AZÎZ MAHMÛD HÜDÂYÎ

Anadolu’da yetişen evliyânın büyüklerinden. 948 (m. 1541)’de Şerefli Koçhisar’da doğdu. Bursa’da Muhammed Üftâde hazretlerinden feyz aldı. 1007 (m. 1598)’de Üsküdar’da câmi ve dergâh yaptırdı. 1038 (m. 1628)’de vefât etti. Üsküdar’daki kendi dergâhı yanındaki türbesindedir.

Mahmûd Hüdâyî, Fadlullah bin Mahmûd’un oğludur. Mahmûd Hüdâyî’nin çocukluğu Sivrihisar’da geçti. Burada ilk tahsiline başladı, ilmini ilerletmek için İstanbul’a gitti. Küçük Ayasofya Medresesi’nde tahsiline devam etti. Mahmûd Hüdâyî, çok zekî olup bir defa okuduğunu zihninde tutar, tekrar kitaba bakmaya lüzum hissetmezdi. Hocalarından Nâzır-zâde Ramazan Efendi, ona husûsî bir ihtimâm gösterdi. Mahmûd Hüdâyî genç yaşta; tefsîr, hadîs, fıkıh ve zamanın fen ilimlerinde büyük bir âlim oldu. Hocası Nâzır-zâde onu yanına yardımcı olarak aldı. Mahmûd Hüdâyî, bir taraftan hocası Ramazan Efendi’ye yardım ederken, bir taraftan da, Halvetî yolunun şeyhlerinden Muslihuddîn Efendi’nin sohbetlerine katılarak tasavvuf yolunda ilerlemeye çalıştı. Bu arada hocası Nâzır-zâde’nin, Edirne’de bulunan Sultan Selîm Medresesi’ne ta’yini çıktı. Mahmûd Hüdâyî, yirmisekiz yaşında iken hocası ile Edirne’ye gitti. Ramazan Efendi, kısa bir süre Edirne’de müderrislik yaptıktan sonra, Şam ve Mısır’a kadı olarak gönderildi. Talebesi Mahmûd Hüdâyî’yi oraya da götürdü. Mahmûd Hüdâyî Mısır’da Halvetî şeyhlerinden Kerîmeddîn hazretlerinden ders alarak, tasavvuf yolunda yetişmeye çalıştı.

Mahmûd Hüdâyî otuzüç yaşında iken, hocası Nâzır-zâde ile Bursa’ya geldi. Üç sene Ferhâdiye Medresesi’nde müderrislik yaptı. Üç sene sonra, hocasının vefâtı ile Bursa’ya kadı ta’yin edildi. Bursa kadısı olarak vazîfeye baslıyan Mahmûd Hüdâyî hazretleri, kadılığı esnasında birgece rü’yâsında Cehennemi gördü. Cehennemin ateşinde tanıdığı ba’zı kimselerin yandığını gördü. Bu korkunç rü’yânın verdiği dehşet ve üzüntü içindeki günlerde, bir hanım bir da’vâ getirdi. Bu da’vâdan sonra Bursa kadılığını bıraktı ki, hâdise şöyle idi:

