BÂKÎ

Osmanlılar zamanında yetişen âlimlerden ve şâirlerden. İsmi, Mahmûd Abdulbâkî’dir. Bâkî mahlasıyla tanınan Mahmûd Abdülbâkî, zamanının şâir ve edipleri arasında “Sultân-üş-şu’arâ” diye de meşhûr olmuştur. Fâtih Câmii müezzinlerinden Mehmed Efendi’nin oğludur. 933 (m. 1526) senesinde İstanbul’da doğdu. 1008 (m. 1600) senesinde İstanbul’da vefât etti. Edirnekapı dışında Eyyûb Sultan’a giden yol üzerindeki kabristana defn edildi.

Çocukluğunda bir müddet saraç çıraklığında çalıştıktan sonra fıtratındaki yüksek kabiliyeti onu medrese tahsiline sevk etti. Medresede kısa zamanda akranları arasında yükselip, keskin zekâsını ve kabiliyetini ortaya koydu. Zamanının meşhûr âlimlerinden Ahaveyn diye bilinen Karamanlı Ahmed ve Mehmed efendilerden aklî ve naklî ilimleri tahsîl edip istifâde etti. 19 yaşlarında iken İstanbul’un genç şâirleri arasında “Sünbül” kasidesi ile şöhreti fazlalaştı. Medresedeki ders arkadaşları arasında şâir Nev’î, Üsküplü şâir Vâlihî, Hoca Sa’deddîn Efendi gibi kabiliyetli gençler bulunuyordu. 960 (m. 1552) senesinde Süleymâniye Medresesi müderrisi Kâdı-zâde Şemseddîn Ahmed Efendi’nin tedris halkasına dâhil olup, ondan çok istifâde etti. Bu arada devrin üstâd şâiri Zâtî’nin şiir meclislerinde bulundu. Zâtî tarafından ondaki şiir kabiliyeti ortaya çıkarılıp teşvik edildi. 960 (m. 1552) senesinde Nahcivan seferinden dönüşünde, Kanunî Sultan Süleymân’a takdim ettiği kaside sebebiyle pâdişâhın lütuf ve ihsânlarına kavuştu. 963 (m. 1555) senesinde hocası Kâdı-zâde Ahmed Efendi, Haleb kadılığına ta’yin olununca o da beraberinde gitti. 967 (m. 1559)’de tekrar İstanbul’a döndü. Haleb beylerbeyi Kubâd Paşa’ya takdim ettiği “Hilâl” ve hocası Kâdı-zâde’ye takdim ettiği “Raiye” kasidesi bu sırada yazdığı şiirlerdendir, İstanbul’a dönerken Konya’da Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi’nin oğlu Mehmed Çelebi ile tanıştı. Ebüssü’ûd Efendi için yazmış olduğu “Lâmiyye” kasidesini İstanbul’a gelince takdim etti. 969 (m. 1561) senesinde Ebüssü’ûd Efendi’nin hizmetinde bulunduğu sırada Sadrazam Semiz Ali Paşa’ya takdim edildi. 971 (m. 1563) senesinde Silivri’de bulunan Pîri Paşa Medresesi müderrisliğine ta’yin olundu. 972 (m. 1564)’de İstanbul Murâd Paşa Medresesi müderrisliğine nakl olundu. 973 (m. 1563)’de terfi etti.

