Hindistan da yetişen evliyânın en büyüklerinden. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hocası olan Muhammed Bâkî-billah’ın büyük oğludur. Küçük yaşta iken babası vefât etti. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yüksek teveccühleri ile yetişti ve önde gelen talebelerinden oldu. Onbirinci asrın sonlarında vefât etti.
Hâce Ubeydullah’ın doğumunu, Bâkî-billah hazretleri şu beytlerle bildirmektedir:
Rebî’ul-evvel ayı birinci günü idi,
Bu harabe dünyâya, işte bu nevzâd geldi.
İkindiden sonraydı ki, kıymetli cevher,
Bu zulmetli dünyâyı eyledi kendine yer.
Kalbimden çok güzel şiirler, gazeller
geldi,
Ve gözlerim ansızın bahar gibi açıldı.
Talebelerinden biri, rü’yâsında, hocalarının evinde bir çocuğun dünyâya geleceğini ve isminin Hâce Ubeydullah Ahrâr’ın isminin aynı konulması lâzım geldiğini gördü. Bu ismi verdiler. Bâkî-billah, bunu Mesnevî’sinde şöyle terennüm eder:
En ednâ bir hizmetçinin evinde,
Bir hizmetçi doğdu, büyük isimde,
Bu isimden haya eder melekler,
İnşâallah bana şefaat eder.
Bu oğulları için yazdıkları gayet bediî ve çok ince ma’nâları ihtivâ eden manzûmeden yirmibir beyti aşağıdadır:
Görünmeyen gizli bir müezzinden,
Ezan dinlerim perde gerisinden.
Zavallı, hasta ve çok muhtacım,
Arzum dilinden “Eşhedü” duyaydım.
Eğer duyarsam dilinden Allah,
ölürüm bu sesle hemen vallah.
Bir şule nûr var mı diye bakarım,
Görürsem, mâsivâ evin yakarım.
Ve kendimi sana feda ederim,
Ölürüm, sana bir şule veririm.
Ben tutarım bu ömrümün yasını,
Sen yeter ki parlat kalb aynasını.
Seni verenin hakkı için yavrum.
Senin yolunda ben feda olurum.
Hicran, sana ebedî kavuşmaktır,
Yanında ölmek, belki yaşamaktır.
Eğer sen, “Hayye’alessalâh” der isen.
Benim namazımı hisseder isen,
Mezarda da olsam, gelse kalbime.
Bütün âlem gıbta eder hâlime.
Ben dostun öldürdüğüyüm namazda,
Sübhânellah kendimleyim niyazda.
İki âlem soframı medh ederler,
“Kad efleha etâ” nişanım derler.
Allah de, coşayım neş’eleneyim,
Kulağıma inci budur diyeyim.
Hemzesi kâfidir Allah sözünün,
Ekber sadâsına yok tahammülüm.
Gözümde O elif pek çok büyüktür,
Anladım sırat-ı müstekim budur.
Ba’zan alçak, ba’zan yüksek olurum,
Hayâtımda tek bir reşha bulurum.
İşte o reşha (damla) kâfi gelmektedir,
Ben gidince, az ve çok ne demektir.
Dikkat edin bunda tam bir arz vardır,
Reşhanın esâsı bu şerâbdadır.
Susamış olana derya getirsen,
Doyar yine, bir şişe de su versen.
Hayır, hayır, olmaz evliyâ hâli,
Az sözden, çok sözden, çok daha âli.
Bu ezelî derya çok, çok yüksektir,
Yârab tövbe ettim, bu nasıl sesdir.
Hâce Ubeydullah ve kıymetli kardeşleri, küçüklük zamanlarında, babalarının teveccühlerine kavuşmuşlardır. Yine babaları, sağlığında, İmâm-ı Rabbânî’ye bu iki yüksek oğullarına teveccüh ve duâ etmelerini buyurdu. Bunun te’sîrleri hemen görünüverdi.
Bu iki yüksek kardeş, hazret-i Hâce Hüsâmeddîn Ahmed’in hüsn-ı şefkat ve ihtimâmı ile yetiştiler. Hâce Ubeydullah, Hâce Hüsâmeddîn Ahmed’in işâretiyle, bu yolun ateşini Şeyh İlâhdâd’dan aldı. Bu iki zâtın sohbetleriyle, Allahü teâ’ânın sevdiği kullarının arasına girdi. Hâller sahibi, ahlâk ve huyları kemâlde ve dâima İmâm-ı Rabbânî’nin hizmet ve sohbetlerine kavuşmak arzusunda idi. Mektûplarında, büyük bir ihtiyâçla, onların teveccühlerini istirhâm ederdi.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerine Arabî olarak yazdığı bir mektûp şöyledir:
“Kölelerinizin en aşağısı, hakîr Ubeydullah’ın ihlâs ve ihtisasın menbâı olan yüksek makamınıza arzıdır. Taliblere yol gösterenlerin önderi şeyhülislâm, karanlıkları aydınlatan, bütün insanların rehberi, uykuda olanların uyandıncısı, ameli kuvvetli, verâ’ı çok, kemâli üstün, nûr yüzü nûr kaynağı olan azîz efendim!
İslâm dîninin kuvvetlendiricisi, nûrlandırıcısı, bid’at ve alçak şeylerden dînin temizleyicisi, doğruyu ve hakkı söyleyen, dînini kayıran, dînimizin hükümlerini koruyan, hakkı arayanlara feyz verme makâmlarının sahibi muhterem efendim!