Muhammed Üftâde hazretlerini sevenlerden fakir bir kimse vardı. Her sene hac mevsiminde hacca gitmek ister, fakat gidecek parası olmadığı için de bu arzusuna nail olamazdı. Üzüntüsünden hiç yüzü gülmez, gözleri hep hacca gidenlerin yolu üzerine takılır kalırdı. Evde hanımı, yüzü gülmeyen kocasının bu hâline oldukça üzülürdü. Yine bir sene hac mevsiminde, parası olmadığı için hacca gidemeyen bu fakir bir gün, üzüntüsünden ne yapacağını şaşırdı ve hanımına; “Eğer bu sene de hacca gidemezsem seni üç talak ile boşadım” dedi. Günler geçti. Kurban bayramı yaklaştı. Fakiri bir düşüncedir aldı. Hacca gidemezse, evde hanımı boş olacaktı. Bir yerlerden de borç bulup hacca gidememişti. Ne yapacağını şaşırdığı birgün, hatırına Muhammed Üftâde geldi. Hemen huzûruna gidip ağlayarak durumunu anlattı. O da; “Bizim Eskici Mehmed Dede’ye git, selâmımızı söyle. O seni hacca götürüp derdine derman olur” buyurdu. Fakir, sevinerek huzûrdan ayrıldı, süratle Mehmed Dede’nin dükkânına koştu. Mehmed Dede’ye, hocasının selâmını söyleyip derdini anlattı. Mehmed Dede; “Ey fakir! Gözlerini kapa. Aç demeden sakın açma” dedi. Fakir gözlerini açtığında kendilerini Mekke’de buldular. Mehmed Dede, Allahü teâlânın izniyle, kerâmetiyle fakiri bir anda Hicaz’a götürmüştü. O gün, arefe idi, hacılar Arafat’a çıkmışlardı. Fakir ve Mehmed Dede de ihram giyip Arafat’a çıktılar. Ertesi günü Kâ’be-i muazzamada vakfeye durdular. Ziyâret edilecek yerlere gittikten sonra, Bursalı hacıları buldular. Onlar, hemşehrileri olan Mehmed Dede’yi ve Fakiri görünce sevindiler. Fakir birkaç hediye alıp, bir kısmını da getirmeleri için komşusu olan hacılara emânet etti. Vedâlaşarak ayrıldılar. Yine Mehmed Dede’nin kerâmetiyle bir anda, Mekke-i mükerremeden Bursa’ya geldiler. Fakir getirdiği ba’zı hediyelerle eve gelince, hanımı birkaç gündür eve gelmeyen kocasını eve almak istemedi ve; “Sen beni boşamadın mı? Hangi yüzle bana hediye getirerek eve giriyorsun?” dedi. Kocası da; “Hanım, ben hacca gittim ve geldim, işte bu getirdiklerimi de Mekke’den aldım” dediyse de, kadın: “Bir de yalan söylüyorsun. Üç beş gün içinde hacca gidilip gelinir mi? Seni mahkemeye vereceğim” dedi. Kâdı Azîz Mahmûd Hüdâyî’ye giderek durumu anlattı ve “Nikâhımızın fesh edilmesini istiyorum. Çünkü nikâhsız olarak yaşamayı dînimiz yasaklamaktadır. Bu sebeple haram işlemek istemiyorum” dedi. Azîz Mahmûd Hüdâyî, hanımın kocasını mahkemeye çağırtarak onu da dinledi. Fakir; hacca gittiğini, Kâ’be-i muazzamayı tavaf edip, ziyâret edilecek yerleri gezdiğini, Bursalı hacılarla görüşüp getirmeleri için emânet dahî verdiğini iddia etti. Bu sebeple boşanmanın vâki olmadığını söyledi. Fakir, Mehmed Dede’yi şahit gösterdi. Mehmed Dede de; “Şeytan, Allahü teâlânın düşmanı olduğu hâlde, bir anda dünyânın bir ucundan bir ucuna gittiği kabûl edilir de, bir velînin bir anda Kâ’be’ye gitmesi niçin kabûl edilmez” dedi. Kâdı hayret ederek, mahkemeyi diğer hacıların geleceği güne te’hir etti. Aradan günler geçti. Bursalı hacılar hacdan döndüler. Mahkeme gününde şahit olarak, fakirin hac vazîfesini yaptığını, hattâ verdiği emânetleri getirdiklerini bildirdiler. Kâdı, şahitlerin verdiği bu ifâde ile da’vâcı hanımın nikâhı fesh etme isteğini reddetti. Böylece boşanma hâdisesi olmadı.

Kâdı Azîz Mahmûd Hüdâyî Efendi, bu hâdisenin günlerce etkisinden kurtulamadı. Nihâyet Eskici Mehmed Dede’nin yanına gidip; “Beni talebeliğe kabûl buyurmanız için gelmiştim” dedi. O da; “Nasîbiniz bizden değil, Üftâde’dendir. Onun huzûruna giderek müracaatınızı bildirin” dedi. Kâdı evine gitti. Hizmetçisine atının hazırlanmasını emretti. Kendisi de sırmalı kaftanını, sarığını giyerek hazırlanan atına bindi. Yanına seyisini de alıp, Üftâde hazretlerinin dergâhına gitmek üzere yola çıktı. Bugünkü Molla Fenârî Câmii’nin doğu tarafındaki sokağa geldiğinde, atının ayaklarının bileklerine kadar kayalara saplandığını gördü. Ne kadar uğraştıysa da atı ileri süremedi. (Bu kayanın üç kuzular semtinde olduğu da söylenmektedir.) Atından indi. Sırmalı kaftanıyla Üftâde’nin dergâhına doğru yürüdü.

