Hindistan’da yaşıyan evliyânın büyüklerinden. Aklî ve naklî ilimlerde âlim idi. İlmiyle amel edenlerin en önde gelenlerinden olup dünyâya hiç meyletmez, haramlardan çok sakınırdı. Sohbeti hoş, sözleri çok tatlı idi. Onbirinci asrın ortalarında vefât etti. Bedî’uddîn Sehârenpûri, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine talebe olmadan önceki hâlini şöyle anlattı: “O günlerde me’mûrluk yapıyordum. Zaman zaman hazret-i İmâm’ın huzûruna geliyordum. Bir kıza âşık idim. Sâlih amelleri yapmak, haramlardan kaçınmak gibi mühim amellere pek dikkat etmiyordum. Hazret-i İmâm, bana; “Bedî’uddîn, niçin namaz kılmıyorsun ve günahlardan sakınmıyorsun?” buyurdu. Ben; “Çoklarından böyle nasihatler dinledim. Eğer bu husûsta teveccüh buyurursanız ve beni bu hâlden teveccüh ve tasarrufla kurtarırsanız, buyurduklarınızı yapabilirim, yoksa bana nasihat te’sîr etmiyor” diye arzettim. Bir an teveccüh edip; “Yarın bu niyet ve emniyetle buraya gel” buyurdu. Ertesi gün, çok sevdiğim kız bize misâfir geldi. Onunla konuşmaya dalıp, hazret-i İmâm’a gidemedim. İki-üç gün sonra huzûrları ile şereflendim. Buyurdu ki: “Verdiğin sözü tutmadın. Ama madem ki bugün geldin, yine iyi ettin. Git abdestini yenile, iki rek’at namaz kıl ve yanıma gel.” Buyurduklarını yaptım. Beni husûsî odalarına götürdü. Bana teveccüh buyurdu. Öyle ki, kendimi kaybettim. Kendimden geçip yere yıkıldım. O hâlde beni kaldırıp eve götürmüşler. Birgün bir gece sonra kendime geldim. Kalbimi yoklayınca, o tutulmadan kalbimi temizlenmiş, belki bütün tutulma ve bağlardan boş olmuş buldum. Bundan sonra sohbetlerine devam ettim. O istekler hazînesinin yüksek teveccühlerinin bereketi ile sonsuz yükselme ve derecelere kavuştum.”
Bedî’uddîn Sehârenpûri senelerce hazret-i İmâm’ın hizmetinde ve sohbetinde bulundu. Çok derece ve hâllere, makam ve mertebelere erişip, kemâl sahibi oldu. İcâzetle “şereflenip,” yurduna gitti ve Hak taliblerini terbiye etmek ve yetiştirmekle meşgûl oldu. Hadarât-ül-Kuds sahibi Bedreddîn-i Serhendî anlattı: “Bedî’uddîn ile aramızda husûsî bir yakınlık vardı. Sohbet ettiğimiz zaman o ekseriya hazret-i İmâm’ın hârika ve kerâmetlerinden, güzel ifâde ve tatlı sözlerinden anlatırdı. Hazret-i İmâm’ın çeşitli keşf ile kerâmetleri sanki onda toplanmış idi. Kendisinden hazret-i İmâm’ın o kadar hârikasını dinledim ki, eğer o zaman hazret-i İmâm hakkında kitap yazacağımı kararlaştırmış olsaydım, büyük bir kitap olurdu. Şimdi çoğu hatırımdan gitti. Kalan birkaç tanesini yazayım: “Bedî’uddîn Sehârenpûrî anlattı ki; “Hazret-i İmâm’a, me’mûriyeti bırakıp, hep hizmetinizle şerefleneyim diye arz ettiğimde, “Bu sefer bırakma” buyurdu. Ne kadar ayrılmayı söylediysem râzı olmadılar. Bir ara yıllık izine ayrılmıştım. Hilâfet merkezi Ekberâbâd’dan ayrıldığım ilk gün, Burhânpûr’a gidinceye kadar, hergün sabahtan akşama kadar, hocam hazret-i İmâm’ı yanımda görürdüm. Gelirler, İnsanlar arasında benim elimi tutup kenara çekerler ve terbiye ederlerdi. Bu günlerde hiçbir gün ve hiçbir zaman benden ayrılmadılar.”