Tasavvuf yolcularının ve hakîkat şehrinin kılavuzu, bu cihanın göz bebeği, Kur’ân-ı kerîm’in esrârına, gizli ma’nâlarına kavuşan, Peygamber efendimizin (s.a.v.) vârisi, Hulefâ-i râşidîn’in “aleyhimürrıdvân” izinden gidenlerin başı, muhabbetle yananların reîsi, şerefliler cemâatinin çağırıcısı, yeni yeni zuhur eden müşkillerin çözücüsü, “Allahın indinde ondan iyisi yoktur” kelâmından büyük pay alan, kalbini nûrlandırmak isteyenlere feyz ve nûr saçan, zamanının âlimlerinin üstünü. İsmi cihâna yayılmış büyük âlimlerin, ona talebe olmak saâdetiyle övündükleri eşsiz âlim, hâlleri evliyâya huccet olan velî, nihâyete kavuşmuş olanların işlerine sırlarına kavuşan, hakîki yol gösterici kıymetli efendim!
Kendisine talebe olanları yüksek derecelere kavuşturan, ihlâsı, peşinde gidenleri emellerine ulaştıran, onlara bütün olgunluklarını sunan, anlatılamayan yüksekliklere, eşsiz makamlara kavuşan, bereketler menbâı, lütf ve teveccühü maksada ve aranılanlara kavuşmağa sebeb olan, tasarruf ve kerâmet denizi, yetişmiş ve herkesi yetiştirebilen efendimiz, sahibimiz, dînin kuvvetlendiricisi, nesebi (soyu) Fârûkî (ya’nî Hazret-i Ömer’in (r.a.) soyundan), hasebi (hâli, meşrebi) Muhammedî (s.a.v.), doğduğu yer azîz Serhend şehri, üstünlüğünü, geçmiş büyüklerin kabûl ettiği yüksek efendim!
Yâ Rabbî! Onun işlerini, emellerini kolaylaştır. Kemâlini arttır. Belâlardan, sıkıntılardan, elemlerden onu koru!
Yâ Rabbî! Bu duâmı, küfür ve şirk bulutlarını dağıtan, cihanın güneşi hazret-i Muhammed’in (s.a.v.) temiz âlinin, âdil Eshâbının (r. anhüm) ve kıyâmete kadar ona tâbi olanların hürmetine kabûl eyle! Âmin...
Azîz efendim! Ne fazla sermâyem var, ne de çok gayretim var. Neyim varsa, sizin ihsân, ikram ve merhametinizde vardır. Çeşitli günahlarla kalbim kararmış, kötü amellerimle, işlediğim cürümlerle rûhum bunalmıştır. Baştan başa zulmet içindeyim. Kalbime merhamet buyurunuz. Zulmetten, karanlıktan kurtarıp, saadet ve kemâlât derecelerine kavuşturunuz! Bugün sizden başka, beni terbiye edecek kimsem yok. Sizden başka şefkat ve merhamet edenim yok. Sizden başka sığınağım yok. Bütün ömrümün en kıymetli zamanları, günleri, ayları, seneleri yüksek huzûrunuzda ve hizmetinizde geçirdiğim zamanlardır. Başımızın üzerinde daimî olunuz. Başınızı daha ağrıtmayayım.
Yüksek efendim! Dilim söyleyemiyor, ifâdem kâfi gelmiyor, söylenmesi îcâbedeni Arabî dil ile anlatamıyorum. Bunun için, Allahü teâlâ nasîb ederse, Fârisî dil ile bildireceğim.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Hâce Ubeydullah’a yazdığı mektûbun ba’zı kısımları:
“Allahü teâlâya hamd olsun. Bütün duâlar ve iyilikler, O’nun Peygamberi ve sevgilisi ve bütün insanların her bakımdan en güzeli ve en üstünü olan, Muhammed Mustafâ’ya (s.a.v.) ve onu sevenlerin ve izinde gidenlerin hepsine olsun! Allahü teâlâ, siz yüksek hocamın kıymetli yavrularını da, saâdet-i ebediyyeye kavuştursun!
Yüksek üstadımın, beni dünyâ ve âhıret ni’metlerine kavuşduran kıymetli hocamın sevgili yavruları! Biliniz ki, herşeye muhtaç olan bu zavallı kardeşiniz, tepeden tırnağa kadar, o yüksek babanızın sadakaları ve ihsânları içinde yüzüyorum, insanlığın elifbasını ondan öğrendim. Yükseklikleri haber veren kelimeleri ondan okudum. Herkesin senelerce çalışarak kazanabildiği dereceler onun huzûrunda, terbiyesi altında, az zamanda elime geçti, insanlara meziyyet, üstünlük veren bütün kıymetler, ona hizmetimin ikramiyesi olarak üzerime serpildi. Hiçbir işe yaramayan ve insanlıktan haberi olmayan bu zavallı, onun nurlu bakışları altında, iki buçuk ay içinde olgunlaşarak, büyüklerin yoluna katıldı. Onların Allahü teâlâya olan yakınlıklarına kavuştu. Böyle az bir zamanda, tasavvufu tatmış olanların, tecellîler, zuhurlar, nûrlar, hâller ve keyfiyyetler diye anlatmak istedikleri gizli kazançlar, babanızın parlak kalbindeki deryanın damlaları olarak, önüme saçıldı. Bunlardan hangi birini anlatayım. Onun, lütf ederek, acıyarak mübârek gönlünü bu fakire çevirmesi ile, tasavvufcuların tevhîd (bir bilmek), kurb (yakınlık), ma’iyyet (beraberlik), ihata (her tarafı kaplamak), sereyân (her zerrede bulunmak) gibi sözlerle, anlatmak istedikleri ma’rifetlerden, ince bilgilerden ele geçmeyen, hemen hemen birisi kalmadı. Bunların işlerinden, özlerinden bildirilmedik bırakılmadı.