Kanunî Sultan Süleymân, Bâkî’ye çok iltifât edip ihsânlarda bulunuyordu. Bu durum ba’zı kimselerin kıskanmasına sebep olmuştu. Çünkü Kanunî Sultan Süleymân yazdığı şiirleri ona gönderiyor, onlara nazireler yazmasını emr ediyor, ihsânlarını ve iltifâtlarını eksik etmiyordu. 973 (m. 1565)’de hacca gitmiş olan babasının ölümü haberini aldı. 974 (m. 1566) senesi içinde, Kanunî Sultan Süleymân’ın vefâtı, Bâkî’yi son derece üzmüştü. Meşhûr mersiyesini yazmak sûretiyle pâdişâhına bağlılığını anlattı. 974 (m. 1566)’de müderrislik vazîfesinden ayrıldı. Aynı sene içinde tahta geçen İkinci Selim Hân’a cülus kasidesi yazarak takdim etti. 977 (m. 1569) senesinde Murâd Paşa Medresesi müderrisliğine, 979 (m. 1571)’da Eyyûb Medresesi müderrisliğine ta’yin olundu. 981 (m. 1573) senesinde Sahn-ı semân medreselerinden birine yükseltildi. O sırada İkinci Selim Hân’dan kabûl gören Bakî Efendi, pâdişâhın husûsî meclislerine da’vet olunmağa başladı. 982 (m. 1574) senesinde Üçüncü Murâd Hân’ın tahta geçişinden sonra yükselerek, 983 (m. 1575)’de Süleymâniye Medresesi müderrisliğine getirildi. Hiç ummadığı bir iftira sonunda vazîfeden alındı. 984 (m. 1576)’de Bakî Efendi’nin suçsuz olduğu anlaşılarak, Edirne Selîmiye Medresesi’ne ta’yin edildi. 987 (m. 1579)’de Mekke kadılığına, 988 (m. 1580)’de Medîne-i münevvere kadılığına nakledildi ise de, 989 (m. 1582)’de vazîfeden alındı. 990 (m. 1582)’da İstanbul’a döndü. 992 (m. 1584)’de İstanbul kadılığına ta’yin edildi. 993 (m. 1585)’de bu vazîfeden alınıp, 994 (m. 1586)’de tekrar aynı vazîfeye getirildi. Aynı sene içinde Anadolu kadıaskerliğine terfi ettirildi, iki seneden sonra bu vazîfeden de alındı. 999 (m. 1590) senesinde tekrar me’mûriyete iade edilerek bir yıl sonra Rumeli kadıaskerliğine getirildi. Aynı yıl içinde emekliye ayrıldı. 1003 (m. 1594) senesinde pâdişâh olan Sultan Üçüncü Mehmed Hân onu Rumeli kadıaskerliğine ta’yin etti. Aynı sene içinde vazîfeden alındı. Bundan sonra evine çekilip şiirleriyle ve ilmî çalışmalarla meşgûl oldu. 1006 (m. 1597) senesinde tekrar Rumeli kadıaskerliğine getirildi. Ba’zı hâdiseler üzerine 1007 (m. 1598)’de istifâ etmek zorunda kaldı. Bir müddet kendi köşesine çekilip ibâdet, tâat ve şiirle meşgûl iken tutulduğu hastalıktan kurtulamayıp vefât etti. Cenâze namazını Şeyhülislâm Sun’ullah Efendi kıldırdı. Bütün devlet erkânı, vezirler, âlimler ve şâirler ile büyük bir kalabalık bu cenâze namazında bulundu.

Hayatının sonuna yakın evlenen Bakî Efendi’nin, Şeyhî mahlasıyla bilinen Mehmed Efendi ve Abdurrahmân Efendi adında iki oğlu var idi.

Kanunî Sultan Süleymân, İkinci Selîm, Üçüncü Murâd ve Üçüncü Mehmed Hân zamanlarında yaşamış olan Mahmûd Abdülbâkî Efendi, aklî ve naklî ilimlerde derin âlim ve güzel ahlâk sahibi idi. Dîni ilimlerdeki üstünlüğü Şeyhülislâm olabilecek derecedeydi. Ancak sırası gelmediği için bu vazîfeye ta’yin olunamadı. Tatlı dilli, güler yüzlü ve hoş sohbet idi. Açık kalbli, temiz yürekli, nâzik ve kibar mizaçlı olduğu için nükteli ta’rizlerinde zarafet haddîni aşmazdı. Herkese iyi muâmele eder, istemiyerek kalbini kırdığı kimselerin gönlünü almağa çalışırdı. Hayırsever bir zât idi. İstanbul’da Nişancı Paşa-i Cedîd yanında Bakî Efendi Mescidi’ni yaptırmıştı.

