ABDÜLHAYY

Hindistan’da yetişen meşhûr evliyâdan. Safa şehrindendir. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbetinde yıllarca bulundu. Çok hizmet etti. Çok muhabbetini kazandı. Çok şeyler gördü. Çok feyzlere kavuştu. Muhammed Ma’sûm hazretlerinin emirleri ile Mektûbât’ın ikinci cildini topladı. Velîler, talebeler yetiştirdi. Kutb olduğu müjdelendi. 1054 (m. 1644) yılında vefât etti.

Abdülhayy, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden icâzet aldıktan sonra, Pütne şehrine vazîfeli olarak gitti. Oradaki halk, Abdülhayy’a talebe olmak, onun bereketli sohbetlerine kavuşmak için koştular. Abdülhayy hazretleri de onları Cenenneme düşmekten kurtarmak, Cennette yüksek dereceler sahibi olmalarını sağlamak için çok çalıştı. Pekçok kimsenin hidâyete gelmesine sebep oldu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, onun hakkında; “O, memleketin kutbudur” buyurdular ve bir sevdiğine yazdığı mektûbda da; “Şeyh Abdülhayy ve nûr Muhammed gibi iki azîzin bir yerde bulunması, iki parlak yıldızın biraraya gelmesi gibidir.” nûr Muhammed’e gönderdiği bir mektûbunda ise; “Şeyh Abdülhayy ile aynı şehirdesiniz. Yakınınızda bulunuyor. Duyulmayan garip ma’rifetler ve ilimler onun kalbinde toplanmıştır. Bu yolda zarurî olan şeyler kendisine verilmiştir. Uzakta kalmış dostlarımızın onunla görüşmesi büyük bir ni’mettir. Çünkü oraya yeni gelmiştir ve yeni şeyler getirmiştir. Evliyâlıktaki cezbe ve sülûk makamlarına fenâ mertebelerine kavuşmakla şereflenmiştir.

Hatta diyebilirim ki oranın ana caddesi odur. Mektûbâttaki garip ma’rifetlerden çoğunu bizden dinlemiştir. Mümkün mertebe fırsat buldukça suâl sorup, anlamaya çalışmıştır. Tevfîk, Allahü teâlâdandır.”

Abdülhayy anlattı: “Birgün mübârek hocam İmâm-ı Rabbânî hazretleri Pütne şehrine gitmeme izin verdiler ve; “Şeyh Hamîd-i Bingalî’ye gitmek istiyorum. Fakat fırsatım olmadı. Ona gidip nasîhatta bulununuz” buyurdu. “Peki efendim!” diyerek huzûr-u şerîflerinden ayrıldım. O şehre doğru yola çıktım. Fakat kendi kendime; “Şeyh Hamîd, âlim, evliyâ ve herkesin müracaat ettiği bir kimsedir. Ben kim oluyorum ki, ona nasihat edeyim ve sözümün fâidesi olsun” diye düşündüm. Sonra da; “Böyle düşünmek doğru mudur Madem ki hocam böyle söyledi, o hâlde doğru söyledi. Böyle vesvese etmek doğru değildir. Hocamın bu emrinde mutlaka bir hikmet var” dedim. Şeyh Hamîd-i Bingalî’nin yanına vardığımda, bana çok hürmet ve ikramda bulundu. Sohbet esnasında dedi ki: “İmâm-ı Rabbânî hazretleri ve diğer büyükler yazıyorlar ki: “Bizim yolumuzda olmanın ilk şartı, Resûlullah efendimizi (s.a.v.) canından çok sevmektir.” Ben de; “Allahü teâlânın sevgisi ile dolu olan kalbe başka bir sevgi nasıl sığabilir?” diyorum.” Şeyh Hamîd’den bu sözleri işitince çok üzüldüm ve ona cevap olarak: “Resûlullah efendimizin (s.a.v.) sevgisi, Hak teâlânın sevgisinin aynısıdır. Âyet-i kerîmede buyuruldu ki: “Kim Peygambere itaat ederse muhakkak, Allahü teâlâya itaat etmiş olur.” (Nisâ-80) Bu âyet-i kerîme sözümüzün doğruluğunu göstermektedir, dedim. Bunun üzerine Şeyh Hamîd böyle söylediğine pişman oldu, tövbe etti. Ben de yakınen anladım ki, hocam hikmetsiz birşey söylemez. Demek ki, beni Şeyh Hamîd’in bu şüphesini izâle etmek için göndermiş.”

Abdülhayy hazretleri 1054 (m. 1644) senesinde hacca gitmek için yola çıktı. Önce hocası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kabrini ziyâret etti. Şerefli mahdûmları Muhammed Ma’sûm’un sohbetiyle bereketlendi. Sonra hacca gitti. O sene altmış yaşında idi. Yetmişaltı yaşında 1070 (m. 1659) senesinde de vefât etti.