O çok yüksek babanızın, bu zavallıya olan ni’metlerine, ihsânlarına karşı, ölünceye kadar, başımı kapınız hizmetçilerinin ayaklarına sürsem, size karşı birşey yapmış olamam. Hangi kusurumu bildireyim? Mahcubiyetimden, yüzümün karasından hangisini meydana çıkarayım? Allahü teâlâ, Hüsâmeddîn Ahmed’den râzı olsun ki, sizlere karşı olan vazîfemizi, borcumuzu üzerine alarak, kapınıza kul olmakla, hizmetinizde çalışmakla şereflenmekte, böylece rahat nefes almamıza sebep olmaktadır. Fârisî beyt tercümesi:
Vücûdumun her zerresi dile gelse de,
Şükrünün binde birini yapamam yine!
(Asırların yetiştiremiyeceği, insan gücünün ölçemiyeceği) o kıymetler hazînesinin, sohbetlerinde bulunmakla üç defa şereflenmiştim. Üçüncüsünde buyurdu ki: “Za’îf düştüm. Yaşamak ümidim azaldı. Benden sonra, çocuklarımı gözet!” Sizleri getirdiler. O zaman daha küçük idiniz. Kucakta taşınıyordunuz. Size teveccüh etmemi emir buyurdular. Emîrlerine uyarak, yüksek huzûrlarında, üzerinize o kadar teveccüh olundu ki, te’sîri görünüverdi. Sonra; “Bunların annelerine de uzaktan teveccüh et!” buyurdular. Yanımızda olmadığı hâlde, onlara da teveccüh olunmuştu. Emîrleri ile ve huzûrlarında olduğu için, o teveccühlerin çok fâideler sağlıyacağını ümîd ediyorum.
Babanızın, herhalde yapılması lâzım gelen emirlerini ve her ne pahasına olursa olsun, yerine getirilmesi gereken vasıyyetlerini unutacağımı veya dalgınlığıma geleceğini sanmayınız! Buna imkân olur mu? Ufak bir işâretinizi bekliyorum. Şimdilik, birkaç satır nasihat yazıyorum. Can kulağı ile dinleyiniz! Cenâb-ı Hak, ikinizi de, saâdet-i ebediyyeye kavuştursun!
Her müslümanın, önce i’tikâdını düzeltmesi, ya’nî Ehl-i sünnet ve cemâat âlimlerinin bildirdikleri gibi, inanması lâzımdır. Durmadan, yılmadan çalışan o âlimlere, Allahü teâlâ bol bol mükâfat versin!
Allahü teâlâda, noksanlık sıfatları, mahlûkların hâssa ve alâmetleri yoktur. Madde değildir. Cisim değildir. Mekânlı değildir. (Ya’nî, yer kaplayıcı değildir.) Zamanlı değildir. (Bir yerde bulunmadığı gibi, zamanı da yoktur). Kemâl sıfatları, kusursuzluklar yalnız O’ndadır. Sekiz kemâl sıfata olduğunu bildirmiştir ki şunlardır: “Hayât”, diri olmasıdır, “İlim”, bilmesidir. “Kudret”, gücü yetmesidir. “İrâde”, dilemesidir. “Sem”, işitmesidir. “Basar”, görmesidir. “Kelâm”, söyleyici olmasıdır. “Tekvin”, yaratmasıdır. Bu sıfatları, kendinden ayrı olarak vardır.
Allahü teâlâ, kullarına kuvvet, kudret, irâde vermiştir, istediklerini işlerler, insanlar, işlerini kendileri yapıyor. Allahü teâlâ da yaratıyor. Allahü teâlânın hikmeti, âdeti şöyledir ki; insan bir işi yapmak isteyince, O da isterse o işi yaratır. Bu iş, insanın kasdı ile, ihtiyârı ile meydana geldiği için, işin mes’ûliyyeti, sevâbı ve rızâsı, o insana oluyor, insanın ihtiyârı zayıftır, azdır diyenler, Allahü teâlânın irâdesinden az olduğunu demek istiyorlarsa, doğrudur. Yok eğer, emirleri yapacak kadar değildir diyorlarsa, yanlıştır. Allahü teâlâ, insanlara yapamıyacakları birşeyi emir etmemiştir. Hep kolayı emretmiş, güç şeyi istememiştir. Az zamandaki bir küfre, sonsuz azâb etmeği ve az zamandaki îmâna, sonsuz ni’metler vermeği, takdîr etmiştir. Bunun sebebini anlayamayız. Allahü teâlânın yardımı ile, şu kadar biliyoruz ki, insanlara, görünür görünmez bütün ni’metleri, iyilikleri veren, yerlerin, göklerin, zerrelerin yaratanı, noksansızlık ve kusursuzluklar yalnız O’na mahsûs olan bir Allaha inanmamak, elbette çok şiddetli, çok acı azâb ister ki, bu da Cehennemde sonsuz yanmaktır. Böyle bir ni’met sahibine, görmeden inanmak ve nefsin ve şeytanın ve din düşmanlarının aldatmalarına kanmıyarak. O’nun sözlerine güvenmek, büyük mükâfat ister ki bu da Cennet ni’metlerinde ve lezzetlerinde sonsuz kalmaktır. Meşâyıh-ı Kirâmdan çoğu dedi ki; “Cennete girmek yalnız Allah’ın fazlı ve ihsânı iledir, îmânı. Cennete girmeğe sebep göstermek, kazanılan ni’metin lezzeti, daha çok olduğu içindir.” Bu fakire göre Cennete girmek, îmâna bağlıdır. Fakat îmân, Allahü teâlânın fazlıdır, ihsânıdır. Cehenneme girmek de, küfürden dolayıdır. Küfür ise, nefs-i emmârenin arzularından doğmaktadır. Nitekim Kur’ân-ı kerîmde, Nisa sûresi yetmişdokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen; “Her güzel, her iyi şey, sana Allahü teâlâdan geliyor. Her çirkin, her fenâ şeye de, nefsin sebep oluyor” buyuruluyor. Cennete girmeyi îmâna bağlamak, îmânın kıymetini bildirmek içindir. Bu da, îmân olunacak şeylerin kıymeti ve ehemmiyeti demektir. Bunun gibi, Cehenneme girmeyi de küfre bağlamak, küfrü tahkir içindir ki, inanılmayan şeylerin kıymetini bildiriyor ve onlara inamlmadığı için, böyle sonsuz azâb veriliyor. Ba’zı meşâyıhın, başka türlü söylemelerinde, bu incelik yoktur.