Bâkî’nin hayatındaki adım adım yükseliş, şeyhülislâmlık mevkiine ulaşamasa bile, şiirde padişahlığa ulaşmasına sebep olmuş, Kânûnî’ye arkadaşlık etmiş ve birlikte şiir musahabelerinde bulunmuşlardır. Kısaca bu devrin tanınan iki pâdişâhı vardır. Biri Sultan Süleymân Hân, diğeri ise şiirin sultânı olan Bâkî’dir. Ona Türk târihinin en yüksek devrinde “Sultân-üş-şu’arâ” denilmesi boşuna değildir.

Çocukluğunda çok fakir olması sebebiyle, şiirinde hayatın içinden getirdiği husûslar vardır. Hattâ şiiri bu yönden ele alınınca ba’zı sözleri atasözü hükmündedir. Şiirdeki bu kuvvetliliği, yaşadığı ve içinden geldiği hayâttan getirmiştir.

Şiir diline renklilik ve akıcılık getiren Bakî, İran edebiyatı te’sîrinin de ortadan kalkmasına sebeb olmuş ve bulunduğu asra şiirde millîliği getirmiştir. Yaratılıştan kibar ve zarif oluşu, nükteleri ile şiirini atbaşı götürmesine sebeb olmuştur. Şiirinin yanında, dillerde dolaşan nükteleri de şiir mecmû’aları ve kitapları kaydedilmiştir.

Bâkî san’atta, Osmanlı Türkçesi Edebiyâtı’nın en büyük şâiri olma durumunu dâima muhafaza etmiş, şöhreti İmparatorluğun bütün hudutlarına yayılmıştır. Ayrıca şiirinin halvâ gibi gıda olduğunu ve ellerden ellere dolaştığını zikreden kaynaklar mevcûttur:

Çü güftâr-ı Bâkî-i şîrin-edâ Edip hûb halvâyı âhir gıda
Geze elleri câm-ı sâkî gibi Düşe dillere şi’r-i Bâkî

gibi beytleri bunun açık delîlidir. Araştırıldığı takdîrde bu kabil mısra ve beyitlerin, devrin diğer müelliflerinde daha fazla görülmesi mümkündür. Bâkî’yi bu duruma getiren, dili ustaca kullanmasıdır. Ses ve ma’nâyı şiirinde birleştiren şâir, ahenkli ve temiz bir üslûb ortaya koymuştur. Onun şiiri ölçülü ve bilgi hudutları içinde kullanılan bir dilin mahsûlü idi. Şiirinde kullandığı kelime, ta’bîr ve deyimlerin menşei halkın dili, ev ve aile Türkçesi idi. Kısaca Bâkî, muhtevâ ve şekil i’tibâriyle Türkçe’nin cümle yapısına değer vermiş ve millî nazım cümlesini korumasını bilmiştir.

Bâkî san’atın gözü ile eşyaya bakar. Ba’zan resme ulaşan şiirleri vardır. Bu, bir asır sonra Nedim’e de te’sîr eder. Onun gazelleri bitmemiş hissini verir. Bâkî’de güzellik ve mükemmellik esastır. Kullandığı her kelime, şâiri güzeli yakalamaya götürür.

Gazellerinin muhtevâsı genişlik gösterir. Her ne kadar neş’e, zevk ve yaşama yönünde şiirler yazmışsa da onun şiirlerinde dînî taraf da ağır basar. Sabr, Bâkî’de üzerinde durulması gereken bir unsur olup, bu sayede şikâyetten uzaktır. Ba’zı gazelleri kendinden bahseder, hele “Bana” redifli gazeli tamamen şâiri verir ve “İşte Bâkî budur” hükmüne götürür. Tabî ki bütün bunlarda kalemin ve sözün gidişini de hesaba katmak gerekir. “Cana” redifli gazeli kendisini tamamlayan şiirleri arasında zikredilebilir.

Bâkî’ye göre şâir, âlem bağının bülbülüdür, bülbül ise gülbahçesinde bulunur. Âşıkın gerçek ta’rîfini de yapmaktan çekinmez:

Vaktine mâlik olan dervîşdir sultân-ı vakt
İzz-ü-câh-ı saltanat değmez cihan gavgâsına

derken, tasavvuf neş’esi içinde her şeyden geçtiğini de görürüz. Zâten bu gazelin tamâmı, tasavvufta yer alan “sûfî-i ibnü’l-vakt” umdesine sıkı sıkıya bağlıdır.

