Hindistan’da yetişen İslâm âlimlerinin büyüklerinden. Babası, Şemseddîn Muhammed’dir. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sınıf arkadaşı idi. Hocaları, Mevlânâ Kemâleddîn-i Kişmîri idi. Hindistan’ın büyük Hanefî âlimidir. Fıkıh, kelâm ve daha birçok ilimlerde çok yükseldi. Çok kitap yazdı. “Beydâvî tefsîri” ne haşiyesi, Sa’düddîn-i Teftâzânî’nin “Şerh-ı akâid” ine hâşiyesi ve Ahmed Hayâlî’nin Teftâzânî’nin “Akâid-i Nesefî” şerhine yaptığı haşiyenin de “Siyalkûtî haşiyesi” ve Teftâzânî’nin “Mevâkıf şerhi” ne, Celâleddîn-i Devânî’nin “Akâid-i Adûd” şerhine ve “Mutavvel” adındaki Beyân ve Me’ânî kitabına haşiyesi ve “Ed-Dürret-üs-semîne fî isbât-il-Vâcib-i teâlâ” kitabları meşhûrdur. 1067 (m. 1657) senesi Rebî’ul-evvel ayının onikinci günü, Hindistan’ın Siyâlkût şehrinde vefât etti.
“Hulâsat-ül-eser” kitabının sahibi buyuruyor ki: “Mevlânâ Abdülhakîm bin Şemseddîn el-Hindî es-Siyalkûtî, Hindistan’ın allâmesi ve bütün ilimlerde İmâm idi. Bu beldede, ilimde müşkili olanların tercümanı idi. Âlimlerin en büyüklerinden ve onların seçilmişlerinden olduğu herkesçe bilinirdi. İ’tikâdda sırât-ı müstakim üzere olup, dosdoğru olan yolda idi. İnsanları dâima Hakk’a da’vet eder, dîn-i İslâmı sultanlara, emirlere açıkça tebliğ etmekten hiç çekinmezdi. Hind Sultânı Harem Şah Cihan zamanında, âlimlerin reîsi oldu. Sultan, onun re’yine, fetvâsına başvurmadan hiçbir konuda karar vermezdi. Zamanındaki Hind âlimlerinden hiçbir kimse, ilimde onun yükseldiği dereceye varamadı. Bütün faziletleri, üstünlükleri kendinde toplamış, nihâyete ulaşmıştı. Her ilimde mütehassıs ve zamanının bir tanesi idi. Gençliğinde ve yaşlılığında ilim öğrenmeye ve fetvâ vermeye devam etti. İlimdeki ince mes’eleleri hemen hallederdi. İlmin her şu’besinde derin hakîkatlara vâkıftı. Sayısız eser te’lîf etti. “Tefsîr-i Beydâvî”den, Bekâra sûresinin bir kısmına yaptığı haşiyeyi görüp mütâlâa etmiştim. Onda ince ve derin bahisler vardı. Bundan başka eserleri de vardır. Onun üstünlüğü bildirdiklerimizden daha çok olup, her yerde meşhûr olmuştu.
Mevlânâ Abdülhakîm-i Siyalkûtî, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine çok ta’zim ve hürmet ederdi. İnkâr edenlerle çok mücâdele ederdi. Ona yazdığı mektûblarında “Müceddîd-i elf-i sânî” diye hitâb ederdi. Ona bu ismi evvel söyliyen budur dediler, inkâr edenlere karşı; “Büyüklerin sözlerine, maksadlarını anlamadan i’tiraz etmek cahilliktir. Böylelerin sonu felâkettir, ilim ve feyz kaynağı, irfan menbâ’ı üstâd Ahmed’in sözlerini red etmek, bilmemezlik ve anlamamazlıktandır” buyururdu.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yüksek talebelerinden Muhammed Hâşim-i Kişmî, “Zübdet-ül-makâmât” adındaki kitabında şöyle anlatıyor: “Bir zamanlar kalbimden şöyle geçmişti. Eğer Allahü teâlâ, bu asrın âlimlerinin en büyüklerinden birine, hazret-i İmâm’ın (ya’nî İmâm-ı Rabbânî’nin) “Müceddîd-i elf-i sânî” ya’nî ikinci bin yılının kuvvetlendiricisi olduğunu bildirse, bu ma’nâ tamamen kuvvetlenirdi. Birgün, bu düşünce ile hazret-i İmâm’ın huzûruna gittim. Bu fakire (ya’nî Muhammed Hâşim Kişmî’ye hitap ederek buyurdular ki: “Birçok kıymetli kitaplar yazan, aklî ve naklî ilimlerde Hindistan’da bir eşi bulunmayan Abdülhakîm-i Siyalkûtî’den mektûb aldım.” Bunu söyleyip tebessüm ettiler ve devamla buyurdular ki: “Mektûblarının bir yerinde bu fakiri medhedip, “Müceddid-i elf-i sânî” diye yazıyor.”
