AHMED HAMEVÎ

Hanefî mezhebi fıkıh âlimi ve “Uyûn-ül-besâir” ismindeki meşhûr fıkıh kitabının sahibi. Babası, Muhammed Mekkî’dir. Resûlullah (s.a.v.) efendimizin torunu Hazreti Hüseyn’in nesebinden olup, Seyyid’dir. Künyesi Ebü’l-Abbâs olup, lakabı Şihâbüddîn idi. Hüseynî ve Hamevî nisbetleriyle tanınırdı. Aslen Suriye’nin Hama şehrindendir. Doğum târihi ve hayâtı hakkında, kaynaklarda bilgi yoktur, iyi bir tahsil gördü. Çeşitli ilimlerde yüksek bir âlim idi. Hanefî fıkhında derin ilme sahipti. Müderrislik makamına yükseldi. Mısır’da, Süleymâniye Medresesi’nde ders verdi. Hanefî mezhebi müftîliğine de ta’yin edildi. Çok kitap yazdı. Eserleri çok kıymetlidir. 1098 (m. 1686) senesinde vefât etti.

Eserleri: 1-Gamzü Uyûn-il-besâir fî şerh-il-Eşbâh ven-Nezâir: İbn-i Nüceym’in “Eşbâh ve Nezâir” adındaki fıkıh kitabının kıymetli bir şerhidir. Kısaca Uyûn-ül-besâir diye tanınır. Hanefî mezhebinde müracaat edilen kaynak bir eserdir. 2-Nefehât-ül-kurb vel-ittisâl-bi-isbât-it-tesarrufi lil evliyâ ba’d-el-intikâl, 3-Dürr-ün-nefis fî menâkıb-il-İmâm-iş-Şâfiî, 4-İthâf-ül-ezkiyâ bi-tahkîkı ismet-il-enbiyâ, 5-İthâfü erbâb-id-dirâye bi-feth-il-Hidâye, 6-Bugyet-ül-ehille bi-tahrîri mes’elet-il-ehille, 7-Tuhfet-ül-ekyâs fî tefsîrâni “İnne evvele beytin vüdı’a lin-nâs...” 8- Tehzîb-üs-sahîfe bi-nüsrat-il-İmâm-ı Ebî Hanîfe, 9-Ta’lîk-ül-kalâid alâ manzûmet-il-akâid, 10-Telkîh-ül-fıkr fî şerh-i manzûmet-il-eser fil-hadîs, 11-Tenbîh-ül-gabî alâ hükm-i kifâyet-is-sabî, 12-Hâşiyetün aled-Dürer vel-Gurer li-Molla Hüsrev, 13-Hüsn-ül-ibtihâc bi-rü’yet-in-Nebiyyi (s.a.v.) Rabbehû leylet-el-mi’râc, 14-Dürr-ül-manzûm fî fadl-ir-rûm, 15-Dürer-ül-ibârât ve Gurrer-ül-işârât fî tahkîk-i me’âni’l-isti’ârât: Zeyli de vardır. 16-Ravd-üz-zâhir fî-mâ yahtâcü ileyh-il-müsâfir, 17-Sumt-ül-fevâid ve ukâl-ül-mesâil-il-sevârid: Manzûm bir eserdir. 18-Şerhu Kenz-id-dekâik, 19-Şifâ-ül-gulle fî tahkîk-ı mes’elet-il-mecûle ve hulle, 20-Ukûd-ül-hısân fî kavâid-i mezheb-in-Nu’mân, 21-Ferâid-üd-dürri vel-mercân fî şerh-i ukûd-il-hısân, 22-Kurret-ül-uyûn bi-enmûzec-il-fünûn, 25-Kavl-ül-belîg fî hükm-it-teblîğ, 24-Nefehât-ül-miskebe fî sınâ’at-il-furûsiyye, 25-Nesîm-ür-ravdat-il-ıtra fî tahkîk-i “Ennel ma’rifete lâ tedhulü tahten-nekre”.

Ahmed Hamevî, “Uyûn-ül-besâir” adındaki fıkıh kitabında buyuruyor ki:

“Mekrûh işlememek için sünneti terk etmek lâzım gelir.”