Hakîkat sırrına vâkıf değilsin Alâkan var ise aşk-ı mecaza derken de gerçek tasavvufa gider ve ilâhî taraf ağır basar. Şâir ayrıca cehâletten ve câhillerden şikâyet etmektedir. Bir bakıma zamanları devirleri bunlar karartmaktadır:

Devr-i zamane cünbüşü nadanlık üzredir
Nadan komaz ki merdüm-i dana huzûr ede

beyti ile şâir bütün zamânların hastalığına teşhis koymuştur.

Bâkî’nin şiiri bir bakıma ilâhî aşka açılan mecazî bir penceredir. O, güzelliklerle oynayan bir şâirdir. Eski edebiyatın mazmunları gerçek ma’nâda onun şiirinde seslenirler. Bâkî ba’zı gazellerinde, kasideleri bir tarafa, devrinin pâdişâhlarına ve devlet adamlarına da yer vermiştir. Devrin âdetleri, dîvânında yer yer göze çarpar. “Gönül” redifli gazelinde az çok şiirinin sırrını açıklar:

Ümmîd-i vasl-ı yârdan el çekme
Bâkîyâ Şâyed ki destgîr ola bir merhabâ-y-ıla

beytinde ümidsizliğe düşmemeyi,

Hâk-ı râh olduğum görüp ayağın
Yerlere basmaz oldu cânâne

derken de sevgilinin eziyetlerine ne derece katlanacağını heber vermektedir.

Şiirinin muhtevâsı, görüldüğü gibi duygu ve düşüncenin, hattâ inancın yanında bilgi ve san’at unsurları ile yüklüdür. Her mısra’ ve beytte bunun tezahürü ayrı ayrıdır. Onun için Bâkî’nin şiiri bitmemiş hissini verir. Fakat şâir, işlenmesi gereken unsurları büyük bir titizlik, san’at endişesi ve zekâ gücü ile yerine koymuş; asırlar ötesine sesini bırakmıştır. Tâbutu başında bulunanları ağlatan beytinden sonra;

Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sada imiş

derken, kendisinden hâlâ ses gelmektedir. Onun, bunlara ilâve olarak diğer şâirlerimizde görüldüğü gibi, atasözü mahiyetindeki beyitleri ve mısrâları zikre değer.

Fermân-ı aşka can ile var inkıyadımız
Hükm-i kazaya zerre kadar yok inadımız

şeklinde başlayan gazeli, tevekküle çeken ve tevekkül içinde olan şâirin gerçek hâlini verir.

Şiirleri içinde asıl Bâkî’yi, yukarıdaki gazele de yaklaştıran meşhûr Kanunî Sultan Süleymân mersiyesidir. Şâir bu mersiye ile sâdece Sultan Süleymân Hân’ın vefâtını değil, bundan sonraki Osmanlı Devleti’nin hâlini de terennüme başlamıştır. Mersiye yedi bendden meydana gelmekte, ağır, vakarlı, heybetli bir hüzün ve ızdırabla hâtırâları birleştirmektedir. Bendin ikinci bölümü her yönü ile büyük Sultânı ele almış, üçüncü bendde mahlûkât böyle bir pâdişâhın kaybı ile ağlamaya çağırılmıştır. Manzûmenin en dikkat çekici ve güzel bendi altıncı kısmıdır. Şâir burada büyük Sultânın savaş meydanlarındaki zaferlerini, cihâd aşkını ve Türk-İslâm dünyâsına kazandırdığı üstünlükleri dile getirmektedir. Yedinci bend ise yeni hükümdâra ayrılmıştır.

Dîvân’ının tertîbinde dikkat çeken husûslar da vardır. Diğer dîvanlar olsun, eserler olsun başta münâcaat ve na’atlarla başladığı halde, bu durum Bâkî’de görülmemektedir. Ya’nî Dîvân’ı doğrudan doğruya kasidelerle başlamıştır.

Bâkî’nin Dîvân’ından başka eserleri de vardır. Bunlar:

Fedâil-ül-cihâd: Ahmed bin İbrâhim’in yazdığı Meşâri-ül-eşvâk ilâ mesâir-il-uşşâk adlı eserin Türkçe tercümesidir. Müslümanları cihâda teşvik eden bir eserdir.