Dünyâdan âhırete îmânlı giden, Cennette Allahü teâlâyı cihetsiz, keyfiyetsiz, hiçbirşeye benzemiyerek ve misâli olmıyarak görecektir. Buna, müslümanların yetmişüç fırkasından, yalnız Ehl-i sünnet inanmıştır. Diğerleri inkâr etmiş ve cihetsiz ve keyfiyetsiz olarak görmek olamaz demişlerdir.
(İmânın dördüncü şartı, peygamberlere inanmaktır): Allahü teâlâ kullarına acıdığı için peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gönderdi. Eğer bu büyük insanlar gönderilmeseydi, yolu şaşırmış olan insanlara, O’nu ve sıfatlarını kim bildirirdi? Beğendiklerini, beğenmediklerinden kim ayırabilirdi. İnsan aklı, noksan olduğu için, o büyüklerin da’vet nûru ile aydınlanmadıkça bunları bilemez ve ayıramaz. Anlayışımız tam olmadığı için, bu büyüklerin izinde gitmedikçe, bunları anlamakta şaşırır ve aldanırız. Evet akıl, doğruyu eğriden ayırmağa yarayan bir âlettir. Fakat, tam olmayan bir âlettir. O büyüklerin da’veti ile, haber vermeleri ile, tamam olmaktadır. Âhıretin azâbı, sevâbı, bu da’vet ve haberden sonra olur.
İyi bir kimse, talihli bir insan, kusûrları, günahları, lütuf ve ihsân ile af olunan ve yüzüne vurulmıyan kimsedir. Eğer günahı yüzüne vurulursa ve bunun için de, merhamet olunarak, yalnız dünyâ sıkıntıları çektirilip günahları, böylece temizlenen kimse de çok talihlidir. Bununla da temizlenmeyip, geri kalan günahları için kabir sıkması ve kabir azâbı çekerek günahları biten, kıyâmet gününe, mahşer meydanına günahsız olarak götürülen de, ne kadar çok talihlidir. Eğer böyle yapmayıp, âhırette de cezâlandırılırsa, yine insâfdır ve adâlettir. Fakat, o gün, günahlı olan ve mahcûb ve yüzleri kara olan, ne kadar güç durumdadır. Fakat bunlardan, müslüman olanlara yine acınacak, bunlar, sonunda yine merhamete kavuşacak, Cehennem azâbında, sonsuz kalmaktan kurtulacaklardır ki, bu da, ne kadar büyük ni’mettir. Yâ Rabbî! Bize ihsân ettiğin îmân ışığını söndürme, kusurlarımızı ört! Sen herşeyi yapabilirsin!
(İmânın beşinci şartı, âhıret gününe inanmaktır). Kıyâmet günü elbette vardır. O gün gökler, yıldızlar ve (şu üzerinde yaşadığımız) dünyâ, dağlar, denizler ve hayvanlar, nebatlar ve ma’denler, hâsılı herşey (madde ve kuvvet) yok olacaktır. Gökler parçalanacak, yıldızlar dağılacak, yeryüzü ve dağlar toz olup savrulacak. Bu yok oluş, Sûrun ilk işâreti ile olacaktır, ikinci üfürülüşünde, herşey tekrar yaratılıp, insanlar mezardan kalkacak, mahşer yerinde toplanacaktır. Eski Yunan filozofları (ve kendilerine müsbet ilim adamı diyenler), ya’nî herşeyi akılları ile çözmeğe kalkışanlar, gökler ve yıldızlar yok olmaz dedi. (Bunların yok olacağını fen kabûl etmiyor, böyle gelmiş böyle gidecektir diyerek müşâhede, tedkîk ve tecrübeye dayanan, fen bilgisine iftira ediyorlar). Ba’zısının aklı, hiç de işlemediği için, kendilerine müslüman diyor. Ahkâm-ı İslâmiyeden çoğunu da yapıyor. Şuna daha çok şaşılır ki, ba’zı müslümanlar, bunların sözüne kitaplarına inanıp, müslüman, hattâ İslâm âlimi, din büyüğü sanıyor. Bunların küfürlerini, kâfir olduklarını söyleyenlere kızıyor. Bu kâfirleri medh ve müdâfaa ediyorlar. Hâlbuki bunlar, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere inanmıyor. Bütün peygamberlerin sözbirliği ile, bildirdiklerini inkâr ediyor. Kur’ân-ı kerîmde Allahü teâlâ meâlen; “Güneşin ziyası kalmadığı, karardığı ve yıldızlar solduğu zaman” ve bir âyet-i kerîmede meâlen; “Gökler yarıldığı ve Rablerinin emirlerini işittikleri zaman” ve “Gökler, Allahü teâlânın emirlerini elbette yapar” ve bir âyet-i kerîmede de meâlen; “O gün gökler, elbette yarılır” buyuruyor. Bunlar gibi âyet-i kerîmeler çok vardır. Bu kimseler bilmiyor ki, müslüman olmak için, yalnız kelime-i şehâdeti söylemek yetişmez, inanmak lâzım olan şeylerin hepsine inanmak, tasdik etmek ve küfürden, ya’nî küfre sebep olan sözlerden ve işlerden uzaklaşmak ve kâfirleri sevmemek, müslüman olmak şarttır, insan, ancak bu sûretle müslüman olur. Bu şart bulunmadıkça, müslümanlık olmaz.