Kâdı, dergâha vardığında, Üftâde hazretlerinin üzerinde eski bir hırka olduğu hâlde, bahçeyi çapalamakta olduğunu gördü. Muhammed Üftâde gelenleri görünce, doğruldu ve; “Yazıklar olsun ey Kâdı Efendi! Herhalde yanlış yere geldiniz. Burası yokluk kapısıdır ki, biz yokluk kapısının kuluyuz. Hâlbuki sen varlık sahibisin. Bu hâlde ikimiz bir araya gelip bağdaşamayız. Senin ilmin, malın, mülkün, şânın ve mâmur bir dünyân var. Bizim gibi kulların Allahü teâlâdan başka hiçbirşeyi yoktur” buyurdu. Bu sözler Kâdı Azîz Mahmûd Hüdâyî’ye çok te’sîr etti. Gözlerinden iki sıra yaş döküldüğü hâlde; “Efendim! Herşeyimi mübârek kapınızın eşiğinde terk eyledim. Yeter ki, talebeniz olabilmek ve hizmetinizi görmekle şerefleneyim. Her ne emrederseniz yapmağa hazırım” dedi. Bu samîmi ifâde üzerine Üftâde hazretleri tane tane buyurdu ki’ “Ey Bursa kadısı! Kâdılığı bırakacak, bu sırmalı kaftanınla Bursa sokaklarında ciğer satacaksın. Hergün de dergâha üç ciğer getireceksin!” Herşeyi bırakacağına, her emri yerine getireceğine söz veren Mahmûd Hüdâyî derhal kadılığı bırakıp ciğer satmaya başladı. Aldığı ciğerleri Bursa sokaklarında, “Ciğerci! Ciğerciiii!” diye diye bağırarak satıyordu. Bursalıların hayret dolu bakışlarına, kadınların ve çocukların alay etmelerine hiç aldırmıyordu. Onu görenler; “Bursa kadısı Azîz Mahmûd Hüdâyî aklını oynatmış, tımarhânelik olmuş” diyorlardı. Bu şekilde, nefsini kırıp, rûhunu yükseltmek için her türlü alaya alınmaya katlanıyordu. Her akşam dergâha geldiğinde hocası ona; “Bugün ne yaptın? Ciğerleri satabildin mi?” diye soruyor, o da, o günkü olanları anlatıyordu. Üftâde, bu şekilde, yeni talebesinin nefsini iyice kırmak ve terbiye etmek için, dergâhta hela temizleme işinde çalışmak üzere vazîfelendirdi. Onu, husûsi sohbetler ve teveccühler ile yetiştirmek ve evliyâlık makamlarında yükseltmek için uğraştı. Nefsini terbiyede kısa zamanda diğer talebelerden çok ileri geçtiğini gördü.

Bir kış günü akşamı, Üftâde hazretleri talebelerini toplamış sohbet ediyordu. Bir ara; “Dostlarım! Canımız taze üzüm istedi. Acaba bulmak mümkün müdür?” buyurdu. Talebeler içlerinden; “Bu kış günü, bu karda taze üzüm olur mu?” diye düşünürlerken, Azîz Mahmûd Hüdâyî de kendi kendine; “Madem ki bu sözü hocam söyledi, mutlaka bunda bir hikmet vardır” diye düşünerek ayağa kalktı ve; “Efendim! Müsâade ederseniz bendeniz getireyim” deyiverdi. Müsâade edilince, sepeti aldığı gibi Bursa’nın Çekirge mevkiindeki bağa gitti. Bağ karlar altında idi. Bir asma çubuğunun üzerinden karları temizlediğinde, salkım salkım üzümlerin sarkmakta olduğunu gördü. Bunun, hocası Üftâde’nin bir kerâmeti olduğunu anlayıp, üzümleri sepete koymağa başladı. Asmadaki üzümler bittiğinde, sepet de ağzına kadar dolmuş idi. Sepeti omuzuna alarak dergâha doğru yürüdü. Yolda, hızlı hızlı yürürken, birden ayağı kaydı ve bir çukura düştü. Çukur derin olduğundan, çıkmak için çok uğraştıysa da başaramadı. Çaresiz kalınca hocası Üftâde’den yardım istemek hatırına geldi ve içinden; “İmdat! Yâ mübârek hocam!” der demez, çukurun başından bir ses geldi. “Ey Mahmûd! Uzat elini de yukarı çekeyim” diyordu. Başını kaldırdığında birisinin kendisine gülümsediğini gördü. Elini uzattı. Yukarı çıktığında, bir anda o kimseyi göremez oldu. Yine sepeti omuzuna alarak dergâha doğru sür’atle gitti. Hocasının huzûruna vardığında sohbet devam ediyordu. Omuzunda üzüm dolu sepeti gören talebeler şaşırıp kaldılar. Üftâde, yardım edenin Hızır aleyhisselâm olduğunu söyledi. Talebeler, hocaları Üftâde’nin, Allahü teâlânın katında yüksek bir velî olduğunu ve Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin hocalarına olan teslimiyetini bir kere daha anladılar.

Azîz Mahmûd Hüdâyî, sabah erkenden, hocası Muhammed Üftâde hazretlerinin abdest suyunu ısıtarak, ibrikle dökmek vazîfesini yapardı. Birgün, suyu ısıtmaya vakit bulamadan hocası kapıda göründü. Mahmûd Hüdâyî telâş içinde, hocasının abdest alacağı yere gelinceye kadar, ibriği göğsüne bastırdı. Allahü teâlâya olan aşk ateşiyle suyu bir anda ısıttı. Suyu hocasının avuçlarına döktüklerinde, sıcaklıktan elleri yanacak şekilde müteessir oldu ve; “Evlâdım Mahmûd! Bu su normal ateş ile ısınmamış. Bunu gönül ateşi ısıtmış. Bu hâl artık senin hizmetinin tamam olduğunu gösteriyor” buyurdu.

Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretleri, hocası Muhammed Üftâde’ye üç sene hizmet etti. Her emrini harfiyyen yerine getirerek talebelerin yıllarca uğraşarak erişemediği derecelere kavuştu. Evliyâlık makamlarında ziyadesiyle pay sahibi oldu. Üç senenin sonunda Muhammed Üftâde, ona, icâzet verdi ve çocukluğunu geçirdiği Sivrihisar’a, İslâmiyeti yaymak, emir ve yasaklarını bildirmek üzere gönderdi. Azîz Mahmûd Hüdâyî, ailesiyle birlikte Sivrihisar’a giderek hizmete başladı. Altı ay kadar çalıştıktan sonra tekrar Bursa’ya geldi. Bursa’ya geldiği günlerde, doksan yaşından ziyâde olan hocısının hizmetini görmeğe başladı. Bu hizmetlerinden çok memnun olan Muhammed Üftâde; “Oğlum! Pâdişâhlar rıkâbında yürüsün (Sen atın üzerinde, pâdişâh da yaya olarak arkandan yürüsün)” diye duâ etti. O sene Üftâde hazretleri vefât etti.

Azîz Mahmûd Hüdâyî ma’nevî bir işâretle Trakya’ya gitti. Bir müddet sonra da Şeyhülislâm Hoca Sa’deddîn Efendi’nin vasıtasıyla İstanbul’a geldi. Küçük Ayasofya Câmii tekkesinde hocalık yapmaya başladı. Bu arada Fâtih Câmii’nde, talebelere, tefsîr, hadîs ve fıkıh dersleri verdi. Burada kaldığı müddet içinde, ilim ve devlet adamlarına kadar uzanan geniş bir muhit edindi. Bu arada, Üsküdar’da kendi dergâhının bulunduğu yeri satın aldı. Buraya dergâhını inşâ eyledi. Dergâhında yüzlerce talebenin yetişmesi için çok uğraştı. Kısa zamanda nâmı her tarafta duyuldu. Akın akın talebeler dergâhına koştular. Hasta kalblerine şifâ olan sohbetlerine kavuştular. Onun feyz ve bereketleri ile ma’rifetullaha kavuştular. Dergâh, en fakirinden en zenginine ve en üst kademedeki devlet ricaline kadar her tabakadan insanlar ile dolup taşıyordu. Devrin pâdişâhları da ona hürmette kusur etmiyorlardı. Üçüncü Murâd Hân, Birinci Ahmed Hân, ikinci Osman Hân ve Dördüncü Murâd Hân’a nasîhatlarda bulundu. Dördüncü Murâd Hân’a, saltanat kılıcını kuşattı.

O sırada İranlılarla yapılan Tebrîz seferine Ferhat Paşa ile beraber katıldı. Zaman zaman pâdişâhların da’vetlisi olarak saraya gidip, onlarla sohbetlerde bulundu. Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin, çeşitli câmilerde va’z vermesi için sevenleri devamlı taleplerde bulundular. O, Üsküdar İskelesi’ndeki Mihrimah Sultan Câmii’nde ve Sultan Ahmed Câmii’nde belli günlerde va’z vererek, insanlara feyz ve ma’rifet sundu.

Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin talebesi olmakla şereflenmek için, herkes birbiriyle yarış yapıyorlardı. Bunların, başında; Sadr-ı a’zam Halîl Paşa, Dilâver Paşa, Şeyhülislâm Hoca Sa’deddîn Efendi, Şeyhülislâm Hocazâde Es’ad Efendi, Okçu-zâde Mehmed Efendi, İbrâhim Efendi, Nev’i-zâde Atâyî Efendi geliyordu. O zamanda Hüdâyî Dergâhı, İstanbul’un en mühim bir kültür merkezi hâline geldi. Pekçok âlim yetişti.

