İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yetiştirdiği evliyânın en büyüklerinden. Cihan onun misline pek az şâhid olmuştur. Hazret-i İmâm’ın halîfelerinin meşhûrlarından, eshâbının en büyüklerindendir. İsmi Âdem-i Bennûrî olup, seyyiddir. Ya’nî Peygamber efendimizin (s.a.v.) temiz neslinden, mübârek soyundandır. Aslen Reveh beldesindendir. Büyük annesi Afganistanlıdır. Bir vesile ile Serhend’in kasabası olan Bennûr’a gelip yerleşmişlerdi. Doğum târihi bilinmemektedir. 1054 (m. 1644) senesinde, Medîne-i münevverede vefât etti.
Rivâyet edilir ki, Âdem-i Bennûrî’nin (r.a.) muhterem vâlidesi, bu yüksek oğluna hâmile iken rü’yâsında, ba’zı nûrânî zâtların, hikmet dolu bir kandili yakıp evin tavanına astıklarını ve bu kandilden etrâfa nûr yayıldığını gördü. Bu rü’yâsını zevcine anlattığında o zât; “İnşâallah senden nûrânî bir çocuk dünyâya gelecektir” dedi.
Âdem-i Bennûrî hazretleri bu rü’yâyı naklettikten sonra şöyle anlatır: “Başka bir defasında, annem ile babam rü’yâda Resûlullah efendimizi (s.a.v.) görmüşler. Resûlullah efendimiz (s.a.v.) babama birşey vererek “Ye” buyurmuşlar. Babam da yemiş. Ondan sonra ben meydana gelmişim. Şimdi anlıyorum ki, benim vücûdum Resûlullah efendimizden (s.a.v.) bir hediye ve bir ihsândır.”
Yine Âdem-i Bennûrî’nin kendisinin bildirdiğine göre, o önceleri İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin halîfelerinden olan Hâce Hıdır’dan feyz aldı. Yüksek hâller hâsıl oldu. Bu hâllerini Hâce hazretlerine arzetti. O da buyurdu ki: “Bundan başkası bende yoktur. Senin bundan sonraki yetişmen, ilerlemen, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine havale olundu. Şimdi hazret-i İmâm’ın huzûruna gidiniz.” Âdem-i Bennûrî, Hâce Hıdır’ın işâreti ile İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûrlarına kavuştu. Daha önce hâsıl olan hâllerini, tasavvuf yolunda elde ettiklerini arzetti. Hazret-i İmâm buyurdu ki, “Bunlar başlangıç hâlleridir. Kemâle erişmek daha nerede?...”
Âdem-i Bennûrî bunu anlatırken buyurdu ki: “İmâm hazretleri böyle buyurunca hatırımdan; “Her hâlde beni teşvik için böyle söylüyorlar. Yoksa bundan ziyâde hangi kemâl mertebesi olacak?” diye geçti. O yüce İmâm’a karşı i’tikâdım tam olduğu için hizmetinde bulunmaya devam ettim. Az bir zaman sonra anlaşıldı ki, bende hâsıl olanlar, hazret-i İmâm’ın huzûr ve sohbetinde kalbime akıtılanlara nisbetle, başlangıç hâlleri bile sayılamazlar.”
Hazret-i İmâm-ı Rabbânî’nin yüksek huzûr ve sohbetlerinde yetişip kemâle gelen Âdem-i Bennûrî, o yüce İmâm’ın sohbetinde bulunmakla çok faydalara, yüksek hâllere, yüce makam ve mertebelere kavuştu, istidâdının yüksekliği, fıtratının (yaradılışının) temizliği ve yüksek mürşidinin (İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin) kuvvetli tasarrufu ve çok teveccühleri ile birkaç ay gibi kısa bir müddette, eşsiz derecelere ulaştı. İmâm-ı Rabbânî, Âdem-i Bennûrî’yi husûsî odalarına çağırarak, irşâd vazîfesi ve icâzet verip Bennûr’a gönderdi.
Âdem-i Bennûrî (r.a.) şöyle anlatır: “Kendilerinden icâzet almakla şereflendikten sonra Bennûr’a gittim. Fakat kendimi irşâda hiç lâyık görmüyordum. Sırf emirlerine uymak için birkaç kişiye emr-i ma’rûfta bulundum. Ama kalbim irşâd vazîfesinde ve makamında bulunmaktan hoşlanmıyordu. Nihâyet bir zaman sonra yine, hazret-i İmâm’ın sohbetine gelmekle şereflendim. Aynadan parlak olan mübârek kalbleriyle, benim bu işten hoşlanmadığımı ve pek gayret göstermediğimi bildiler ve; “Allahü teâlâ sizden; “İrşâd ve hidâyet kudretin olduğu hâlde, niçin kendini bu işten muaf tuttun?” diye soracak” buyurdu. Hazret-i İmâm bunu kuvvet ve kesinlikle söyleyince, çaresiz bütün gayretimi bu işe verdim.”
Âdem-i Bennûrî (r.a.); Resûlullah efendimizin (s.a.v.) sünnet-i seniyyesine uymaya, bid’atleri yok etmeye, tam istikâmet sahibi olmaya çalışmıştır.