Mevlânâ Abdülhakîm, bir gece rü’yâda, hazret-i İmâm’ın kendisine; “Ey Resûlüm! Sen, Allah de! Sonra onları kendi oyunlarına bırak!” (En’âm-91) âyet-i kerîmesini okuduğumu görmüştü. Bu rü’yâyı gördükten hemen sonra, hazret-i İmâm’ın huzûrlarına gelip, onların yoluna bağlandı. Hakiki ve ihlâs sahibi talebelerinden oldu. Huzûrlarına gelmeden evvel; “Ben, hazret-i İmâm’ın üveysîsiyim” diye söylerdi. Ya’nî onların rûhâniyetleri beni terbiye ediyor, derdi.” Abdülhakîm-i Siyalkûtî de, bu hâdiseyi bizzat kendisi şöyle anlatır: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerini eskiden bilirdim ve severdim. Fakat kendisine bağlanıp, talebesi olmamıştım. Bir gece rü’yâmda, En’âm sûresinin doksan birinci âyet-i kerîmesini okuyup kalbime teveccüh eyledi. O anda kalbim zikretmeye (ya’nî Allah, Allah demeye) başladı. Uzun zaman böyle zikrederek, çok şeyler hâsıl oldu. Üveysî olarak onların bâtınından feyz aldım. Ben, Ahmed’in (ya’nî İmâm-ı Rabbânî’nin) üveysîsiyim. Sonra sohbetlerine de kavuştum.”
Mevlânâ Abdülhakîm-i Siyalkûtî hazretleri, “Zâd-ül-lebîb” kitabında, Abdülhak-ı Dehlevî’nin “Eşi’at-ül-leme’ât”ından alarak buyuruyor ki:
“Çok kimse, kabir ehlinden istifâde edildiğine inanmıyor. Kabir ziyâreti, ölülere okumak, onlara duâ etmek için yapılır diyorlar. Tasavvuf büyükleri ve fıkıh âlimlerinden çoğu ise, kabirdekilerden yardım görüldüğünü bildirdiler. Keşf sahibi olan evliyâ da, bunu sözbirliği ile bildirdiler. Hattâ, bunlardan çoğu, rûhlardan feyz alarak olgunlaşdıklarını haber vermişlerdir. Bunlara (Üveysî) demişlerdir.” Siyalkûtî hazretleri, bundan sonra buyuruyor ki: “Ölü yardım yapamaz diyenlerin, ne demek istediklerini anlayamıyorum. Duâ eden, Allahü teâlâdan istemektedir. Duâsının kabûl olması için, Allahü teâlânın sevdiği bir kulunu vâsıta yapmaktadır. Yâ Rabbî! Kendisine bol bol ihsânda bulunduğun bu sevgili kulunun hatırı ve hürmeti için bana da ver demektedir. Yahut, Allahü teâlânın çok sevdiğine inandığı bir kuluna seslenerek; “Ey Allahın velîsi, bana şefaat et! Benim için duâ et! Allahü teâlânın dileğimi ihsân etmesi için vâsıta ol!” demektedir. Dileği veren ve kendisinden istenilen, yalnız Allahü teâlâdır. Velî, yalnız vesiledir, sebeptir. O da fânidir. Yok olacaktır. Hiçbirşey yapamaz. Tasarrufa gücü, kuvveti yoktur. Böyle söylemek, böyle inanmak şirk olsaydı, Allahdan başkasına güvenmek olsaydı, diriden de duâ istemek, birşey istemek yasak olurdu. Diriden duâ istemek, birşey istemek dînimizde yasak edilmemiştir. Hattâ müstehâb olduğu bildirilmiştir. Her zaman yapılmıştır. Buna inanmıyanlar, öldükten sonra kerâmet kalmaz diyorlarsa, bu sözlerini isbât etmeleri lâzımdır. Evet, evliyânın bir kısmı öldükten sonra, âlem-i kudse yükseltilir. Huzûr-i ilâhîde herşeyi unuturlar. Dünyâdan ve dünyâda olanlardan haberleri olmaz. Duâları duymazlar.
Birşeye vâsıta, sebep olmazlar. Dünyâda olan, diri olan evliyâ arasında da böyle meczûblar bulunur. Bir kimse, kerâmete hiç inanmıyor ise, hiç ehemmiyeti yoktur. Sözlerini isbât edemez. Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler ve asırlarca görülen, bilinen olaylar, onu haksız çıkarmaktadır. Evet bir câhil, bir ahmak, dileğini Allahü teâlânın kudretinden beklemeyip, velî yaratır, yapar derse, bu düşünce ile ondan isterse, bunu elbet yasak etmeli, ceza da vermelidir. Fakat bunu ileri sürerek, İslâm âlimlerine, âriflere dil uzatılmaz. Çünkü, Resûlullah (s.a.v.) kabir ziyâret ederken, mevtaya selâm verirdi. Mevtadan birşey istemeği hiç yasak etmedi. Ziyâret edenin ve ziyâret olunanın hâllerine göre, kimine duâ edilir, kiminden yardım istenir. Peygamberlerin kabirde diri olduklarını her müslüman bilir ve inanır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Hülâsat-ül-eser (Muhibbî) cild-2, sh. 318
2) Mu’cem-ül-müellifîn cild-5, sh. 95
3) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 318
4) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 408, 972, 1026
5) Eshâb-ı Kirâm sh. 154, 293
6) Hadarât-ül-kuds sh. 189
7) Umdet-ül-makâmât sh. 160