamenin sûretini gönderiniz” dedim. Şeyh cevâbında şu mektûbu gönderdi:
“Allahü teâlâ sizi belâlardan korusun ve kendinden başka şeylerden uzaklaştırsın. Bu duâmı Resûl-i ekremin (s.a.v.) ve âli’nin hürmetine kabûl buyursun! Kıymetli mektûbunuzu okudum, içindekileri anladım. Çok iyi bir işe niyet etmiş ve başlamışsınız. Cenâb-ı Hak hayırla bitirmek nasîb etsin! Bu fakire; “Hazret-i İmâm’ın hâl ve kerâmetlerinden hatırınızda bulunanları yazın” diyorsunuz, iyice bilmiş olunuz ki, hazret-i İmâm, Mektûbât ve risalelerine yazmadık bir hâl ve makam bırakmadı. Bu sermâyesi az fakîr, ne yazsam, ne söylesem hepsini yazmışlardır. Ayan olanı beyâna hacet yoktur. Bu fakirin hâllerini anlatmaya, yazmaya gelince, hazret-i İmâm’ın ve diğer eshâbının makam ve hâlleri yanında yazılmaya değer, önemli birşeyi yoktur. Zerre, ne kadar yüksekten uçsa güneşin yanına yaklaşamaz. İcâzetnameyi istemiştiniz, gönderiyorum. Allah yolunda olanlara selâm olsun.” Mektûbun arkasına: “Gâibâne muhlis Sofi Hamîd” diye yazdı, icâzetnamesi şudur:
“Allahü teâlâya hamd, Resûlüne salât-ü selâmdan sonra, Allahü teâlânın rahmetine muhtaç, Ahmed bin Şeyh Abdülehad Fârûkî Serhendî Müceddidî der ki; “Âlim, sâlih, sıddîk, dînin tarikatin ve hakîkatin ilimlerini kendinde toplayan, kardeşim Şeyh Hamîd-i Bingâlî (Allahü teâlâ sevdiği ve beğendiği şeyleri ona ihsân eylesin) sülûk konaklarını geçip, cezbe ile urûc eyleyip (yükselip) vilâyet derecelerine kavuşunca ve başlangıca yerleştirilen sondakiler, kendisinde hâsıl olunca, istihâreden ve Allahü teâlâ tarafından izin verildikten sonra, doğru yolda olmak istiyen ihlâslı talebelere büyüklerimizin yolunu ta’lîm için izin ve icâzet verdim. Allahü teâlâdan, onu, kötülüklerden ve ayıblardan korumasını ve Resûlullaha mütâbaatte istikâmet üzere bulundurmasını niyaz ederim.”
Hamîd-i Bingâlî hazretleri, bu icâzetnamenin sûretinin kenarına; “Bu sûret, ilim deryası hocamın yazdığı aslına tamamen uygundur” diye yazdı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Hadarât-ül-Kuds sh. 314
2) Tezkire-i İmâm-ı Rabbânî sh. 330
3) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 822
4) Zübdet-ül-makâmât sh. 354