“Özürlü olmadığı hâlde câmiye gitmeyip, evinde ailesi ile cemâat yapan kimse, câmideki cemâatin sevâbına kavuşamaz. Ya’nî câmiye mahsûs olan fazla sevâba kavuşamaz. Yoksa, evde cemâat ile kılınca da, cemâat sevâbına, ya’nî yirmiyedi kat sevâba kavuşur.”

İmâm-ı Beyhekî; “Sünnetler, kılınmış olan farzların içindeki sünnetlerin noksanlıklarını tamamlar” buyurdu. Çünkü sünnetlerden hiçbirisi, hiçbir zaman bir vâcib gibi olamaz. Hadîs-i kudsîde Allahü teâlâ: “Bir kimse, kendisine farz yaptığım ibâdeti yapmakla bana yaklaştığı gibi, hiçbir şeyle yaklaşamaz” buyurdu.

“Hakîkati anlayan büyük âlimlere göre, Peygamberimizin (s.a.v.) ana ve babasının imanlı olup olmadığını konuşmamalı ve konuşurken edebi gözetmelidir. Hadîs-i şerîfte; “Ölüleri kötüleyerek, dirileri incitmeyiniz” buyuruldu. Bunu konuşmamak, öğrenmemek insana zarar vermez, kabirde ve kıyâmette bundan sorulmayacaktır... Allahü teâlâ Peygamberimize ikram ederek, veda haccında ana-babasını diriltti. Resûlüne (s.a.v.) îmân ettiler. Bunu, Kurtubî’nin ve Muhammed bin Ebû Bekr İbni Nâsıruddîn’in bildirdikleri sahîh hadîs-i şerîf beyân buyurmaktadır. Benî İsrâil’in öldürdüğü kimseyi diriltip katilini haber vermesi, Îsâ aleyhisselâmın ve Muhammed aleyhisselâmın duâları ile nice mevtaları diriltmesi de böyle bir ikram idi...”

“Çocuğa hiçbir ibâdet, hattâ, Hanefîde zekât da farz değildir. Hiçbirşey haram değildir. Amden öldürdüğü, hatâ kabûl edilir. Aklı olunca, îmân etmesi vâcib olur denildi. Toprağı varsa, öşür veya haraç vermesi lâzımdır. Fâsid olmayan ibâdetlerinin sevâblarına kavuşur. Çocuğa ilim öğretenlere, iyilik yaptıranlara çok sevâb verilir. Büyüklere İmâm olamaz. Bir kimse, bir çocuğa İmâm olunca, cemâat sevâbı hâsıl olur. Çocuk velî olamaz. Cum’a ve bayram hutbesi okuması caiz olur. Sultan, ya’nî devlet reîsi olabilir ise de, milleti idâre için bir vâli ta’yin eder. İzin verilince da’vâ açabilir ve yemîni kabûl edilir. Ezan okuması sahîh ise de, mekrûhdur. Farz-ı kifâyeyi yapması ile, büyüklerden sakıt olmaz. Birşeyi yapması için çocuğa izin vermek caizdir. Çocuğun izinli olduğunu ve getirdiği şeyin hediye olduğunu söylemesi kabûl edilir. Sattığı şeyi, izinli olduğunu sorup anladıktan sonra, almak caiz olur. Çocuğun (başkasının malından) getirdiği hediyeyi ve sadakayı almak da böyledir. Çocuğun izinli olduğunda şüphe edilirse araştırmak lâzım olur. Öğrenmesi için çocuğa Kur’ân-ı kerîm vermek caiz olur. Kız çocuğunun kulağını küpe için delmek caizdir. Çocuğa gelen hediyeyi, çocuğa zarurî lâzım değilse, yalnız fakîr olan anası-babası yiyebilir. (Başka fakirlere de yediremezler). Ana-baba fakîr değil, fakat kendilerinde bulunmayan birşey ise, yiyebilirler ve kıymetini çocuğa öderler. Anaya-babaya hediye etmek niyeti ile getirilen şey, kıymetsiz olduğunu bildirmek için, çocuğa hediye diyerek verilirse, anaya-babaya getirilmiş olur. Bunu, zengin iseler de yiyebilirler ve dilediklerine verebilirler. Akıllı çocuk, alış-verişe ve zekât vermeğe vekîl yapılabilir, izinli olsa dahî kefil olamaz. Çocuğun selâmına cevâp vermek vâcib olur. Çocuğa selâm vermek caizdir. Besmele ile kestiği yenir.