Fakirle zengini, darda olan ile rahatlıkta olanı, hizmetçi ile efendiyi, oğlu ile talebesini bir tutup, hepsine ikramda bulunmak onun güzel ahlâkından idi. Yemeğin, gönül huzûru, tam bir temizlik ve abdest ile pişirilmesini buyurur ve yemeğin eşit olarak dağıtılmasına ihtimâm gösterirdi. Meclisinde; riyanın, iki yüzlülüğün ve yapmacıklığın yeri yoktu. Emr-i ma’rûf ve nehy-i münker onun en güzel yolu idi. Bilhassa dünyâyı sevenlere, dünyâya düşkün olanlara, o kadar hakimane ve edîbâne olarak, öyle güzel ve te’sîrli sözler söylerdi ki, başka kimseler kolay kolay öyle sözler söyleyemezdi. Bu faydalı sözleri karşısında hiçkimse ona kırılmazdı. Sözü kime ve ne için ise, te’sîrli olur, Allahü teâlânın izniyle te’sîri, o anda görülür ve o kimse tövbe etmekle şereflenirdi. Konuştuğu zaman bütün sözleri ya iyiliği emir şeklinde, veya ilim ve ma’rifet olurdu. Böyle olmayan sözler pek az duyulurdu. Böyle olmayan sözler söylemiş olduğu zannedilse bile onun da altında mutlaka bir nasihat ve bir hikmet bulunurdu. Onun sohbeti insanları kötü sıfatlardan, fenâ ahlâktan ve alçak dünyâyı sevmek ve ona düşkün olmaktan temizlerdi.
Seyyid Âdem-i Bennûrî, zamanında yeryüzünün en meşhûr en büyük mürşidlerinden, hidâyet rehberlerinden idi. Talebelerinin sayısı yüzbinden çok idi. Her tarafta büyük kabûl gördü. Dünyânın her tarafından grup grup insanlar, aradaki mesafenin uzaklığına ve yol meşakkatine aldırmaksızın huzûruna gelirler, sohbetinde bulunmak şerefine kavuşmağa can atarlardı. Bu sebeple dergâhı, devamlı olarak kalabalık olurdu. Hazret-i Seyyid orada bulunanların hepsine yemek ikram ederdi.
Herkese yardımcı olmaya çalışırdı. Kendisine gelen ihtiyâç sahibi bir kimseyi boş çevirmez, yapabildiği nisbette yardımcı olur, o kimsenin işini hallederdi. Böyle başkalarına yardımcı olmaya çalışırken kendi başına ba’zı sıkıntılar gelse, onlara sabreder, şikâyet etmezdi.
1053 (m. 1643) senesinde talebelerinden birinin bir işi için Lâhor’a gitti. Yanında Afganlılardan ve başkalarından onu seven kalabalık bir cemâat vardı. Ba’zıları onun gelişini zamanın sultânına yanlış bir şekilde haber verdiler. Hattâ öyle sözler söylediler ki, bu sözlerden mübârek hatırı incinip, işini çabuk hâlledip bitirdi ve Lâhor’dan ayrıldı. Zâten eskiden beri, sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) ve Beytullah’ın aşkıyla yanmakta idi. Lâhor’dan ayrıldıktan sonra memleketine (Bennûr’a) döndü ve oradan Harameyn-i şerîfeyne (Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvereye) doğru yola çıktı.
Öyle bir aşk, muhabbet ve edebe sahip idi ki, hacdan sonra, Mescid-i Kûba’dan Mescid-i Nebevî’ye kadar olan yolu, her adımda iki rek’at namaz kılarak gelmiştir.
Medîne-i münevvereye gidince, Kabr-i Nebevî’yi ziyâretinde, Resûlullah (s.a.v.) onun selâmını almış ve pek az kimseye bile nasîb olmayan müsâfeha etmek şerefine kavuşmuştur.
Ziyâretten sonra, memleketine dönmek üzere ayrılmak istediği zaman, Resûlullah (s.a.v) efendimizden saadet müjdesi aldı. Kendisine hitaben; “Ey oğlum! Sen benim yanımda kal!” buyuruldu. Bunun üzerine orada kaldı ve 1054 (m. 1644) senesinde; Medîne-i münevverede, çok sevdiği hiç unutmayıp, her an zikrettiği Rabbine, yüksek ceddi olan Resûlullah efendimize ve diğer sevdiklerine kavuştu. Emîr-ül-mü’minîn hazret-i Osmân-ı Zinnûreyn’in kabrine çok yakın bir yerde defnolundu. Öyle ki, Hazreti Osman’ın türbesinin gölgesi Seyyid Âdem-i Bennûrî’nin kabrinin üzerine gelirdi.
Hazret-i Seyyid Adem-i Bennûrî, daha ilk teveccühde, talebeyi, fenâ-i kalb makamına ve nisbet-i müceddidiyyeye ulaştırırdı. Allahü teâlâ tarafından ona, müceddidiyyede husûsî bir tarz ve yol ihsân edildi. Bu yola, “Ahseniyye” denilmektedir. Bu kendi yolu ile insanları Allahü teâlâya yaklaştırıyordu. Bu hâli, İmâm-ı Rabbânî hazretleri çok önceleri, şu sözleri ile işâret etmişlerdi: “Size bizden istifâde ettiğinizden daha çoğu gaybî olarak verilecektir. Sizin yolunuza tevvessül eden mağfiret olunmuştur. Kıyâmette size yeşil bir sancak verilir. Size tevessül edenler, yolunuzda gidenler, sizi ta’kib edenler kıyâmet gününde o sancağın altında rahat ve gölgede olurlar.”
Seyyid Âdem-i Bennûrî hazretleri, Allahü teâlânın dînine, insanların saadete kavuşmalarına çok hizmet etti. Dörtyüzbinden ziyâde kimse onun elinde tövbe edip hidâyete kavuştu.
Evliyânın büyüklerinden Seyyid Abdullah-ı Dehlevî (r.a.) buyurdu ki: “Âdem-i Bennûrî (r.a.), kimi mürîd (talebe) edinse, bîat ânında o kimseyi fenâ-i kalb makamına ulaştırırdı.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Hadarât-ül-Kuds sh. 383
2) Tezkire-i İmâm-ı Rabbânî sh. 323
3) Berekât-ı Ahmediyye sh. 383