Abdülhayy, hocası İmâm-ı Rabbânî hazretleriyle zaman zaman mektûblaşırlardı. Hocasının, kendisine yazdığı mektûblardan ba’zıları aşağıdadır:

“Rabbimizin “celle sultânüh” gazâbını intikamını söndürmek için “La ilahe illallah” güzel kelimesinden daha fâideli birşey yokdur. Bu güzel kelime, Cehenneme götüren gazâbı söndürünce, daha küçük olan başka gazâblarını elbette söndürür. Niçin söndürmesin ki, bir kul, bu güzel kelimeyi tekrar tekrar söyleyince, O’ndan başkasını yok bilmekde herşeyden yüz çevirip, hak olan bir ma’bûda dönmektedir. Gazâbının sebebi, kullarının, O’ndan başkasına dönmesi, bağlanmasıdır. Mecaz âlemi olan bu dünyâda da, bu hâli görüyoruz. Zengin bir kimse, hizmetçisine kırılır, ona kızar. Hizmetçi de, kalbi iyi olduğu için, herkesden yüz çevirip bütün varlığı ile, efendisinin emirlerine sarılırsa, efendisi, ister istemez yumuşar. Merhamete gelir. Gazâbı söner, İşte bu güzel kelime de, kıyâmet için ayrılmış olan doksandokuz rahmet hazînesinin anahtarıdır. Küfür karanlıklarını, şirk pisliklerini temizlemek için, bu güzel kelimeden daha kuvvetli, hiçbir yardımcı yoktur. Bir kimse, bu kelimeye inanınca îmânın zerresi hâsıl olur.

Bu güzel kelimeye inanarak, kalbinde zerre kadar îmân hâsıl eden kimse, kâfirlerin âdetlerini ve şirk pisliklerini yaparsa, bu güzel kelimenin şefaati sayesinde Cehennemden çıkarılır. Azâbda sonsuz kalmaktan kurtulur. Bunun gibi, bu ümmetin büyük günahlarına şefaat edip, azâbdan kurtaracak en kuvvetli yardımcı, Muhammed Resûlullah’tır (s.a.v.). Bu ümmetin büyük günahları dedik. Çünkü önceki ümmetlerde büyük günah işliyen pek az olurdu. Hattâ îmânını küfür âdetleri ile ve şirk pislikleri ile karıştıran da az idi. Şefaate en çok ihtiyâç olan bu ümmettir, önceki ümmetlerde, ba’zıları küfürde inâd etti. Ba’zısı da hâlis olarak îmâna gelip emirlere yapıştı.

Bu güzel kelime ve Peygamberlerin sonuncusu (s.a.v.) gibi bir şefaatçi olmasaydı, bu ümmetin günahları kendilerini helak ederdi. Bu ümmetin günahları çoktur. Fakat, Allahü teâlânın af ve mağfireti de sonsuzdur. Allahü teâlâ, bu ümmete af ve mağfiretini o kadar saçacak ki, geçmiş ümmetlerden hiçbirine böyle merhamet ettiği bilinmiyor. Doksandokuz rahmetini, sanki bu günahkâr ümmet için ayırmıştır, ikram ve ihsân, kabahatliler ve günahlılar içindir. Allahü teâlâ, af ve mağfiret etmeği sever. Kusur ve kabahati çok olan bu ümmet kadar af ve mağfirete uğrayacak hiçbirşey yoktur. Bunun için bu ümmet, ümmetlerin en hayırlısı oldu. Bunların şefaat edicisi bu güzel kelime, kelimelerin en kıymetlisi oldu. Bunların şefaatçileri olan Peygamberleri, peygamberlerin en üstünü oldu (s.a.v.). Furkân sûresi, yetmişinci âyetinde, meâlen: “Allahü teâlânın, günahlarını iyiliklerle değiştireceği kimseler onlardır. Allahü teâlânın mağfireti, merhameti sonsuzdur” buyuruldu.

Kerîmler ile yapılacak her iş kolay olur.