Hadîs-i erbe’în tercümesi: Eyyûb müderrisliğinde bulunduğu sırada, Ebû Eyyûb el-Ensârî’den rivâyet edilen hadîs-i şerîfleri toplamış ve tercüme etmiştir.

Meâlim-ül-yakîn fî Sîret-i Seyyid il-mürselîn: İmâm-ı Kastalânî’nin “El-Mevâhib-ül-Ledünniyye” adlı meşhûr eseri esas alınarak yazılan bu siyer kitabı tercüme olmaktan ziyâde te’lîf bir eserdir. Bâkî Efendi bu kitabı yazarken yüzden fazla kitaba müracaat ederek, müellifîn Şafiî mezhebine göre yazdığı ba’zı mes’eleleri, Hanefî mezhebine göre de yazmıştır. Zarurî ve faydalı gördüğü ba’zı ilâveleri yapmıştır. Sokullu Mehmed Paşa’nın emir ve isteği üzerine yazılan bu eser, aynı zamanda Mahmûd Abdülbâkî Efendi’nin, dînî mes’elelere ve Hanefî fıkhına vukûfunu göstermesi bakımından da önemlidir.

Fezâil-i Mekke: Kutbüddîn Muhammed bin Ahmed Mekkî’nin “El-İ’lâm fî ahvâl-il-beledillah-il-haram” adlı eserinin tercümesidir. Sokullu Mehmed Paşa’nın emri ile yapılan bu tercüme, Abdülbâkî Efendi’nin Mekke kadılığı esnasında tamamlanmıştır. Mekke târihinden ve bilhassa Osmanlı pâdişâhlarının oradaki te’sislerinden bahs eden bu eser akıcı bir üslûbla yazılmıştır.

GAZELLERİNDEN

Fermân-ı aşka can ile var inkıyadımız
Hükm-i kazaya zerre kadar yok inadımız

Baş eğmezüz edâniye dünyâ-ı dûn içün
Allahadur tevekkülümüz i’timâdımız

Biz müttekâ-yı zerkeş-i câha dayanmazız
Hakk’ın kemâl-i lütfunadur istinadımız

Zühd-ü-salâha eylemeziz iltica hele
Tutdı egerçi âlem-i kevni fesadımız

Meyden safâ-yı bâtın-ı hummdur garaz hemân
Erbâb-ı zâhir anlayamazlar muradımız

Minnet Huda’ya devlet-i dünyâ fenâ bulur
Bâkî kalur sahîfe-i âlemde adımız

Ma’nâsı:

Aşkın fermanına (buyruğuna) candan baş eğmişiz, bu yüzden kazanın hükmüne (kadere) zerre kadar inadımız yoktur (biz Haktan gelene râzıyız.)

Alçak kimselere alçak ve fânî dünyâ için baş eğmeyiz (dünyalık, makam, mevkî için baş eğmez, minnet etmeyiz), bizim vekîlimiz ve i’timâd edip güvendiğimiz tek varlık Allahü teâlâ’dır.

Biz mevkînin, makamın altın işlemeli koltuk deyneğine dayanmayız, bizim dayandığımız yer Allahü teâlânın lütfunun en üst derecesidir.

Biz insanız, insan noksanlıklarla doludur, varlık âlemini fesadımız kaplamışken, zühd ile dîne bağlı bir şekilde görünüp insanları aldatmayız. Ne isek öyle görünürüz.

Şarâbdan maksad küpün içinin temizliğidir, çünkü küp temiz olunca ya’nî bedenin içi temizlenince gönül temizdir. Gönül gözü ile bakmayıp baş gözü ile bakan, görünüşe aldanan kimselerin bizim meramımızı anlaması zordur.

Ne derlerse desinler; dünyâ devleti, makamı, mevkii, kısaca vücûd varlığı son bulacaktır, Allahü teâlâya şükürler olsun ki âlemin sayfasında Bâkî’nin adı kalıcıdır.