Âhırette, dünyâdaki işlerden, suâl ve hesap vardır. Âhırete mahsûs olan bir terazi ve Sırat köprüsü denilen bir geçit vardır. Bunları Muhbir-i sâdık ya’nî hep doğru söyleyici (s.a.v.) haber vermiştir. Peygamberlik ne demek olduğunu bilmiyen ba’zı câhillerin bunlara inanmaması, bunların yok olmasını göstermez. Var olan şeylere yok demek, kıymetsiz, boş söz olur. Peygamberlik makamı, aklın üstündedir. Peygamberlerin doğru sözlerini akla uydurmağa çalışmak, peygamberliğe inanmamak, güvenmemek olur. Âhıret işlerinde, peygamberlere (a.s.) akla danışmadan tâbi olmak, uymak lâzımdır. Peygamberlik makamı, aklın hududunun, çerçevesinin dışında, üstündedir. Akıl, eremediği şeyleri, kendine uymuyor sanır. Akıl, peygamberlere (aleyhimüssalevât) uymadıkça, yüksek derecelere çıkamaz, eremez. Uygun olmamak ya’nî muhalif olmak başkadır, erememek, anlıyamamak başkadır. Çünkü, uymamak, ancak anladıktan sonra olabilir.
Cennet ve Cehennem vardır. Kıyâmet günü, hesaptan sonra, birçokları Cennete gönderilecek, birçoğu da, Cehenneme sokulacaktır. Cennetin ni’metleri ve Cehennemin azâbı ebedîdir, sonsuzdur. Bunlar Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmektedir.
(Îmânın ikinci şartı, meleklere inanmaktır). Melekler, Allahü teâlânın kullarıdır. Günah işlemez ve yanılmaz ve unutmazlar. Tahrîm sûresi altıncı âyet-i kerîmesinde meâlen; “Melekler, emr olundukları şeyde Allahü teâlâya karşı gelmezler ve emr olundukları şeyi yaparlar” buyuruldu. Yemezler ve içmezler. (Ya’nî, yemeye ve içmeye ihtiyâçları yoktur.) Erkek ve dişi değildirler.
Allahü teâlâ, insanlardan ba’zısını peygamber olarak seçtiği gibi, meleklerden de ba’zılarını, peygamber olarak ayırmıştır. Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğu buyurdu ki: “İnsanların büyükleri, meleklerin büyüklerinden daha üstündür” İmâm-ı Gazâlî, İmâm-ı Mâlik ve Şeyh Muhyiddîn-i Arabî; “Meleklerin büyükleri, daha üstündür” dedi. Bu fakirin anladığına göre, meleklerin evliyâlık tarafı peygamberlerin evliyâlığından üstündür. Fakat, Nebilerin ve Resûllerin yetiştiği bir derece vardır ki, melek oraya yetişemez. Bu şerefli derece, peygamberlere (a.s.) toprak maddelerinden gelmiştir. Bu da, insana mahsûstur. Yine bu fakire gösterildi ki, peygamberliğin yüksekliği yanında, evliyâlığın yüksekliği, hiç kalmakta, büyük deniz yanında bir damla kadar da görünmemektedir. O hâlde peygamberlik yolundan gelen üstünlük, evliyâlık yolundan kavuşulan yükseklikten, kat kat daha üstündür. O hâlde, her bakımdan, toplu üstünlük peygamberlerde, bir bakımdan üstünlük, meleklerdedir. Sözün doğrusu, Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğunun dediğidir. Allahü teâlâ, onların çalışmalarının mükâfatını, bol bol ihsân eylesin! Demek oluyorki, evliyâdan hiçbiri, hiçbir peygamberin derecesine çıkamaz. Velînin başı, dâima bir peygamberin ayağı altındadır.
Kalbde îmân bulunduğuna alâmet, küfürden teberrî etmek, kaçınmaktır ve kâfirlikten, kâfirlere mahsûs olan şeylerden meselâ beline zünnâr bağlamak ve bunun gibi, kâfirlik alâmeti olan şeyleri kullanmaktan sakınmaktır. Küfürden teberrî demek, Allahü teâlânın düşmanlarını sevmemektir. Kâfirler, kuvvetli, hâkim olup da, zararlarından korkulduğu zaman, kalbi ile sevmemek, korku olmadığı zaman, hem kalb, hem de her vâsıta ile karşı koymak lâzımdır. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde sevgili Peygamberine (s.a.v.) kâfirleri ve münâfıkları sevmemeyi, çalışıp, onlardan üstün olmağı emrediyor. Çünkü, Allahü teâlânın ve Peygamberinin (s.a.v.) düşmanlarından uzak olmadıkça, O ve Resûlü sevilmiş olmaz ve seviyorum demek doğru olmaz. Bir kimse, îmânım var dese, fakat küfürden teberrî etmese, hem müslümanlığa, hem de dinsizliğe inanmış, iki dinli olmuş olur ki, bunlara münâfık gözü ile bakmak lâzımdır. Kalbde îmân bulunması için, küfürden teberrî elbette lâzımdır. Bu teberrinin en aşağı derecesi kalb ile teberridir. En yüksek, en iyi derecesi de, hem kalb ile, hem kalıp ile olmaktır. Ya’nî kalbdeki ayrılığı söz ile, hareket ile belli etmektir. Fârisî mısra’tercümesi:
Düşmanlık etmedikçe, dostluk olamaz!