Birgün Sultan Birinci Ahmed Hân rü’yâsında: “Avusturya Kralı ile güreş tuttuğunu, fakat kendisinin arka üstü yere düştüğünü” görmüştü. Zâhiren bakıldığında rü’yâ çok korkunç idi. Sabahleyin, derhal huzûra getirilen âlimler ve rü’yâ ta’bircilerinden hiçbiri bu rü’yâyı, Pâdişâhı tatmin edecek şekilde ta’bir edemediler. Nihâyet Üsküdar’da bulunan Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin, bu rü’yâyı ta’bir edebileceğini arz ettiler. Pâdişâh Birinci Ahmed de bir mektûp yazarak, yakınlarından biriyle gönderdi ve ta’bir edilmesini rica etti. Haberci, mektûbu alıp sür’atle Üsküdar’a geçti. Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin kapısını çaldığında, onun içerden elinde bir zarf ile kapıya çıktığını gördü. Habercinin getirdiği mektûbu alırken, kendi elindeki mektûbu Pâdişâha verilmek üzere ona verdi ve; Sultânımızın gönderdiği mektûbun cevâbıdır” buyurdu. Mektûbu şaşkınlık içinde alan haberci, derhal mektûbu sultâna götürdü ve gördüklerini anlattı. Sultan Birinci Ahmed Hân’ın gönderdiği mektûp, daha açılıp okunmadan cevâbı gönderilmişti. Sultan Ahmed Hân, gönderilen bu mektûbu heyecanla okudu. Deniyordu ki: “Allahü teâlâ insan vücûdunda arkayı, cansız mahlûklarda ise toprağı, en kuvvetli olarak yarattı. İnsan ile toprağın birbirlerine değmesi, bu iki kuvvetin biraraya gelmesi demektir. Böylece, Pâdişâhımızın arka üstü yere yatması ile bu iki kuvvet birleşmiştir. Dolayısıyla bu rü’yâdan İslâmın temsilcisi olan pâdişâhımızın, küffâra karşı zafer kazanacağı anlaşıldı.” Pâdişâh bu ta’biri pek beğendi ve; “İşte gördüğüm rü’yârun ta’biri budur” dedi. Derhal Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerine bin altın gönderdi. Bu sırada Mahmûd Hüdâyî’nin hanımı hâmile idi ve doğumu yaklaşmıştı. Fakir oldukları için doğacak çocuğun ihtiyâçlarını alamamışlardı. Bu sebeple hanımı; “Bursa kadılığını bıraktın, medrese hocalığını terkettin... Elindeki malını mülkünü, ona buna vererek harcadın... Dünyâya gelecek yavruya saracak bir bez parçası bile yok!...” diyerek üzülüyordu. O bu hâlde iken kapı çalındı. Azîz Mahmûd Hüdâyî kapıya doğru giderken hanımına: “Hâtun, Allahü teâlâ istediğin dünyalığı gönderdi” buyurdu. Kapıyı açtığında Sultan Ahmed Hân’ın hediyelerini ve bir kese içinde gönderdiği bin altını alarak hanımına teslim etti. Ertesi gün de Pâdişâh kendisi gelerek elini öptü ve talebesi olmakla şereflendi.

Pâdişâh Ahmed Hân birgün Üsküdar’a gitmişti. Atı ile çarşıda dolaşırken hocası Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretleri ile karşılaştı. Sultan Ahmed, hocasını görür görmez atından aşağı atladı ve hocasını atına bindirdi. Kendisi de Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin arkasında yaya olarak yürümeğe başladı. Kısa bir müddet at üzerinde giden Mahmûd Hüdâyî, dünyayı titreten Koca bir Pâdişâhın, arkasında yaya yürümesine râzı olmadı ve; “Sultânım! Sırf hocam Muhammed Üftâde hazretlerinin duâsı ve emri yerine gelsin diye bindim. Çünkü o, “Pâdişâhlar rikâbında yürüsün” diye duâ etmişti.” buyurarak atından indi. Atâ, tekrar Sultan Ahmed Hân’ı bindirdi. Bu hâdiseden sonra, Sultan Ahmed Hân’ın şu şiiri yazdığı söylenir:

“Varımı ben Hakka verdim, gayri vârım kalmadı.
Cümlesinden el çekip pes dü cihanım kalmadı.

Çünkü hubbullah erişti, çekti beni kendine,
Açtı gönlüm gözünü, gayri gümânım kalmadı.

Evliyânın himmeti, yaktı beni kül eyledi,
Safiyim, buldum safâyı dü cihanım kalmadı.

Ahmedî der, “Yâ ilâhi! Sana şükrüm çokdurur”,
Hamdulillah aşk-ı Haktan gayri vârım kalmadı.”