Yine anlattı ki: “Ecbin’e geldiğimde, kâfirlerin râhiblerinden istidrâc ehli olup, zamanın pâdişâhının ve emirlerinin kendisine i’tikâdı olduğu ve görmeye gittikleri Ecyed Rub Çükî’ye adlı biri vardı. Devlet ileri gelenleriyle birlikte onu görmeye gittim. Râhib beni görür görmez; “Ey Bedî’uddîn! Bugün dünyâda kendisinden daha büyük velî bulunmayan hocanı bırakıp da böyle nereye geldin?” dedi. “Sen onu nereden biliyorsun?” dedim. Dedi ki: “Bana keşf ve ma’lûm oldu ki, bu asırda senin hocan gibisi yoktur.” “Madem ki öyledir, sen niçin onun hizmet ve sohbetine gitmiyorsun?” dedim. “Ben kendi dînimde olgunlaşmışım, ona ihtiyâcım yoktur” dedi ve küfründe ısrar etti.”
Yine o anlattı: “Birgün Allahü teâlânın ismini anarken bir anda kendimi Resûl-i ekrem’in (s.a.v.) sohbetinde gördüm. Birisi; “Yâ Resûlallah! Siz kuşluk namazını kılar mısınız, yoksa, kılmaz mısınız?” diye suâl etti. Cevap vermediler. Bu fakîr arzettim ki: “Yâ Resûlallah! Meyan Şeyh Ahmed (ya’nî İmâm-ı Rabbânî hazretleri) bu namazı kılıyor. Onun hâli öyledir ki, sizin yapmış olduğunuz her ameli yapar.” Resûl-i ekrem (s.a.v.) efendimiz biraz murâkabeden sonra, mübârek başlarını kaldırıp; “Meyan Şeyh Ahmed’in yaptığı her amel haktır, doğrudur ve bizim amelimizin aynıdır. Biz de bu namazı kılıyoruz” buyurdular.
Yine o anlattı: “Ne zaman Serhend’e mübârek hocamın huzûruna gelsem, kendiliklerinden buyururlardı ki: “Sen şu hâldesin, bundan sonra şöyle şöyle olacak.” Gerçekten buyurdukları gibi vâki olurdu. Dâima bana hâllerimi söyler, bu yolda ilerlememi sağlar ve kontrol ederdi.”
Yine o anlattı: “Birgün bir tanıdığın ricası ile, kendisinden dîne muhalif ba’zı sözler duyulduğu için, hazret-i İmâm’ın kırgın olduğu bir şeyhin kabrini ziyârete gittik. Ama hem gidiyor, hem de hazret-i İmâm’ı incitip, bana darılacaklarından korkuyordum. Kabrin başına oturduğum sırada, yırtıcı bir aslanın kabristanının etrâfında dolaştığını gördüm. Ben korku ve dehşetle, o arslana bakarken, gördüm ki, o arslanın gözleri, hazret-i İmâm’ın gözleri; arslanın yüzü, tamamen hazret-i İmâm’ın yüzü gibidir. Üzerinde büyük bir kızgınlık hâli vardı, İmâm’ın hiç görmediğim, o öfkeli hâlini görünce, heybetinden titreyerek kalktım ve oradan uzaklaştım. Vakit geçirmeden tövbe ettim.”
Dostlarından biri anlattı: “Hazret-i İmâm, Bedî’uddîn Sehârenpûri’ye icâzet verip, memleketine gönderince, onu yolcu etmek için şehrin dışına kadar gittim. Aklıma babam öleli bir müddet zaman geçti. Bedî’uddîn hazretlerine babamın hâlini sorayım, azâbda mı, yoksa ni’mette midir? diye geldi. Bedî’uddîn kuşluk namazı için hayvanından inince, ben bu düşüncemi arz ettim. Bir müddet başını eğdi ve sonra; “Şu hey’et ve kıyâfette bir şahıs göründü. Gayet beyaz elbise giyiyordu. Hâlini sordum: “İyiyim, bana yüksek makam verdiler” dedi. “O makamdan buraya gelmek istemezdim, ama siz çağırınca ister istemez geldim” buyurdu. Şeyh Bedî’uddîn’in bana ta’rîf ve tavsîf ettiği şahıs benim babam idi. Hâlbuki Şeyh Bedî’uddîn babamı hiç görmemişti ve tanımazdı.”