Bunu yapmak, Allahü teâlâ için çok kolaydır. Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işlerimizde yaptığımız isrâfı, taşkınlığı affet. Bizi doğru yolda bulundur! Kâfirlere galip gelmemiz için yardım et! Bu kelimenin üstünlüklerini dinleyiniz:

Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “La ilahe illallah diyen kimse Cennete girer.” Görüşleri kısa olan kimseler, bu söze şaşar. “Bir kerre Lâ ilahe illallah demekle, Cennete girmek nasıl olur?” der. Bu güzel kelimenin bereketlerini, fâidelerini bilmiyorlar. Bu fakir [ya’nî İmâm-ı Rabbânî (r.a.)] anlıyorum ki, bu güzel kelimeyi bir kerre söylemekle, bütün kâfirleri af edip, Cennete gönderseler yeri vardır. Bu mukaddes kelimenin bereketlerini, fâidelerini, bütün mahlûklara, kıyâmete kadar bölseler, hepsini doyuracağını görüyorum. Hele, bu mukaddes güzel kelimeye “Muhammedün Resûlullah” kelimesi de eklenerek, tebliğ ve tevhîd, inci gibi yanyana dizilirse ve risâlet vilâyete yaklaşdırılırsa, vilâyetin ve nübüvvetin bütün üstünlükleri ve yükseklikleri, bir araya toplanmış olur. Bu iki se’âdetin yoluna kavuşduran, bu kelimelerdir. Vilâyeti, zıllerin ve akslerin karanlıklarından kurtaran, temizleyen nübüvveti en yüksek dereceye ulaştıran, bu kelimedir. Ey Allahımız! Bizi bu güzel kelimenin fâidelerinden mahrûm bırakma! Bizi bu kelimeden ayırma! Bu kelimeyi tasdik edici olduğumuz hâlde canımızı al! Kıyâmet günü, bizleri bu kelimeyi tasdik edenler arasında bulundur! Bu kelime hürmetine ve bu kelimeyi bildirenler (aleyhimüssalevât) hürmetine, bizleri Cennete sok! Âmin.

Görüşün ve gidişin âciz kaldığı, arzu ve himmet kanadlarının düştüğü, her bilgi ve buluşun dışına çıkıldığı zaman, insanı, “La ilahe illallah Muhammedün Resûlullah” tevhîd kelimesinden başka, birşey ilerletemez. Bu kelimenin âgûşuna sığınmadan, oralarda yükselmek olamaz. Sâlik, bu güzel kelimeyi bir kerre söylemekle, o makama yükseliyor. Bu yüksek kelimenin işâret ettiği hakîkat sayesinde, o makamdan yukarıya ilerliyor. Kendinden uzaklaşıp, Allahü teâlâya yaklaşıyor. O yolun en az bir parçası, bütün bu gökler küresinden katkat çoktur. Bu kelimenin üstünlüğünü buradan anlamalıdır. Bütün mahlûkların, bu kelime yanında varlığı hiç kalır. Duyulmaz bile. Büyük bir deniz yanında, bir damla kadar da değildir. Bu güzel kelimenin derecelerinin meydana çıkması, söyleyenlerin derecelerine göre olur. Söyleyenin derecesi ne kadar yüksek ise, bu mukaddes kelimenin büyüklüğü o kadar çok meydana çıkar. Arabî şiir tercemesi:

Güzelliği o kadar çok görünür,
Ona bakış, ne kadar çok olursa.

Dünyâda bundan daha kıymetli, daha üstün bir arzu olmaz ki, insan her bulunduğu yerde, (her işinde, her vazîfesinde) bu güzel kelimeyi tekrar tekrar söylemekle lezzet alsın ve haz duysun. Ama ne yapılabilir ki, bütün arzular ele geçmiyor, insanlarla konuşmak ve gaflete düşmek çaresiz oluyor, (ikinci cild 37. mektûb.)”

Allahü teâlâya hamd ettikten ve Peygamberimize (s.a.v.) salevât getirdikten sonra, saâdet-i ebediyyeye erişmenize duâ ederim. Allahü teâlâ, birçok âyet-i kerîmede, a’mâl-i sâliha işliyen mü’minlerin, Cennete gireceklerini bildiriyor. Bu sâlih amellerin, (ya’nî yarar işlerin) neler olduğunu, çok zamandan beri araştırıyordum. İyi işlerin hepsi mi, yoksa birkaçı mı diyordum. Eğer, iyi şeylerin hepsi olsa, bunları kimse yapamaz. Birkaçı ise, acaba hangi iyi işler isteniliyor? Nihâyet Allahü teâlâ, lütfederek şöyle bildirdi ki: “A’mâl-i sâliha”, İslâmın beş rüknü direğidir. İslâmın bu beş temelini, bir kimse hakkı ile, kusursuz yaparsa, Cehennemden kurtulması kuvvetle umulur. Çünkü bunlar, aslında sâlih işler olup, insanı günahlardan ve çirkin şeyleri yapmaktan korur. Nitekim, Kur’ân-ı kerîmde Ankebût sûresi 45. âyetinde meâlen: “Kusursuz kılınan bir namaz, insanı pis, çirkin işleri işlemekten korur” buyurulmaktadır. Bir insana, İslâmın beş şartını yerine getirmek nasîb olursa, ni’metlerin şükrünü yapmış olur. Şükrü yapınca, Cehennem azâbından kurtulmuş olur. Çünkü Allahü teâlâ, Nisa sûresi 146. âyetinde meâlen: “Îmân eder ve şükür ederseniz, azâb yapmam” buyuruyor. O hâlde, İslâmın beş şartını yerine getirmeğe can ve gönülden çalışmalıdır.