İbrâhim aleyhisselâmın bu kadar büyük olması ve bütün insanlar arasında, ikinciliği kazanması ve peygamberler babası olmakla şereflenmesi, hep Allahü teâlânın düşmanlarından teberrî etmesi sebebi ile idi. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde “Mümtehine” sûresinde meâlen; “Ey mü’minler! İbrâhim aleyhisselâmın gösterdiği güzel yolda yürüyünüz. Ya’nî siz de, onun gibi ve onunla beraber bulunan mü’minler gibi olunuz! Onlar, kâfirlere dedi ki: Bizden sevgi beklemeyiniz! Çünkü siz, Allahü teâlâyı dinlemeyip başkalarına tapıyorsunuz. O tapdıklarınızı da sevmiyoruz. Sizin, uydurma dînînize inanmıyoruz. Bu ayrılık aramızda düşmanlığa sebep oldu. Siz, Allahü teâlânın, bir olduğuna inanmadıkça ve emirlerini kabûl etmedikçe, bu ayrılık, kalbimizden silinmeyecek, her şekilde kendini gösterecektir” buyuruyor.
Bu fakire göre, Allahü teâlânın rızâsını ve sevgisini kazanmak için, küfürden teberrî gibi, hiçbir amel ve ibâdet yoktur. Kâfirlere ve küfre, Allahü teâlânın zâtı, kendisi düşmandır. İnsanların tapındıkları bütün ma’bûdlar ve bunlara tapanlar, Allahü teâlânın zâtının düşmanlandır. Cehennemde sonsuz yanmak, bu alçak işin cezasıdır. Nefslerin arzusu ve her türlü günahlar ise, böyle değildir. Bunlara, Allahü teâlânın düşmanlığı, kendinden değil, sıfatlarındandır. Allahü teâlânın günahkârlara gazâb etmesi, kızması, gadap sıfatı iledir. Bunlara azâb etmesi, horlaması hep sıfatları ve fiilleri iledir. Günahkârlar, bunun için, Cehennemde sonsuz kalmıyacak, belki bunlardan çoğunu, isterse (Cehenneme sokmadan) af edecektir. Allahü teâlânın küfre ve kâfirlere düşmanlığı, zâtından olduğu için, rahmet ve re’fet sıfatları, âhırette kâfirlere yetişemiyecek ve rahmet sıfatı, zâtın düşmanlığını, ortadan kaldıramayacaktır. Zâtın düşmanlığı, sıfatın acımasından, daha kuvvetlidir. Sıfat ile yapılan şey, zâtın yaptığını değiştiremez. Hadîs-i kudsîde buyuruluyor ki: “Rahmetim gadabımı aşmıştır.” Bunun ma’nâsı, rahmet sıfatım, gadap sıfatımı aşmıştır. Ya’nî, mü’minlerin günahkârlarına karşı olan gadap sıfatımı aşmıştır, demektir. Yoksa, rahmet sıfatı, kâfirlere, müşriklere karşı olan, zâtın gadabını aşar demek değildir.
Suâl: Allahü teâlâ, dünyâda kâfirlere merhamet ediyor. Nitekim yukarıda söylendi. O hâlde, dünyâda rahmet sıfatı, zâtın gadabını aşmıyor mu?
Cevâb: Kâfirlere dünyâda merhamet edilmesi görünüştedir. Ya’nî merhamet şeklinde görünen, istidrâcdır, hiledir. Nitekim, Kur’ân-ı kerîmde, “Mü’minûn” sûresinde, meâlen; “Kâfirlere, çok mal ve evlâd vererek onlara yardım mı, iyilik mi ediyoruz? Küfürlerine karşılık olarak onlara, bol bol iyilikleri, çabuk çabuk gönderiyor muyuz zan ediyorlar? Hayır, öyle değildir. Bu yardım, onlara iyilik değil, belki istidrâcdır. Azmaları, kudurmaları ve Cehenneme gitmeleri içindir” buyuruyor. A’râf ve Nûn sûrelerinde ki; “Onları yavaş yavaş azâba yaklaştırıyorum. Haberleri olmuyor. Onlar azdıkça, dünyâ ni’metlerini arttırarak, fırsat veriyorum. Aldanıyorlar. Onlara hazırladığım azâb çok şiddetlidir” me’âlindeki âyet-i kerîmeler de öyle olduğunu açıkça göstermektedir.
Hülâsa, kâfirlerin âdet ve merasimlerine katılanda, zerre kadar îmân varsa, (Ya’nî kalbinden, Kelime-i tevhîdin ma’nâsına, kısaca inanmış ise ve îmânı gideren bir iş ve sözde bulunmadı ise) Cehennem azâbına girecek ise de, Cehennemde ebedî kalmıyacaktır. İmânı olanlardan büyük günah işleyen (ve tövbe etmeden ölen)lere gelince, Allahü teâlâ, bu günahları isterse af eder. İsterse günahı temizleninceye kadar, Cehennemde azâb eder. Bu fakirin anladığına göre, Cehennem azâbı ister sonsuz olsun, ister bir zaman olsun, küfür için ve küfür sıfatları ve bulaşıklıkları içindir. Küfürden teberrî eden, kaçınan îmân sahiplerinin yaptıkları büyük günahlar, ya îmânları hürmetine, cenâb-ı Hakkın merhameti ile, veya tövbe etmeleri ile veya şefaate kavuşmaları ile af olunur. Böyle af olmayanlar, dünyâ sıkıntıları ve derdleri ile veya son nefeste can verirken, çekecekleri zahmetler ile temizlenir. Bunlarla da temizlenmezse, ba’zıları kabir azâbı çekmekle affa kavuşur. Ba’zıları ise, kabir azâbı, sıkıntıları ve kıyâmet gününün şiddetleri ile af olunup, günahları biter ve Cehennem azâbı ile temizlenmeğe lüzum kalmaz. Nitekim, cenâb-ı Hak Kur’ân-ı kerîmde En’âm sûresi, seksenikinci âyetinde meâlen; “Îmân edip de îmânlarını şirk ile bulaşdırmayanlar, Cehennemde ebedî kalmaktan emîndirler, onlar için bu korku yoktur” buyuruyor ki, sözümüzün doğru olduğunu göstermektedir. Çünkü burada “zulm” şirk demektir. Herşeyin doğrusunu, ancak Allahü teâlâ bilir.