Bedî’uddîn Sehârenpûrî’nin, hocası İmâm-ı Rabbânî hazretlerine gönderdiği mektûblardan birkaçı aşağıdadır:
“Hizmetçilerinizin en aşağısı Bedî’uddîn’in yüksek huzûrlarınıza arzıdır. Peygamber efendimizden (s.a.v.) husûsî müjdeler alıyorum. Çok nasihatler ediyorlar. Birgün; “Sen Hindistan’ın ışığısın” buyurdular ve daha çok ibâdet etmemi emrettiler.” Hazret-i İmâm buna cevap olarak birkaç satırlık şu mektûbu yazdılar.
“Allahü teâlâya hamd olsun. Sevdiği, seçtiği kullara selâmlar olsun. Kıymetli mektûbunuzu okumakla şereflendik. Bu vâkıalar müjdecidirler ve te’vil edilmeleri lâzımdır. Ne kadar te’vil olunurlarsa o kadar nurlu oluyorlar. Yâ Rabbî! Bizim nûrumuzu tamamla. Sen her şeye kadirsin. Madem ki amelin, ibâdetin arttırılması ile emr olundunuz, elinizden gelebildiği kadar amel ve ibâdet ediniz.
Çünkü, bu dünyâ ibâdet yeri, iş yeridir. Allah, işlerinizde yardımcınız olsun.” Bedî’uddîn Sehârenpûrî’nin hazret-i İmâm’a gönderdiği şu mektûbu da hâlinin ve kemâlinin yüksekliğini, istikâmette olduğunu, kötülük yapmak istiyenlerin cefâlarına sabrettiğini bildirir.
“Yüksek dergâhınızın hizmetçilerinin en aşağısı olan Bedî’uddîn’in, yüksek makamınıza arzıdır Bu zavallının hâlleri teveccühlerinizin bereketiyle istikâmettedir, işlerin yapılmasında bir gevşeklik olmuyor. Bütün ümidim, hayâtımdan kalan şu birkaç günlük zamanda da, hazretinizin ihsân nazarlarına kavuşmaktır. Çoğu zaman vâki olacak ba’zı hâdiseler vukû’ gelmeden evvel bildiriliyor. Bir teşebbüsle değil, kendiliğinden oluyorlar. Gayb âleminden öyle müjdeler veriliyor ki, bunları ancak huzûrunuzda arzedebilirim.
Kabir ve âhıret hâllerini açık olarak haber veriyorlar. Bütün bunlar, yüksek dergâhınızın sadakalarıdır. Yoksa, bu kabiliyetsiz zavallının, bu arzettiğim şeylerle ne ilgisi, bu yüksek makamlarla ne münâsebeti vardır? Ey kalbimin sevgilisi! Hazretinizin teveccühü ile müşâhede makamına kavuştum. Bütün arzum bir kere cihanın efendisi olan Peygamber efendimizin (s.a.v.) cemâlini görmek ve kemâlâtından bir şu’leye kavuşmaktı. Hak “Sübhânehü” mücerred ihsân ve ikramı ile, bir gece teheccüd namazından sonra, beni bu devlete kavuşturdu. Bu makamın hazret-i Gavs-üs-sekâleyn’e (k.s.) bağlı olduğu, onların vâsıta ve vesilesi olmaksızın o dergâha ulaşmanın zor olduğu Peygamberimize (s.a.v.) tam uyan en büyük velîler hariç, bu makamın nûrlarından kimsenin alamıyacağı bildirildi. Muhterem efendim! Bu cihanda hazretinizden başka terbiye edicim yoktur. Dâima Allahü teâlâdan, bu istidatsızın ve kabiliyetsizin, Allah yolunda bulunanları severek ve onların dergâhında hizmetçi olarak yaşamasını, bu şartlar altında ölmesini ve haşr olmasını, Habîbinin (s.a.v.) hürmetine yalvararak duâ ediyorum.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin, Bedî’uddîn Sehârenpûsî’ye yazdığı bir mektûp aşağıdadır:
Allahü teâlâya hamd olsun. O’nun seçtiği iyi insanlara selâm olsun! Kıymetli mektûbunuz geldi. O taraflarda, iki korkunç hâdise başladığını, birinin tâ’ûn (ya’nî veba hastalığı) ötekinin de kaht (ya’nî kıtlık, gıda maddelerinin azlığı) olduğunu yazıyorsunuz. Allahü teâlâ, bizi ve sizi belâlardan korusun. Hepimize afiyet versin!