Azîz Mahmûd Hüdâyî birgün, Sultan Ahmed Hân’la sarayda sohbet ediyordu. Bir ara abdest tazelemek istedi. İbrik ve leğen getirdiler. Pâdişâh hocasına hürmeten ibriği eline aldı ve abdest suyunu döktü. Sultan Ahmed Hân’ın annesi de kafes arkasında havluyu hazırlamıştı. Vâlide Sultan kalbinden; “Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin bir kerâmetini görseydim” diye geçirmişti. Bunun üzerine Mahmûd Hüdâyî, Vâlide Sultan’ın gönlünden geçenleri anlayarak; “Hayret! Ba’zıları bizden kerâmet arzu ederler, Halîfe-i rûy-i zemîn’in elimize su dökmesi ve muhterem vâlidelerinin havlu hazırlamasından daha büyük kerâmet mi olur?” buyurdu. Sohbet esnasında Sultan Ahmed Hân; “Efendim! Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin, kıyâmet günü talebelerine ve pekçok günahkâr mü’minlere şefaat edeceği hakkında rivâyetler var. Bu rivâyetlerin doğruluğu hakkında ne buyurursunuz?” diye suâl eyledi. Azîz Mahmûd Hüdâyî hemen cevap vermedi. Bir müddet murâkabe hâlinde kaldıktan sonra; “Bu söz doğrudur” buyurdu. Sonra Pâdişâh. “Efendim! Acaba zât-ı âlinizin bizlere bir va’diniz ve müjdeniz yok mudur?” diye sorunca, Mahmûd Hüdâyî ellerini kaldırarak: “Yâ Rabbî! Kıyâmete kadar bizim yolumuza katılan, bizi sevenler ve ömründe bir kerre türbemize gelip rûhumuza fâtiha okuyanlar bizimdir. Bize talebe olanlar denizde boğulmasınlar, ömrünün sonlarında fakirlik görmesinler, îmânlarını kurtararak gitsinler ve öleceklerini bilip haber versinler” diye duâ eyledi. (Âlimler ve evliyâ bu duânın kabûl olduğunu, bu yola mensûp kimselerin hiç denizde boğulmadıklarını ve pekçok kimsenin de vefât günlerine yakın, öleceklerini haber verdiklerini bildirdiler.)

Sultan Ahmed Hân, hocası Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerini ziyârete gitmişti. Bir müddet sohbetten sonra atlarına binerek gezintiye çıktılar. Karaca Ahmed mezarlığının yanından geçerken, Mahmûd Hüdâyî, Pâdişâha dönerek; “Sultânım! İster misiniz bugün size birşey göstereyim?” diye sordu. Sultânın, “İsterim” demesi üzerine, kabristanlığa dönerek; “Kalkınız” dedi. Bu hitâb karşısında bütün ölüler arpa başağı gibi kabirlerinin içinden dikiliverdiler. Pâdişâh bu hâli gördükten sonra, Mahmûd Hüdâyî; “Dönünüz!” emrini verince, kabir ehli yine eski hâllerine döndüler.

Sultan Ahmed Hân, büyük bir câmi yaptırmak istiyordu. Karârını verdi ve yerini tesbit ettirdi. Temel atma merâsimi için hocası Azîz Mahmûd Hüdâyî ve diğer âlimleri da’vet etti. Kurbanlar kesildi. Temel atmak için ilk kazmayı, Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretleri vurdu. Pâdişâh, yoruluncaya kadar temel kazdı. Böyle bir başlangıçtan yıllar sonra, Câmi yapıldı ve açılışını yapmak ve Cum’a hutbesini okumak üzere Azîz Mahmûd Hüdâyî da’vet edildi. O gün fırtına vardı ve deniz şiddetli dalgalı idi. Bu sebeple kayıkçılar denize açılmaya cesâret edemiyorlardı. Mahmûd Hüdâyî, Üsküdar iskelesine geldi ve husûsî kayıkçısına emrederek, yanında birkaç talebesiyle birlikte Sarayburnuna doğru açıldı. Allahü teâlânın izniyle Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin himmeti bereketiyle, kayığın ön, arka ve yanlarından bir kayık mesafesinde deniz süt liman oluyor, dalgalar kayığa hiç te’sîr etmiyordu. Bu şekilde herkes korkudan denize çıkamazken, Azîz Mahmûd Hüdâyî kayığıyla selâmetle karşıya geçti. Üsküdar ile Sarayburnu arasındaki bu yola “Hüdâyî yolu” dendi ki, fırtınadan uzak, selâmetle gidilen bir deniz yolu olduğu kabûl edilir.

Kimya ilmini öğrenmeye merak eden bir kimse, Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin bu ilimdeki maharetini öğrenmişti. Birgün huzûruna çıkarak, kimya ilmini öğrenmek istediğini arzetti. O anda Azîz Mahmûd Hüdâyî, dergâhının bahçesinde bir asma ağacının altında istirahat ediyordu. Hiç kimseyi reddetmek âdeti olmadığı için, talebenin bu arzusunu kırmadı. Yeni talebe, bu husûsta bir ma’rifet göstermesi için ısrar edince, Mahmûd Hüdâyî asma ağacından bir yaprak kopardı. Yaprağın üzerine bazı duâlar okuduktan sonra, talebenin hayret dolu bakışları arasında yaprağın altın olduğu görüldü. Talebe fazla ısrar edince bu hâli üç defa tekrar etti. Talebenin maksadı, tekrarlar esnasında duâyı öğrenmekti, öğrendiğine kanâat getirince; “Bu iş çok basitmiş, ben de yapabilirim” diyerek asmadan bir yaprak aldı ve üzerine öğrendiklerini okudu. Fakat bir türlü altına dönüşmedi. Sonra; “Efendim! Ben de sizin okuduklarınızın aynısını okuduğum hâlde yaprak altın olmadı. Sebebi nedir acaba?” diye sordu. Azîz Mahmûd Hüdâyî de; “Evlâdım! Kimyayı öğrenebilmek için, önce nefsi terbiye etmek icâbeder. Nefsi kimya etmeden, bu ma’rifete kavuşulamaz.” buyurdu.

Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin zamanında İstanbul’da veba salgını olmuştu. Öyle ki, hergün yüzlerce insan vebadan ölüyordu. Her evi üzüntüye boğan bu âfet karşısında halk toplanıp Azîz Mahmûd’a başvurdular. Duâ edip, salgından kurtulabilmeleri için talebde bulundular. Fakat Mahmûd Hüdâyî; “Bu gibi husûslara karışmak bize uygun değildir” buyurduysa da, halk duâ etmesi için ısrar ettiler. Onların bu ısrarına dayanamayan Azîz Mahmûd hazretleri: “Karaca Ahmed mezarlığına gidiniz. Bir servi ağacının altında, sâdece hasırı bulunan bir yaşlı kimse oturur. İsmine Hasırpûş Dede derler. Onu bulunuz ve derdinizi anlatınız. Şayet red ederse, bizim gönderdiğimizi söyleyiniz” dedi. Herkes sevinç içinde Karaca Ahmed mezarlığına gitti. Hasırpûş Dede’yi bulup durumu anlattılar. Hasırpûş Dede önce kabûl etmedi, Mahmûd Hüdâyî’nin gönderdiğini öğrenince derhâl ayağa kalkarak ellerini açtı ve duâ etti. Gelenlere dönerek; “Bugün bir kimsenin daha cenâze namazı kılınsın da, sonra veba salgım dursun” dedi. O günden sonra veba salgınından ölen olmadı. Zengin bir kimse, Mahmûd Hüdâyî’nin üstünlüğünü görmek, anlamak için huzûruna gitti. Hiçkimseye göstermeden, Mahmûd Hüdâyî’nin seccadesinin yanına elindeki altın dolu keseyi bıraktı. Ayrılmak için izin isteyince, Mahmûd Hüdâyî; “Bırakmış olduğunuz altınlar ile, hem dünyâ hem de âhıret ma’mur edilebilir. Altın velîye de deliye de lâzımdır. Onun için bu altınları, hayr yoluna sarfetmek üzere kabûlünde bir mahzur görmüyor, red etmeyi uygun bulmuyorum” deyince, o zengin; “Efendim kalbimde gizlediğim şeyleri aynen ifâde ettiniz” dedi ve Azîz Mahmûd Hüdâyî’ye muhabbeti ve hürmeti artmış olarak huzûrdan ayrıldı.

Sultan Ahmed Hân, ba’zı devlet erkânıyla gezmeye çıktılar. Ormanlık bir yerde istirahat ederlerken hizmetçiler bir koyun kesip, kızarttılar. Pâdişâha ikram ettiler. Sultan Ahmed Hân besmele çekerek elini ete uzattığı an, Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretleri orada beliriverdi. Pâdişâha; “Sultânım! Sakın yemeyiniz, o et zehirlidir” buyurdu. Etten bir miktar kesip, oradaki bir köpeğe verdiklerinde, köpeğin derhal öldüğü görüldü.

Zamanın pâdişâhı vezirlerinden birini azletmiş, mührünü de Üsküdar tarafında oturan bir başka vezire göndermişti. Yolda mührü götüren haberci, bir deniz kazasına tutulduğu için mührü denize düşürdü. Mührün denize düştüğünü öğrenen pâdişâh, Azîz Mahmûd Hüdâyî’ye gidip durumu anlatınca, o da pöstekisinin altına elini uzatıp, suları damlamakta olan mührü pâdişâha teslim etti.

Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretleri, 1038 (m. 1628) senesinde hakîki âleme göçtü. Vefâtından önce talebeleriyle ve tanıdıklarıyla helâlleşti, vasıyyetini yaptı. Son nefeste de Kelime-i şehâdet getirerek rûhunu teslim etti. Türbesi Üsküdar’daki dergâhındadır. Âşıkları, onu ziyâret etmekte, feyz ve bereketlerinden istifâde etmekdedirler.

Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin söylediği ilâhilerden ba’zıları şöyledir:

Kim umar senden vefayı,
Yalan dünyâ değil misin?
Muhammed-ül-Mustafâyı,
Alan dünyâ değil misin?

Yürü hey vefasız yürü,
Sensin hod bir köhne karı,
Nice yüzbin erden geri,
Kalan dünyâ değil misin?