Suâl: Allahü teâlâ, küfürden başka, ba’zı günahları işleyenlerin de Cehenneme gireceklerini bildiriyor. Meselâ, bir mü’mini, bile bile öldürenin cezası Cehennemde sonsuz kalmaktır, buyuruyor. Peygamberimiz (s.a.v.); “Bir namazı bile bile, vaktinde kılmayıp, kaza edene, Cehennemde bir Hukbe azâb edeceklerdir” buyuruyor. (Bir Hukbe, seksen âhıret senesi demektir). O hâlde, Cehennem azâbı, yalnız kâfirlere değildir, denilirse, cevap veririz ki; Cehennem azâbı, müslüman öldürmenin, haram olmasına aldırış etmeyen, helâl diyerek öldüren içindir. Nitekim Ehl-i sünnet âlimleri, tefsîrlerinde böyle ma’nâ vermişlerdir. Küfürden başka günahlara, Cehennemde azâb olunacağını bildiren haberler, hep bu günahlarda küfür bulaşıklığı olduğu içindir. Meselâ, günahı hafif görerek, ehemmiyet vermeyerek işlemek, İslâm dîninin emirlerini aşağı görerek, namaz kılmamak ve günah yapmak gibi şekillerdedir. Peygamberimiz (s.a.v.); “Ümmetimden, büyük günahları işleyenlere şefaat edeceğim” buyuruyor. Bir kerre de; “Allahü teâlânın rahmeti, benim ümmetim içindir. Bunlara âhırette azâb yoktur” buyurdu. Yukarda, ma’nâsı yazılan âyet-i kerîme de, bu sözümüzü kuvvetlendirmektedir, (intihar etmek, ya’nî kendini öldürmek, başkasını öldürmekten daha büyük günahtır.)
Evliyânın kerâmetine inanmak lâzımdır. Allahü teâlâ, bu dünyâda, her işi, âdet-i ilâhiyesi, kânûn-i ilâhisi ile yaratmaktadır. (Ya’nî fen derslerinde öğrenilen kânun, nizâm ve düzgünlük ile yaratmaktadır, yapmaktadır). Evliyâsının (ya’nî çok sevdiği kullarının) elinden, âdet-i ilâhiyesi dışında, ba’zı şeyler yaratır, yapar ki, buna “Kerâmet” denir. Kerâmete inanmıyan, dünyânın her tarafında, her zaman, sık sık görülmüş ve ağızdan ağıza yayılmış olan, vak’alara inanmamış olur. Allahü teâlânın, peygamberlerin (a.s.) elinde ve onların sözleri ile, âdet-i ilâhiyesini bozarak, kimsenin yapamıyacağı şeyler yaratmasına, “Mu’cize” denir ki, mu’cize gösteren bir kimse peygamber olduğunu îlân eder. Kerâmet gösteren kimse ise Peygamber olmadığını ve bir peygamberin (aleyhisselâm) yolunda bulunduğunu söyler. (Mu’cize, peygamberlere mahsûstur (aleyhimüsselâm). Bu kelimeyi, onlardan başkası için söylemek, caiz değildir).
Hulefâ-i râşidînin, (ya’nî Peygamberimizden (s.a.v.) sonra gelen dört halîfesinin) (r.anhüm) birbirinden üstünlükleri hilâfetleri sırası iledir. Ebû Bekr ile Ömer’in (r.anhümâ), mü’minlerin hepsinden üstün olduğunu, Sahâbîlerin hepsi ve Tabiînin hepsi söylemiştir.
İbâdetler: îmânı, i’tikâdı düzelttikten sonra, fıkıh ahkâmını, (ya’nî dînimizin emr ettiği ve yasak ettiği işleri) öğrenmek elbette lâzımdır. Farzları, vâcibleri, helâl ve haramları, sünnet ve mekrûhları ve şüphelileri lüzumu kadar öğrenmeli ve bu bilgi ile hareket etmelidir. Fıkıh kitaplarını öğrenmek, her müslümana lâzımdır (Bunları bilmeden müslümanlık olmaz). Allahü teâlânın emirlerini yapmağa, O’nun beğendiği gibi yaşamağa çalışmalıdır. O’nun en çok beğendiği ve emr ettiği şey, hergün beş vakit namaz kılmaktır. Namaz, dînin direğidir. Namazın, ehemmiyetinden ve nasıl kılınacağından birkaç şey bildireceğim. Can kulağı ile dinleyiniz! önce, sünnete (ya’nî fıkıh kitaplarında yazılana) tam uygun olarak, abdest almalıdır. Abdest alırken yıkanması lâzım olan yerleri üç defa ve her defasında, her taraflarını tamam yıkamağa çok dikkat etmelidir. Böylece, sünnete uygun abdest alınmış olur. Başa meshederken, başın her tarafını kaplıyarak sığamalıdır. Kulakları ve enseyi iyi mesh etmelidir. Ayak parmaklarını hilâllerken, (ya’nî parmak aralarını temizlerken) sol elin küçük parmağının, ayak parmaklarının alt tarafından aralarına sokulması bildirilmiştir. Buna ehemmiyet vermeli, müstehab deyip geçmemelidir. Müstehabları hafif görmemelidir. Bunlar, Allahü teâlânın sevdiği şeylerdir ve beğendikleridir. Eğer, bütün dünyâyı vermekle, beğendiği bir işin yapılabileceği bilinmiş olsa ve dünyâyı verip o iş yapılabilse, çok kâr edilmiş olur ve birkaç saksı parçası verip kıymetli bir elması ele geçirmek gibi olur. Yahut, birkaç çakıl parçasını verip, ölmüş bir sevgilinin rûhunu geriye getirerek, hayat kazandırmak gibidir.