Küçük kız, mahrem olmayan emîn kimse ile sefere çıkabilir. Çocuğa tehlikeli iş yaptırınca çocuk ölürse, yaptıran diyetini öder. Çocuk çukura, suya düşüp ölürse, ana-babası cezalanmaz. Elinden düşürüp ölürse, keffâret lâzım olur ki, altmış gün oruç tutar. Çocuğun ana-babasından izinsiz herhangi bir sefere çıkması caiz değildir. Ana-babanın, günah olmayan emirlerine itaat etmesi farz-ı ayndır. Baliğ olan çocuğun da, seferin tehlikeli olması veya kendisine muhtaç olmaları hâlinde, izinleri olmadan gitmesi caiz değildir. Ana-baba olmazsa, dede ve nine onların yerine geçer. Bunlardan izinsiz yapılan hac mekrûh olur. Fakîr oğlunu da evlendirmek babaya vâcibdir. Çocuğun malını ona harc etmeğe, babası veya dedesi velî olur. Anası olmaz. Anası, kendi yanında kalan çocuğun ihtiyâcını onun parası ile satın alabilir.”

Seyyid Ahmed Hamevî, “Nefehât-ül-kurb vel-ittisâl” kitabında buyuruyor ki:

“Allâme Teftâzânî buyurdu ki: “Velî, Allahü teâlâyı ve sıfatlarını tanıyan, tâat ve ibâdetlere devam eden, günahlardan kaçınan, lezzet ve şehvetlere düşkün olmayan sâlih bir kimsedir. Kerâmet, velîden, âdeti dışında meydana gelen olağanüstü bir hâldir.

Aynı hâl, îmânı olmayan ve amel-i sâlih işlemeyen, günahkâr kimselerden zuhur ederse “îstidrâc” olur. Peygamberlik da’vâsında bulunan bir Nebî’nin gösterdiği harikulade işe “Mu’cize” denir. Bu da, kendisini inkâr edenlerin bir benzerini meydana getirmekten âciz kalacakları şekilde, inkarcıları ikna etmek için, peygamberlik iddia eden kimseden âdet dışı (fizik kânunlarının ötesinde) meydana gelen iştir. Peygamberlerin mu’cizesi gibi, evliyânın kerâmeti de haktır. Bu husûsta Eshâb-ı Kirâmın ve onlardan sonraki âlimlerin sözbirliği ile haber verdikleri işler, inkârı mümkün olmayacak kadar çoktur. (Ehl-i sünnet vel-cemâat âlimleri, kerâmetin varlığını ve kerâmete inanmak vâcib olduğunu sözbirliği ile bildirmişlerdir.) Evliyânın kerâmeti olduğunu, Allahü teâlânın kitabı haber vermektedir. Âyet-i kerîme, Süleymân aleyhisselâmın, Belkıs’ın kürsîsinin bir ânda, Yemen’deki Sebe’ şehrinden Şam’a getirilmesini istediğini haber veriyor. Bu kürsî, altın ve kıymetli taşlar ile süslenmişti. Bunu, Âsâf bin Berhıyâ, bir ânda getirdi. Tahtın hiçbir yeri bozulmadan geldi. Âsâf, velî idi. Tahtı bir anda getirmesi, kerâmet oldu. Hazret-i Meryem’in kerâmeti de Kur’ân-ı kerîmde, İmrân sûresinin otuzyedinci âyetinde bildirilmektedir. Hazret-i Meryem’in yanına, Zekeriyyâ aleyhisselâmdan başka kimse girmezdi. Zekeriyyâ aleyhisselâm, her girişinde hazret-i Meryem’in yanında taze meyve görürdü. Bunların Allahü teâlâdan geldiğini söylerdi. Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliği ile bildiriyor ki, peygamberlerin mu’cizeleri olduğu gibi, evliyânın da kerâmetleri vardır. Çünkü peygamberlere tâbi olanları, onlara uyanları Allahü teâlâ çok sever. Onlara diri iken de, öldükten sonra da, kerâmetleri ihsân eder. Peygamberlerin ve evliyânın öldükten sonra da, mu’cize ve kerâmet göstermeleri, onların doğru söylediklerini daha iyi bildirmektedir. Çünkü, diri iken olan mu’cizeleri ve kerâmetleri gören düşmanlar, kâfirler, bunları başkasından öğrenerek yapıyorlar sanırlar. Fakat, öldükten sonra hâsıl olan mu’cize ve kerâmetler için, böyle sanmak ve söylemek olamaz. Mu’cizeleri ve kerâmetleri, Allahü teâlâ yaratmaktadır. Yalnız O’nun kudreti ile olmaktadır. Peygamberlerine ve velîlerine ihsân ederek, ikram ederek, onların sebebi ile onların şefaatleri ile yaratmaktadır. Mu’cize peygamberlerden, kerâmet ise, peygamberlerin yolunda olduğu bilinen sâlih mü’minden hâsıl olmaktadır. Peygamberler ma’sûmdur. Hiç günah işlemezler. Şeytan, peygamberin şekline giremez. Evliyâ da, peygamberlerin vârisleridir. Şeytan, onlara da yaklaşamaz. Ömer (r.a.)’ ve Abdullah İbni Mes’ûd (r.a.) ve daha birçok Sahabeden, şeytanın kaçtığı, kitaplarda yazılıdır.”