***

Var mı bir dîvâne kim geşt-i gülistan istemez
Uzlet idüp Hakk’dan bir beyt-i vîrân istemez

Fakr gencin ihtiyâr etdi şu kim kani olur
Şem’ası şems olsa yakmaz tâk-ı eyvan istemez

Dûdunu serv eyleyip kanlu yaşın gülşen idüp
Eylemez serve nazar seyr-i gülistan istemez

Hoş gelür ana rebâb âvâzesi gavgâsı yok
Pâdişâh-ı aşk olan dergâh u dîvân istemez

Derd-i yâr ile kim başı hoşdur Bâkîyâ
Ölmeğe canlar virür derdine derman istemez

Ma’nâsı:

Levmedilmiş, taşlanmış bir kimse (bir deli) gösterin ki, gül bahçesinde gezip tozmak istemesin ve bir köşeye çekilerek Allahü teâlâdan yıkık bir ev istemesin. Çünkü hazîne viranelerde bulunur ve yıkık gönüllerin duâsı kabûldür.

Fakr hazînesini seçen her şeye rızâ göstermiştir; onun fitili güneş olursa; yüksek binaların takı, kemeri neye yarar.

Fakirlikle yetinen ahını göğe uzatan servi, gözlerinden akan kanlı yaşı gülşen ederek; serve bakmaz ve gül bahçesinde gezmeyi de istemez.

Ona rebâbın kavgası olmayan sesi güzel görünür; zâten aşkın pâdişâhı için ne dergâh ne de dîvân gerekir.

Ey Bâkî! Şu âşığın (şunun) başı sevgiliyi düşündüğünden dolayı, hep onunla meşgûl olduğu için hoştur; bu sevgi yüzünden ölür de derdine ilâç istemez. Eğer ilâç edilirse o sevgi kalmayacaktır.

Vecize hükmündeki ba’zı beyt ve mısra’ları:

Derûnun pür maârif hem-nişînin merd-i ârif kıl
Açılma ey yüzü gül şahs-ı nadana kitâb-âsâ

“İçini (gönlünü) irfanla doldur, arkadaşın da ârif kimse olsun; ey gül yüzlü sevgili (dost), câhil kimseye kitap gibi hemen açılıverme.”

Zer-efşân ol kef-i ihsân ile seyr eyle âlemde
Cihân-gerd-ü-civânmerd-i cihan ol âfitâb-âsâ

“Güneş nasıl dünyâya bol bol cömertçe ışıklarını gönderir, dolaşarak hiç birini ihmâl etmeden bütün mahlûkâta faydalı oluyorsa; Ey dost! Sen de âlemde ihsân elini açarak altınlar saç, faydalı ol.”

Şeref vermez dür-ü-gevher kemâl olmaz zer-ü-zîver
Hüner kesb et hüner bahr-ı fazilet kân-ı irfândur

“İnci, mercan, kıymetli şeyler insana asâlet ve şeref vermez, altınla ve süsle olgunluk, yücelik olmaz; iş, san’at ve hüner kazanıp herkese faydalı olmaktır. Çünkü hüner, faziletin denizi ve irfanın ocağıdır.”

Gark eder âlemleri bir katre âb-ı mağfiret
Var kıyâs et vüs’at-ı deryâ-ı rahmet neydügin

“Âlemleri bir damla mağfiret suyu basar, sen buna kıyâsla cenâb-ı Hakkın rahmet denizinin genişliğini düşün.”

Himmet-i merdân ile asan olur her müşkil iş

“Allah adamlarının ma’nevî yardımı ile bütün güçlükler kolaylaşır.”

Söz güherdir, ne bilir kadrini nadan güherin

“Söz incidir, câhil onun kıymetini bilemez.”

Bîmâr hâlini, yine bîmâr olandan sor

“Hastanın hâlini hasta bilir, eğer sormak istersen hastadan sor.”

Gerdûn-ı dûna âkil isen kılma i’timâd

“Akıllıyım dersen, geçici dünyâya güvenme.”

Dânâ-dil isen sırrını nadana duyurma

“Gönülle biliyorsan (arif isen) sırrını câhillere açma.”

Âkîl etmez, abes yere hande

“Akıllı kişi, yok yere boşu boşuna gülmez.”

