EMÂNULLAH LÂHORÎ

Hindistan’da yetişen âlimlerin ve velîlerin büyüklerinden. İsmi, Mevlânâ Emânullah, nisbeti, Lâhorî’dir. Doğum ve vefât târihleri belli değildir. Onbirinci asrın ortalarında vefât etmiş olduğu bilinmektedir.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûr ve sohbetlerinde kemâle gelen Emânullah Lâhorî, icâzet almakla ve o yüce İmâmın talebelerinin büyüklerinden olmakla şereflendi. Üstün hâller, kerâmetler ve yüksek dereceler sahibi idi. Hocası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin, rûhlara hayat veren teveccüh ve himmetleriyle yetişerek, evliyâlık yolunda çok ilerlemiş idi. Kendisi de bu yolda çok talebe yetiştirdi.

İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî hazretleri bu yüksek talebesine yazdığı mektûblardan birinde buyurdu ki:

“Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâ, sana doğru yolu göstersin! iyi bil ki, Allah yolunda bulunmak isteyene, önce lâzım olan şey, i’tikâdını düzeltmektir. Doğru i’tikâd; Ehl-i sünnet âlimlerinin Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden ve Eshâb-ı Kirâmdan öğrendikleri, anladıkları i’tikâddır. Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin ma’nâsını doğru anlıyan, doğru yolun âlimleridir. Bunlar da, Ehl-i sünnet ve cemâat âlimleridir. Bunların anladığı, bildirdiği ma’nâlara uymayan herşeye; akla, fikre, hayâle iyi gelse de ve tasavvuf yolunda keşf ve ilham ile anlaşılsa da, hiç kıymet verilmemelidir. Bu büyüklerin anladığına uymıyan bilgilerden, buluşlardan Allahü teâlâya sığınmalıdır. Demek ki, tasavvuf yolcularının keşflerinin, buluşlarının doğru olup olmadıkları, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri doğru ma’nâlara uygun olup olmamaları ile anlaşılır. Bu yolculara ilham olunan bilgilerin doğruluğu, ancak, o doğru ma’nâlara uymaları ile belli olur. Çünkü onların bildirdiği ma’nâlara uymıyan her ma’nâ, her buluş kıymetsizdir, yanlıştır. Çünkü her sapık her bozuk kimse, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uyduğunu sanır ve iddia eder. Yarım aklı ve kısa görüşü ile, bu kaynaklardan yanlış ma’nâlar çıkarır. Doğru yoldan kayar, felâkete gider.

Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıkları ma’nâlar doğrudur, kıymetlidir. Bunlara uymıyanlar kıymetsizdir. Çünkü bu ma’nâları, Eshâb-ı Kirâmın ve Selef-i sâlihînin eserlerini inceliyerek elde etmişlerdir. O hidâyet yıldızlarının ışıkları ile parlamışlardır. Bunun için, ebedî kurtuluş bunlara mahsûs oldu. Sonsuz saadete bunlar kavuşdu. Allah yolunda giden kâfile bunlar oldu. Kurtuluş, ancak Allah yolunda bulunanlar içindir.

İ’tikâdı bunlara uygun olan din âlimlerinden biri, fer’ıyyâtta, ya’nî, İslâmiyete yapışmakta gevşek davranırsa, kusurlu olursa, buna bakarak, bütün âlimleri kötülemek yersiz olur. İnâdcılık olur. Onların doğru bilgilerini inkâr etmek, kötülemek olur. Çünkü, doğru bilgileri bizlere ulaştıran onlardır. Kurtuluş yolunu, bozuklarından, sapıklarından ayıran onlardır. Onların hidâyet ışıkları olmasaydı bizler doğru yolu bulamazdık. Doğruyu bozuk olanlardan ayırmasalardı, bizler, taşkınlık ve azgınlık uçurumlarına düşerdik, İslâmıyeti bozulmaktan koruyan her yere yayan, onların çalışmasıdır, İnsanları kurtuluş yoluna kavuşturan onlardır. Onlara uyan kurtulur, saadete kavuşur. Onların yolundan ayrılan, sapıtır, herkesi de saptırır.

Tasavvuf yolcusunun, işin iç yüzüne varmadan önce, kendi keşf ve ilhamına uymasa da, Ehl-i sünnet âlimlerine tâbi olması lâzımdır. Âlimleri haklı ve doğru bilip, kendini yanlış bilmelidir. Çünkü, âlimler bilgilerini peygamberlerden “aleyhimüssalevâtü vetteslîmat” almıştır. Bu bilgiler, vahy ile gelmiş olup sağlamdır. Yanlışlıktan, şaşırmaktan korunmuştur. Bu bilgilere uymayan kendi keşf ve ilhamı ise, yanlıştır ve bozuktur. Bunun için kendi keşfini, âlimlerin sözünün üstünde tutmak, vahy ile inmiş olan sağlam bilgilerin üstünde tutmak olur. Bu ise sapıklığın tâ kendisidir, zarar ve ziyandan başka birşey değildir.

Kitab ve sünnete, ya’nî Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun i’tikâd lâzım olduğu gibi, müctehidlerin kitab ve sünn’etden çıkardıkları ahkâma, ya’nî İslâmiyete uygun işleri yapmak da lâzımdır. Bu ahkâm; helâl, haram, farz, vâcib, sünnet, müstehâb, mekrûh ve şüpheli olan işler demektir. Bu ahkâmı öğrenmek de lâzımdır.