“Evliyânın rûhâniyetleri, cismâniyetlerinden daha kuvvetlidir. Bunun için aynı zamanda çeşitli yerlerde bulunmaktadırlar. Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîfte; “Cennete her kapıdan girecekler vardır. Her kapı bunları kendisine çağıracaktır” buyurduğunda, Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk; “Sekiz kapının hepsinden birden giren olur mu yâ Resûlallah?” dedi. Resûlullah (s.a.v.) efendimiz; “Umarım ki, sen onlardan olursun” buyurdu. Çünkü, insanın rûhu “âlem-i emr”deki asıl mertebesine gidip gelme gücünü kazanınca, insan bir anda çeşitli yerlerde görünebilir, insan ölünce, rûhunun dünyâ ile ilgisi azalacağından, daha kuvvetli olur. Bir anda çeşitli yerlerde görülmesi kolay olur. Velîlerin öldükten sonra, sayılamayacak kadar çok kerâmetleri görülmüştür. Âlimler bunları, sözbirliği ile bildirmişlerdir. Meselâ, “Rûh-ül-kuds” kitabında, Ebû Abdullah İşbilî’nin kerâmetleri yazılıdır. Bir gece, Ebü’l-Kâsım bin Hamdin ismindeki kimsenin İmâm-ı Gazâlî’yi reddeden, kötüleyen bir kitabı okurken, gözleri kör oldu. Hemen secde edip yalvardı. Bu kitabı hiç okumayacağına yemîn etti. Allahü teâlâ kabûl buyurup görmek ihsân eyledi. Bu da, İmâm-ı Gazâlî’nin öldükten sonra olan bir kerâmetini göstermektedir.

(Buhârî) kitabında diyor ki: Eshâb-ı Kirâmdan Âsım (r.a.) hiçbir müşrike dokunmamak için ve hiçbir müşrikin de kendisine dokunmaması için, Allahü teâlâya söz vermiş idi. Kâfirler kendisini şehîd edince, yanına yaklaşmak istediler. Cenâb-ı Hak, arılar göndererek Âsım’ı (r.a.) korudu. Anlar o kadar çoktu ki, yanına yaklaşamadılar. Bu Hazreti Âsım’a ölümünden sonra ihsân edilen kerâmet idi. Eshâb-ı Kirâmdan Habîb’i (r.a.), kâfirler yakaladı. Muhammed yalancıdır dersen seni bırakırız. Böyle söylemezsen öldürürüz dediler. “Muhammed aleyhisselâmın mübârek ayağına bir diken batmaması için, canımı feda ederim” buyurdu. Şehîd ettiler. Birkaç sahâbi gece gelip, şehidin ipini kestiler. Yere düştü. Yerde göremediler. Nereye gittiğini anlayamadılar.