Kerem gördükçe ey Bâkî recâ artar gedâlardan

“Ey Bâkî! Dilencilere ihsânda bulundukça onlardaki istek daha da artar.”

İnsân-ı kâmil olmağa sa’y eyle âdem ol

“Mükemmel insan olmak için çalış ve insan ol”

Çok olur yâr velî yâr-ı vefâdar olmaz

“Görünüşte pek çok dost vardır, fakat vefalısı bulunmaz.”

İnâyet hazret-i Hak’dan,
kerem Feyyâz-ı mutlakdan

“Lütuf ve ihsân ancak mutlak feyz sahibi olan Allahü teâlânın yüce zâtından olur, başkaları vâsıtadır, insanın bunu bilmesi gerekir.”

Mahmûd Abdülbâkî Efendi Mevâhib-i Ledünniyye tercümesinde, Resûlullahı (s.a.v.) sevmenin alâmetlerini anlatırken diyor ki:

“Resûlullah (s.a.v.) efendimizi seven kimse O’nun bildirdiği İslâm dînine candan bağlı olur. Öyle bir derecede olmalı ki; neye hüküm ederse can ve gönülde onu güzelce kabûl ve ona edeble itaat eder. Nitekim Allahü teâlâ Nisa sûresi 65. âyet-i kerîmesinde meâlen: “Hayır, Rabbin hakkı için aralarındaki ihtilâfta, seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükmü nefslerine ağır bulmayarak, tam teslimiyetle teslim ve râzı olmadıkça îmân etmiş olmazlar” buyuruyor.

Gönlünde, Peygamber efendimizin verdiği hükümden dolayı ağırlık, ızdırap ve darlık olan, ya’nî O’nun hükmü kendi dileğine uymadığı takdîrde hatırı incinen kimseden, Hak teâlâ hazretleri îmânı gidermiştir. Bu türlü kimseler mü’min olmazlar diye buyurulmuştur.

Sehl bin Abdullah Tüsterî buyurdu ki: “Bir kimse bütün hâllerinde Resûlullahı (s.a.v.) kendisine örnek almayıp nefsinin kendi elinde sansa o kimse o sünnete uymanın tadını duyamaz. Zîrâ Resûlullah (s.a.v.) efendimiz; “Sizden biriniz, ben ona kendi nefsinden daha sevgili olmadıkça îmân etmiş olmaz” buyurmuştur. Fahr-i kâinat efendimiz kişiye kendi nefsinden daha sevgili olmadıkça îmân iddiasında bulunması caiz değildir.”

Peygamber efendimizi (s.a.v.) sevenler; sözlerinde ve işlerinde O’nun dînine yardım ederler. O’nun ahlâkı ile ahlâklanırlar. Cömertlik, iyilik, yumuşak davranmak, tevâzu, sabır ve ahlâkda O’na özenirler.

Musibetlere sabr edip O’nun muhabbeti ile teselli bulurlar. Zîrâ seven kimse sevginin lezzetiyle musibetin şiddetini unutur. O’nu seven kimse Peygamber efendimizi (s.a.v.) çok zikr eder. Zîrâ seven kimse sevdiğini çok yâd eder. Çünkü seven kimsenin üç alâmeti olur: 1-Sözü sevdiğinin zikri olur, konuştukça onu yâd eder. 2-Sustuğu zaman onu düşünür. 3-İşi gücü ona itaat etmek olur demişlerdir.

Nakl edilir ki: Birgün Râbi’a-i Adviyye’nin meclisinde âbid (ibâdet eden) ve zâhidlerden (düyâdan yüz çeviren) birkaç kişi toplanıp dünyâyı kötülemeye başladılar. Râbi’a susup dinliyordu. Onlar konuşmalarını bitirdikten sonra: “Kişi sevdiği şeyi çok zikreder” buyurdu. Sevilenin zikri sevenlerin kalblerine yerleşir.

Peygamber efendimizi (s.a.v.) sevmenin alâmetlerinden biri de O’nun ismi anıldığı zaman saygı, sevgi, alçak gönüllülük ve kendini küçük görmekdir. Sahâbe-i Kirâm, Resûlullah efendimiz (s.a.v.) hatırlanınca, O’nun sevgi ve saygısıyla gönüllerini alçaltıp ağlarlardı. Tabiîn ve onlardan sonra gelen iyi hâlli kimseler de bu yolda gitmişlerdir.