İ’tikâdı ve ameli doğrulttuktan, bu iki kanadı ele geçirdikten sonra. Allahü teâlâya yaklaştıran yolda, ilerlemek sırası gelir. Zulmânî ve nûrânî konakları aşmağa başlanabilir. Fakat şunu iyi bilmelidir ki, böyle konakları aşarak yükselebilmek: ancak, yolu bilen, yolu gören, yol gösteren, kâmil (yetişmiş) ve mükemmil (yetiştirebilen) bir rehberin teveccühü ve tasarrufu ya’nî idâre etmesi ile olabilir. Bunun bakışları, kalb hastalıklarına şifâ verir. Onun teveccühü, yâ’ni kalbini bir kimseye çevirmesi, kötü ve çirkin huyları insandan siler, süpürür.

Tasavvuf yolcusunun, bu yolda gözetilmesi lâzım olan şartları da öğrenmesi ve bunlara riâyet etmesi lâzımdır. Bu şartların en başta geleni, nefse uymamaktır. Bu da, vera’ ve takvâ ile olur. Vera’ ve takvâ, haramlardan sakınmak demektir. Haramlardan sakınabilmek için, mübahların lüzumundan fazlasını terk etmelidir Çünkü mübahları (ya’nî yasak olmıyan şeyleri), alabildiğine yapan kimse, şüpheli olanları işlemeğe başlar. Bunlar ise, harama yakındır, ya’nî haram işlemek ihtimâli çok olur. Uçurum kenarında yürüyen, içine düşebilir. Demek ki haramdan sakınabilmek için, mübahların fazlasından kaçmak lâzımdır. Bu yolda ilerlemek için vera’ sahibi olmak şarttır dedik. Çünkü insanın işleri, iki şeyden biridir. Ya emr edilen şeydir, yâhud yasak edilmiş şeylerdendir. Melekler de, emr edilen şeyleri yapmaktadır. Bunu yapmak insanı ilerletseydi, melekler de terakki ederdi. Meleklerde, yasak edilen şeyden sakınmak yokdur. Çünkü onlar, yasakları yapmıyacak şekilde yaratılmıştır. Yasakları işliyemezler. Onun için meleklere birşey yasak edilmemiştir. Demek ki, terakki etmek, yasaklardan sakınmakla olabilmektedir.

Bu sakınmak ise, nefse uymamak demektir. Allahü teâlâ dinleri, nefsi isteklerden kurtarmak, karanlık ve kötü âdetleri yok etmek için gönderdi. Çünkü nefs, hep haram işlemek veya mübahları lüzumundan” fazla yaparak, böylece harama kavuşmak ister. Demek ki, haramlardan ve mübahların fazlasından sakınmak, nefse uymamak demektir.

Suâl: Nefs, ibâdet yapmak istemiyor ibâdet yapmak da, nefse uymamak oluyor. O hâlde emirleri yapmak da, terakkiye sebep olmaz mı? Meleklerin emirleri yapması, nefse uymamak olmadığı için, onlar terakki etmiyor.

Cevap: Emîrleri, ya’nî ibâdetleri yapmayı nefsin istememesi, emr altına girmek istemediği içindir. Nefs bir emr altına girmek, birşeye bağlanmak istemez. Nefsin bu hâli. (ya’nî başı boş kalmak, birşeye bağlanmamak arzusu da haramdır veya mübahların fazlası demektir. Demek ki, emirleri yapmakla, bu haramdan veya mübahın fazlasından sakınılmış oluyor. Bunun için de, nefse uyulmamış oluyor. Yoksa nefse uymamak, yalnız emirleri yapmak demek değildir.

İnsanı kemâle kavuşturan, olgunlaştıran yollar çoktur. Bunların en fâidelisi, çabuk ulaştıranı, nefsle mücâdelesi çok olanıdır. Ruhsattan sakınan, azîmetle amel edenlerin yoludur. Azîmet, haramlardan ve mübahların fazlasından sakınmak demektir. Ruhsat ise, yalnız haramlardan kaçınmaktır. Azîmetle hareket eden büyükler, Sünnet-i seniyyeden ya’nî İslâmiyetten kıl kadar ayrılmamıştır. Yollarına hiçbir yenilik, bid’at karıştırmamıştır. Bunların yolunda nefse uymamak, nefs mücâdelesi tamdır. O hâlde, yolları en iyi en fâideli yoldur. Çabuk ulaştırıcıdır. Fakat son zamanlarda, bu yolu da bozanlar oldu. O büyüklerin izinden ayrılanlar çoğaldı. Değişiklikler, bid’atler yapıldı. Simâ’ ve raksa ve yüksek sesle zikre başladılar. Bunları, o büyüklerin niyetlerini kavrayamadıkları için yaptılar. Bid’atler karıştırmakla, zamana uymakla, bu yolu daha kıymetlendirdiklerini, olgunlaştırdıklarını sandılar. Bunlar ile, bu yolu yıktıklarını, ellerinden kaçırdıklarını anlıyamadılar. Hakkı, doğruyu meydana çıkaran ve insanı hidâyet yoluna kavuşturan, ancak Allahü teâlâdır.” (1. cild, 286. mektûb)

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Berekât-ı Ahmediyye sh. 388

2) Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî 1, cild. 286. mektûb.

3) Tezkire-i İmâm-ı Rabbânî sh. 349