Hanzala ismindeki sahâbî, Resûlullah ile gazâya gitmek için acele etti. Gusl abdesti almağa vakit bulamadı. Şehîd oldu. Kendisini melekler yıkadı. Bunun için, “Gasîl-ül-Melâike” adı ile meşhûr oldu. Bunların hepsi, (Buhârî) kitabında yazılıdır. Âişe vâlidemiz (r.anhâ) buyurdu ki; “Habeş meliki “Necâşî” îmâna geldi. Kabri üzerinde her zaman nûr parladığını çok kimseden işittim.” Hazret-i Ali’nin kardeşi olan Ca’fer şehîd olduktan sonra, Yemen’deki Bîşe şehrine, meleklerle beraber giderek yağmur yağacağını müjdelediğini, Resûlullah haber verdi.

Hazret-i Hüseyn’in (r.a.) mübârek başı yanında kâri’ ya’nî Hâfız, Kehf sûresini okuyordu. Meâlen; “Eshâb-ı Kehf, bizim, âyetlerimizden şaşırıp kaldı” âyetini okuyunca, Hazreti Hüseyn’in mübârek başından; “Beni öldürmek ve sürüklemek, Eshâb-ı Kehfden daha çok şaşılacak şeydir” sesi işitildi. Nasr-ul-Hazâî, Halîfe Me’mûn tarafından asılmıştı. Elinde mızrak olan biri, yanına bırakılıp, Nasr’ın yüzünü kıbleden çevirmesi emr olunmuştu. Gece karanlık basınca, mübârek yüzü kıbleye döndü. O sırada Ankebût sûresinin ikinci âyeti olan meâlen; “Îmân ettik diyenlerin kendi hâline bırakıldıkları mı sanıldı?” âyetini okuduğu işitildi.

Tirmizî, Hâkim ve Beyhekî, Abdullah İbni Abbâs’dan haber verdiler ki; Eshâb-ı Kirâmdan birkaçı, bir yere çadır kurmuşlardı. Burada bir kabir bulunduğunu bilmiyorlardı. Çadırda, Mülk sûresinin okunduğu işitildi. Bitirince, Resûlullah (s.a.v.) çadıra geldi. Kendisine söylediklerinde; “Bu sûre-i şerîfe insanı kabir azâbından korur” buyurdu. Ebü’l-Kâsım-ı Sa’dî diyor ki, meyyitin kabirde okuduğunu bu hadîs-i şerîf isbât etmektedir. Çünkü Abdullah İbni Ömer de bir yere çadır kurmuştu. Çadırda Kur’ân-ı kerîm sesi işitti. Resûlullaha (s.a.v.) haber verdi. Bu sözü tasdik buyurdu. Hadîs âlimlerinden Zeyneddîn bin Receb diyor ki: “Allahü teâlâ dilediği kuluna, kabirde sâlih işler yapmağı ihsân eder. İnsan ölünce, amel ve ibâdet yapmak vazîfesi biter. Kabirdeki ibâdete sevâb verilmez. Fakat, Allahü teâlânın ismini söylemekle ve ibâdet etmekle zevklenir. Melekler ve Cennette olanlar da böyledirler. İbâdet yapmaktan lezzet duyarlar. Çünkü zikir ve ibâdet, rûhu temiz olanlar için en tatlı şeydir. Rûhu hasta olanlar, bunun tadını duyamaz.” Ebûl’l-Hasen bin Berâ’ bildiriyor ki: Mezarcı İbrâhim adında biri; “Bir mezar kazmıştım. Mezardan ve kerpiç parçalarından misk kokusu duydum. Kabre baktım bir ihtiyâr oturmuş Kur’ân-ı kerîm okuyordu” dedi. Muhammed bin İshâk İbni Mende, Âsım-ı Sekâtî’den haber veriyor ki: “Belh şehrinde bir kabir kazdık. Yanındaki kabrin içi göründü. İçeride yeşil kefenli bir ihtiyâr, elinde Kur’ân-ı kerîm okuyordu.”