Safvan bin Süleym, çok ibâdet eden ve gece namazına devamlı kalkan kimselerdendi. Yanında Resûlullah (s.a.v.) zikr edildiğinde o kadar ağlardı ki, o mecliste oturanlar kalkıp giderlerdi de ağlaması dinmezdi.

Peygamber efendimizi sevmenin alametlerinden biri de O’nu görmeğe, O’na kavuşmağa iştiyâk duymaktır. Zîrâ her seven sevdiği ile buluşmayı çok ister. Abde binti Hâlid bin Ma’dân: “Babam Hâlid her ne zaman yatağı üzerine gelse, Peygamber efendimizi hatırlayıp: “Yâ Rabbî! Benim rûhumu kabz etmekte acele eyle” derdi. Tâki uyku galebe edinceye kadar böyle söylerdi” diye anlatır.

Bilâl-i Habeşî (r.a.) vefât etmek üzere olduğu zaman, hanımı üzüntüsünden feryâd ediyordu. O ise sevinerek; “Yarın dostlarla, Muhammed (s.a.v.) ve arkadaşlarıyla buluşuruz” buyurdu.

Peygamber efendimizi (s.a.v.) sevmenin alâmetlerinden birisi de, O’nun getirdiği yüce Kur’ân-ı sevmektir. Hazreti Osman buyurdu ki: “Eğer bizim kalbimiz temiz olsaydı, asla Kur’ân-ı kerîm okumaktan doymazdı. Seven kimse sevdiğinin kelâmından nasıl doyar ki, O’nun en çok istediği odur.”

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) birgün Abdullah bin Mes’ûd’a (r.a.): “Yâ Abdullah! Kur’ân oku da dinliyelim”buyurdu. İbn-i Mes’ûd: “Kur’ân size indi O’nu ben mi okuyayım dedi. Peygamber efendimiz (s.a.v.): “Ben başkasından işitmeyi severim” buyurdu. Bunun üzerine İbn-i Mes’ûd (r.a.) Nisa sûresinin başından başlayarak okudu. “Her ümmetten biri şâhid, seni de bunlara şâhid getirdiğimiz zaman hâlleri nice olur” meâlindeki 41. âyete gelince, Peygamber efendimiz (s.a.v.) “Yeter yâ Abdullah” buyurdu. İbn-i Mes’ûd başını kaldırıp baktı ki Resûlullah efendimizin mübârek gözlerinden durmadan yaş akıyordu.

Bir kimse Kur’ân-ı kerîmi can kulağıyla dinlese, elbette ona te’sîr edip gözünden yaş gelir.

Peygamber efendimizi sevmenin bir alâmeti de O’nun sünnetine muhabbet edip hadîs-i şerîfini dinlemekten zevk almaktır. Zîrâ kişi sevdiği kimsenin sözünü işitmekten mutluluk duyar. O’nun güzel ismini anmak ve salevât-ı şerîfe getirmek O’nu sevmenin alâmetlerindendir.

“Bir kimse sabaha ve akşama yetiştiği zamanda bana on kere salevât okusa; kıyâmet günü şefaatime müstehâk olur” ve yine; “Bir şeyi unuttuğunuz zaman beni hatırlayın ve bana salât edin. Allah dilerse onu hatırlatır” ve “Cum’a günü, sizin en üstün günlerinizdendir. Adem aleyhisselâm o günde yaratıldı, o günde kabzolundu. Sûr’un üflenmesi ve ansızın helak oluş o günde olur. O hâlde, o günde bana salâh çok edin. Zîrâ salâtınız arz olunur”buyurdu.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Hülâsat-ül-eser cild-2, sh. 287

2) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî) sh. 434

3) Mevâhib-i Ledünniyye tercemesi cild-2, sh. 135, 141

4) Osmanlı Müellifleri cild-2, sh. 99

5) Eslâf sh. 159

6) Dîvân

7) Hadîkat-ül-cevâmi

8) Rehber Ansiklopedisi cild-2, sh. 184

9) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 998