Abdest, emirlere tam uygun olarak alındıktan sonra, sıra namaza gelir ki, namaz, mü’minlerin mi’râcıdır. Ya’nî mi’râc gecesinde Peygamberimize (s.a.v.) ihsân olunan ni’metler, bu dünyâda, O’nun ümmetine yalnız namazda tattırılmaktadır. Erkekler, farz namazları cemâatle kılmağa çok dikkat etmeli, hattâ birinci tekbîri İmâm ile beraber almağı kaçırmamalıdır.
Namazda Kur’ân-ı kerîmi sünnet olan miktarda okumalıdır. Rükû’da ve secdelerde hareketsiz durmak, herhalde lâzımdır. Çünkü, farz veya vâcibtir. Rükû’dan kalkınca, öyle dik durmalıdır ki, kemikler yerlerine yerleşsin. Bundan sonra, bir miktar, bu şekilde durmak farzdır veya vâcib veya sünnet demişlerdir. İki secde arasında oturmak da böyledir. Bunlara herhalde çok dikkat etmelidir. Rükû’da ve secdelerde tesbih en az üç kerredir. Çoğu yedi veya on birdir, İmâm için ise, cemâatin hâline göredir. Kuvvetli bir insanın, sıkıntısı olmadığı zamanlarda, yalnız kılarken, tesbihleri, en az miktarda söylemesi, ne kadar utanacak bir hâldir. Hiç olmazsa, beş kerre söylemelidir. Secdeye yatarken, yere daha yakın a’zâyı, yere daha evvel koymalıdır. O halde, önce dizler, sonra eller, daha sonra burun, en sonra da alın konur. Dizlerden ve ellerden, evvelâ sağlar yere konur, Secdeden kalkarken, yukarıda olan a’zâ evvel kaldırılır. O hâlde, evvelâ alın kaldırılmalıdır. Ayakta iken, secde yerine, rükû’da iken ayaklara, secdede burun ucuna ve otururken iki ellere veya kucağına bakılır. Bu söylediğimiz yerlere bakıp da, gözler etrâfa kaymaz ise, namaz, cem’iyyetle kılınabilir. Ya’nî kalb de, dünyâ düşüncelerinden kurtulabilir. Huşû’ hâsıl olur. Nitekim, Peygamberimiz (s.a.v.) böyle buyurmuştur. El parmaklarını rükû’da açmak ve secdede birbirlerine yapıştırmak sünnettir Bunlara da dikkat etmelidir. Parmakları açık yâhud bitişik bulundurmak sebepsiz boş şeyler değildir. İslâmiyetin sahibi (ya’nî Peygamberimiz (s.a.v.) fâidelerini düşünerek böyle yapmıştır. Bizler için, İslâmiyetin sahibine uymak kadar büyük bir fâide yoktur. Bu söylediklerimiz, fıkıh kitaplarında bildirilen şeyleri yapmağa teşviktir, heveslendirmektir. Allahü teâlâ, bize ve size İslâmiyetin gösterdiği, sâlih işleri yapmak nasîb etsin! Peygamberlerin seyyidi, efendisi, en iyisi, en üstünü hürmeti için (s.a.v.) bu duâmızı kabûl buyursun! Âmin...
Tasavvuf, Ehl-i sünet i’tikâdından ve İslâmiyetin emirlerinden başka şeylere kavuşmak için değildir. Tasavvuf, Ehl-i sünnet i’tikâdının yakînî ve vicdanî olması, ya’nî sağlamlaşması, şüphe getiren te’sîrlerle sarsılmaması içindir. Akıl ile ve isbât ile kuvvetlendirilen îmân, böyle sağlam olamaz. Allahü teâlâ buyurdu ki: “Kalblere îmânın sinmesi, yerleşmesi ancak ve yalnız zikr ile olur”. Tasavvufun ikinci gayesi, ibâdetlerde kolaylık, lezzet hâsıl olması, nefs-i emmâreden doğan tenbelliklerin, sıkıntıların giderilmesidir. Şunu da iyi anlamalı ki tasavvufa sarılmak, herkesin bilmediklerini görmek, gaybden haber vermek, nûrları, rûhları ve kıymetli rü’yâlar görmek için değildir. Bunların hepsi, boş ve faidesiz şeylerdir. Her zaman görülen ziyanın, çeşitli renklerin ve tabîatdaki güzelliklerin ne kusurları vardır ki, insan bunları bırakıp da, başka şeyler görmek için birçok sıkıntılara katlansın. Çünkü, bu ziyada, o nûrlar da, bu güzel şekiller de, o şeyler de hepsi, Allahü teâlânın yarattığı şeylerdir ve hepsi O’nun varlığını ve kudretinin sonsuzluğunu gösteren şâhidlerdir.” (1. cild, 266. Mektûp)
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Zübdet-ül-makâmât sh. 61
2) Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî cild-1, 266, Mektûp