Bütün bunlar, vefât ettikten sonra da velîlerin kerâmetlerinin kesilmeyeceğine delâlet eder. Evliyânın hayatlarındaki tasarrufları, kerâmetlerinden sayılır. Bu da, şüphesiz her zaman ve çok olmuştur. Bunu ancak, inatçılar inkâr eder. Tâcüddîn-i Sübkî diyor ki: “Evliyânın vefâtlarından sonra kerâmetleri kesilmez. Velîlerin, hayatlarındaki ve vefâtlarından sonraki tasarrufları, ancak Allahü teâlânın izni ve irâdesi ile olur. Cenâb-ı Hak, onlara ikramda bulunmuştur. Ba’zan ilham ile, ba’zan uykuda, ba’zan duâları ile, ba’zan işleriyle, ba’zan da ihtiyârsız, maksatsız ve istemeksizin, hattâ ba’zan da baliğ olmayan çocuklardan da kerâmet hâsıl olur. Hayatlarında ve ölümlerinden sonra, evliyâyı vesile etmek caiz olur. Onların vesile olması, kudret-i ilâhi ile mümkündür. Kur’ân-ı kerîmde Mâide sûresi otuzbeşinti âyet-i kerîmede; “Vesîle arayınız!” meâlindeki emredilen vesile, hem ibâdetlerdir, hem duâlardır, hem de mübârek kıymetli zâtların kendileridir. Yukarıda bildirdiğimiz olaylar, bunu açıkça göstermektedir.

Kerâmet ile mu’cize arasındaki fark, mu’cizenin münkirlere meydan okumak, onları ikna etmek ve peygamberlik da’vâsının isbâtıdır.

Abdülvehhâb-ı Şa’rânî, “Kitâb-ül-cevâhir ved-dürer” adındaki eserinde buyurdu ki: “Allahü teâlâ, velinin kabrinde, insanların ihtiyâçlarını gideren bir melek görevlendirir. Nitekim; İmâm-ı Şafiî, Seyyidet-Nefîse ve Seyyid Ahmed Bedevî hazretlerinin, müslüman esîrleri, kâfirlerin ellerinden kurtarmaları, meşhûr olan kerâmetlerindendir. Ba’zân da velî, bizzat kabirden çıkar ve insanların ihtiyâçlarını giderir. Zîrâ âlem-i berzâhda, evliyânın serbest kalması, rûhların salıverilmesi ve serbest bırakılması da vardır.”

Müşâhede ehli olan Allah dostları diyorlar ki: “Alem-i berzâhdaki işler, dünyadakinin hilâfınadır. Dünyâ, “âlem-i şehâdet” diye isimlendirilmiştir, İnsan, dünyâda bir sûrete bağlı kalır. Fakat evliyâ bundan hariçtir. Aynı anda, muhtelif yerlerde görülen evliyânın sayısı çoktur. Bunun sırrı şudur ki, onların rûhâniyetleri, cismâniyetlerinden daha kuvvetlidir. Velîlerin çok sûretlerde görünmeleri caizdir. Bu, akla da, dîne de uygundur. Resûlullah (s.a.v.) efendimizin Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk’a, Cennetin sekiz kapısından aynı anda gireceğini bildirmesi bunun delîlidir. Rûh, Peygamberimizin (s.a.v.) rûh-ı şerîfleri gibi küllî olgunluğa eriştiği zaman yetmişbin sûrette görülür.” İbn-i Ebî Cemre diyor ki: “Evliyânın rûhlarına bağımsızlık ve serbestlik verildiği zaman, dünyâ âleminde de rûhâniyetlerinin, cismâniyetlerine galip gelmesinden dolayı bir sûrette iken, muhtelif sûretlerde görülür.” Yine buyuruldu ki: “Velînin evliyâlığı sabit olduğunda, sayısız sûretlerde temekkûn eder.” Ya’nî rûhâniyetleri, aynı anda çeşitli yerlerde görülür.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-2, sh. 93

2) El-A’lâm cild-1, sh. 239

3) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 164, 165

4) Acâib-ül-âsâr cild-1, sh. 167

5) Mu’cem-ül-matbû’ât sh. 375

6) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 147, 218, 245, 251, 345, 542, 728, 820, 981

7) Kıyâmet ve Âhıret sh. 290 (1984 baskı.)