Kimisini nâlân edip,
Kimisini giryân edip,
Ahırı kâr üryan edip,
Soyan dünyâ değil misin?

Kastedip halkın özüne,
Toprak doldurup gözüne,
Ehl-i gafletin yüzüne,
Gülen dünyâ değil misin?

Eğer şah ve eğer bende,
Her kişiyi salan bende,
Kimse mekân tutmaz sende,
Viran dünyâ değil misin?

Sihr ile donatıp kendin,
Meydâna salan semendin,
Âleme mihnet kemendin,
Salan dünyâ değil misin?

İşin gücün dâim yalan,
Çok kişiden arta kalan,
Nice kere boşalarak,
Dolan dünyâ değil misin?

Yalancı dünyâya aldanma yâ hû,
Bu dernek dağılır dîvân eğlenmez,
iki kapılı bir viranedir bu,
Bunda konan göçer, konuk eğlenmez.

Bakma bunun karasına akına,
Gönül verme bostanına bağına,
Benzer heman çocuk oyuncağına,
Burda aklı olan insan eğlenmez.

Vârını Îsâr eyle Mevlâ yoluna,
Bunda ne eylersen anda buluna,
Birgün sefer düşer berzah iline,
Otağı kalkacak Sultan eğlenmez.

Sen ey gâfil ne sandın rüzgârı,
Durur mu anladın leyl-ü-nehârı,
Yükün yineldigör evvelden barı,
Yoksa yolcu gider kervan eğlenmez.

Doğrusuna gidegör bu yolların,
Geçegör sarpını yüce bellerin,
Dünyâ zindanıdır mü’min kulların,
Zindanda olan kul kolay eğlenmez.

Ömür tamam olup defter dürülür,
Sırat köprüsü ve mîzân kurulur,
Hakkın dergâhında elbet durulur,
Buyruğu tutulur ferman eğlenmez.

Hüdâyî n’oldu bu kadar peygamber,
Ebû Bekr ve Ömer, Osman ve Haydar,
Hani Habîbullah Sıddîk-ı Ekber,
Bunda gelen gider bir can eğlenmez.

Kudümün rahmetu zevku sefâdır yâ Resûlallah!
Zuhurun derdi uşşâka devadır yâ Resûlallah!

Seninle irdiler zâte dahî envai lezzâte,
İşin erbâbı hâcâte atadır yâ Resûlallah!

Kemâli zümre-i kümmed senin nûrunla bulmuştur.
Vücûdun mazhari tâmi hudâdır yâ Resûlallah!

Nebî idin dahî Âdem dururken mâi tîn içre,
İmâm-ül-enbiyâ olsan revadır yâ Resûlallah!

Hüdâyî’ye şefaat kıl eğer zâhir eğer bâtın,
Kapına intisâb etmiş gedâdır yâ Resûlallah!

Azîz Mahmûd Hüdâyî, insanların Ehl-i sünnet i’tikâdında bulunmaları ve ibâdetlerini doğru olarak yapmaları için pekçok eser yazmıştır. Bu eserlerden ba’zıları şunlardır: 1- Nefâis-ül-Mecâlis, 2- Tecelliyât, 3- Dîvân-ı ilahiyat, 4- Habbet-ül-Muhabbe, 5-Necât-ül-Garik, 6- Tarîkatnâme, 7-Tezâkir-i Hüdâyî, 8- Ahvâl-ün-Nebiyy-il-Muhtâr aleyhi salevâtullah-il-Melik-i Cebbâr, 9- Câmi-ül-fadâil ve Kâmi-ur-rezâil, 10- Feth-ül-bâb ve ref-ül-hicâb, 11- Feth-ül-ilâhî, 12- Hâşiye-i Kühistânî fî şerh-i fıkh-ı Keydânî, 13-Hayât-ül-ervâh ve necât-ül-eşbâh, 14-Tarikat-ı Muhammediyye, 15- Vâkiât, 16- Şerhun alâ Kasîdet-il-Vitriyye fî medhi Hayr-il-Beriyye, 17- Mensûr Mevlîd-i Nebî ve daha pekçok....

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Sefînet-ül-evliyâ cild-2, sh. 372

2) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1033

3) Semerât-ül-fuâd sh. 145

4) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî) sh. 760

5) Fezleke cild-2, sh. 113

6) Evliyâ Çelebi Seyehatnâmesi cild-1, sh. 479

7) Silsilenâme-i Çelveti sh. 82

8) Lemezât-ül-hulviyye vr. 187 a

9) Tezâkîr-i Hüdâyî (Fâtih blm. 2572)

10) Külliyât-ı Hazret-i Hüdâyî

11) Hadîkat-ül-Cevâmi’ cild-2, sh. 195

12) Menâkıb-ı Azîz Mahmûd Hüdâyî