Bu büyük sıkıntı arasında, gece gündüz ibâdet ve murâkabe etmekteyiz. Kalbimiz her ân O’nun iledir yazıyorsunuz. Bunu okuyunca Allahü teâlâya hamd eyledik, şükr ettik. Böyle zamanlarda dört “Kul”u çok okuyunuz! (Ya’nî Kul yâ eyyühel kâfirûn ve Kul hüvallahü ve Kul e’ûzüleri okuyunuz! Cinnin ve insanların şerrinden korur.)
Erkeklerin kefeni, üç parça olmak sünnettir. Sarık sarmak bid’at olur. “Ahdnâme” denilen (suâl meleklerine verilecek cevapları ve duâ ve istiğfar) yazılı kâğıdı, kabre koymamalıdır. Mübârek yazıların, isimlerin, meyyitin pislikleri ile karışmasına sebep olur ve (dînin dört delîlinden) bir sened ile bildirilmemiştir. Mâverâünnehr (Aral gölüne akan Seyhûn ve Ceyhun nehirleri arasındaki şehirler) âlimleri, böyle birşey yapmamıştır. Meyyite kamîs yerine, bir âlimin gömleğini giydirmek iyi olur. Şehîdlerin kefenleri, elbiseleridir. (Silâh yarası alarak ölen şehîdler yıkanmaz ve kefenlenmez. Muharebede yara almadan ölen ve sulhda, sâri hastalık ve âfetlerle ölenler, şehîd sevâbı kazanırsa da, bunlar yıkanır ve kefenlenir). Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.) “Beni, bu iki çamaşırım ile kefenleyiniz” buyurmuştu.
Kabirdeki hayât, bir bakımdan, dünyâ hayâtına benzediği için, meyyit terakki eder, derecesi yükselir. Kabir hayâtı, insanlara göre değişir. “Peygamberler, (aleyhimüsselâm) kabirlerinde namaz kılar” buyuruldu. Peygamberimiz (s.a.v.) mi’râc gecesinde, Mûsâ aleyhisselâmın kabri yanından geçerken, mezarda namaz kılarken gördü. O ânda göğe çıkınca, Mûsâ aleyhisselâmı gökte gördü. Kabir hayatı, şaşılacak birşeydir. Bu günlerde, merhum büyük oğlum (Muhammed Sâdık) dolayısı ile, kabir hayâtına bakarak, şaşılacak gizli şeyler görülüyor. Bunlardan az birşey bildirsem, akl ermez. Fitnelere, karışıklığa sebeb olur. Cennetin tavanı, Arşdır. Fakat kabir de, Cennet bahçelerinden bir bahçedir. Akıl gözü bunu göremiyor. Kabirdeki şaşılacak şeyler, başka bir gözle görülüyor. Yarım yamalak da olsa, inanmak, azâbdan kurtulmağa sebeptir. Fakat, o güzel kelimenin (Kelime-i tevhîd) Hak teâlâ tarafından kabûlü için (dünyâda dînin emirlerine uymak), sâlih emirleri işlemek lâzımdır.
Ölmemek için, veba hastalığı bulunan yerden kaçmak büyük günahtır. Muharebede, düşman karşısından kaçmak gibidir. Veba bulunan yerden kaçmayıp sabr eden kimse, ölünce, şehîdlerin sevâbına kavuşur. Kabir sıkıntısı çekmez. Sabr eden kimse, ölmezse, gaziler sevâbına kavuşur. Arabî beyt tercemesi:
Rabbim öl deyince, ölmeği severim,
Mevte çağırana safa geldin derim.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Zübdet-ül-makâmât sh. 346
2) Hadarât-ül-Kuds sh. 334
3) Tezkire-i İmâm-ı Rabbânî sh. 326
4) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 953