Bu beş arasında bedenle yapılacakların en mühimi, namazdır ki, dînin direğidir. Namazın edeblerinden bir edebi kaçırmayarak kılmağa gayret etmelidir. Namaz tamam kılınabildi ise, İslâmın esas ve büyük temeli kurulmuş olur. Cehennemden kurtaran sağlam ip yakalanmış olur. Allahü teâlâ hepimize, doğru dürüst namaz kılmak nasîb eylesin!

Namaza dururken, “Allahü ekber” demek; “Allahü teâlânın, hiçbir mahlûkun ibâdetine muhtaç olmadığını, her bakımdan hiçbirşeye ihtiyâcı olmadığını, insanların namazlarının O’na fâidesi olmıyacağım” bildirmektedir. Namaz içindeki tekbirler ise “Allahü teâlâya karşı yakışır bir ibâdet yapmağa liyâkat ve gücümüz olmadığını” gösterir. Rükû’daki tesbihlerde de, bu ma’nâ bulunduğu için, rükû’dan sonra, tekbir emr olunmadı. Hâlbuki, secde tesbihlerinden sonra emr olundu. Çünkü secde, tevâdu’ ve aşağılığın en ziyâdesi, zillet ve küçüklüğün son derecesi olduğundan, bunu yapınca, hakkı ile tam ibâdet etmiş sanılır. Bu düşünceden korunmak için secdelerde yatıp kalkarken, tekbir söylemek sünnet olduğu gibi, secde tesbihlerinde a’lâ demek emr olundu. Namaz, mü’minin mi’râcı olduğu için, namazın sonunda, Peygamber efendimizin (s.a.v.) mi’râc gecesinde söylemekle şereflendiği kelimeleri (ya’nî, ettehıyyâtü...yü) okumak emr olundu. O hâlde namaz kılan bir kimse, namazı kendine mi’râc yapmalı. Allahü teâlâya yakınlığının nihâyetini namazda aramalıdır.

Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “İnsanın, Rabbine en yakın olduğu zaman, namaz kıldığı zamandır.” Namaz kılan bir kimse, Rabbi ile konuşmakda, O’na yalvarmakta ve O’nun büyüklüğünü ve O’ndan başka herşeyin hiç olduğunu görmektedir. Bunun için, namazda korku, dehşet, ürkmek hâsıl olacağından, teselli ve rahat bulması için, namazın sonunda, iki defa selâm vermesi emr buyuruldu. Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte; “Farz namazdan sonra 33 tesbih, 33 tahmid, 33 tekbir ve bir de tehlil” emr etmiştir. Bunun sebebi, bu fakirin anladığına göre, namazdaki kusurlar “Tesbih” ile örtülür. Lâyık olan, tam ibâdet yapılamadığı bildirilir. “Tahmid” ile, namaz kılmakla şereflenmenin O’nun yardımı ve erişdirmesi ile olduğu bilinerek, bu büyük ni’mete şükr, hamd edilir. “Tekbir” ederek de, O’ndan başka ibâdete lâyık kimse olmadığı bildirilir. (Bu mühim sünneti elden kaçırmamalı. Câmilerde, cenâze olduğu zamanda da, Âyet-el-kürsî ile tesbihleri terk etmemelidir.)

Namaz, şartlarına ve edeblerine uygun olarak kılınırsa, yapılan kusurlar da böylece örtülür. Namazı nasîb ettiğine de şükr edip ve ibâdete, başka hiç kimsenin hakkı olmadığı, kalbinden temiz ve hâlis olarak, Kelime-i tevhîd ile bildirilince, bu namaz kabûl olunabilir. Bu kimse, namaz kılanlardan ve kurtuluculardan olur. Yâ Rabbî! Peygamberlerinin en üstünü hürmeti için (s.a.v.) bizleri namaz kılan ve kurtulan, mes’ûd kullarından eyle! Âmin. (Birinci cild 304. mektûb)

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Zübdet-ül-makâmât sh. 375

2) Hadarât-ül-kuds sh. 366

3) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 974

4) Mektûbât-ı İmam-ı Rabbanî

5) Tezkire-i İmam-ı Rabbâni sh. 339