Hindistan’ın büyük hadîs âlimlerinden. 958 (m. 1551)’de Muharrem ayında Delhi’de doğdu. Silsile-i âliyye ismi verilen altın halkanın büyüklerinden olan, Muhammed Bâkî-Billah hazretlerinin talebesi olmakla şereflendi. 1052 (m. 1642)’de Delhi’de vefât etti.
Babası Seyfeddîn bin Sa’dullah’dır. Dedesi, Sultan Muhammed Hilci zamanında Buhârâ’dan Hindistan’a hicret etti. Oğlu Seyfeddîn’i, büyük bir âlim olacak şekilde yetiştirdi. Seyfeddîn de oğlu Abdülhak’a, iyi bir tahsil vermek için bütün gayretiyle uğraştı. Abdülhak’ın, fevkalâde kuvvetli bir hafızası vardı. Öyle ki, iki yaşında annesini emdiğini hatırlıyordu. Küçük yaşlarında iken babasının öğretmesi ile, iki ay gibi kısa bir zaman içinde Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimleri, tasavvuf ismi verilen bâtınî ilimleri ve zamanın fen ilimlerini öğrenerek, daha onyedi yaşında iken tahsilini bitirdi. Abdülhak-ı Dehlevî bunlarla yetinmiyerek, Haremeyn-i şerîfeyn’e (Mekke ve Medine’ye) giderek, oradaki âlimlerin büyükleri ile görüştü. Büyük hadîs âlimlerinden Abdülvehhâb-ı Müttekî’den hadîs ilimlerini okudu. Peygamber efendimizin mübârek Ravda-i mutahherasında ikâmet etmeye başladı. Burada pekçok ma’nevî feyz ve bereketlere kavuştu. Bu mevzûda kendisi; “Bu hakîr, fakir, Resûlullah’ın ikram ve ihsânlarını anlatmaya kalksam gücüm yetmez” buyururdu.
Hadîs âlimi Abdülhak-ı Dehlevî Hicaz’dan Hindistan’a geldi ve ilk zamanlar, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yazılarını beğenmez, i’tirazlar yazardı. Fakat, son zamanlarda, Allahü teâlânın inâyetine kavuşarak, yapdıklarına pişman oldu. Tövbe etti. Hâce Muhammed Bâkî’nin me’zûn ettiği talebelerinden Mevlânâ Hüsâmeddîn Ahmed’e, bu tövbesini şöyle yazdı: “Allahü teâlâ, Ahmed-i Fârûkî’ye selâmetler ihsân etsin! Bu fakirin kalbi, şimdi ona karşı çok hâlis oldu. Beşeriyyet perdeleri kalkdı. Nefsin lekeleri temizlendi. Yol birliğini bir tarafa bırakalım, böyle bir din büyüğüne karşı durmamak, akıl icâbı idi. Ne insafsızlık, ne cahillik etmişim. Şimdi kalbimde vicdanımda duyduğum mahcubiyeti, ona karşı küçüklüğümü anlatamam. Kalbleri çevirmek, hâlleri değişdirmek, Allahü teâlâya mahsûstur.”
Abdülhak-ı Dehlevî, kendi çocuklarına da mektûp yazarak; “Ahmed-i Fârûkî’nin “Sellemehullahü teâlâ” sözlerine karşı i’tirâzlarımın müsveddelerini yırtınız! Kalbimde ona karşı hiç bir bulanıklık kalmamışdır. Kalbim ona karşı hâlis olmuşdur” dedi.
Abdülhak-ı Dehlevî’nin tövbesinin sebebi iyi bilinmiyor. Ba’zıları diyor ki: “Resûlullahı (s.a.v.) rü’yâda gördü ve inkârından dolayı kendisini azarladı.” Ba’zıları da diyor ki, “İmâm-ı Rabbânî hakkında, Kur’ân-ı kerîm’den tefe’ül (hayır dileme) etti. “Yalancı ise, zararı onadır. Doğru söylüyorsa, Allahü teâlâ va’d ettiklerinden ba’zısını başınıza getirir!” meâlindeki âyet-i kerîme çıktı. Bir kerre de; “Onlar Allahü teâlânın sevgili kullarıdır. Alış-verişde bile Allahü teâlâyı kalblerinden çıkarmazlar” meâlindeki âyet-i kerîme çıkdı. “Ba’zıları da diyor ki: “Ona karşı i’tirazları, düşmanların gönderdiği uydurma bir mektûb sebebi ile idi. İşin doğrusunu anlayınca, pişman olup tövbe etti.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbetleriyle şereflendi. Onun sâdık talebelerinden oldu. Teveccühlerine kavuşarak, feyz ve bereketlerinden istifâde etti. İmâm-ı Rabbânî, ona zaman zaman mektûplar yazarak nasîhatlarda bulunurdu. Gönderdiği, mektûblardan birisi şöyledir:
“Allahü teâlâya hamd olsun ve O’nun seçtiği, sevdiği kullarına selâm olsun! Kıymetli efendim! Sıkıntıların gelmeleri, görünüşde çok acı ise de, bunların ni’met oldukları umulur. Bu dünyânın en kıymetli sermâyesi, üzüntüler ve sıkıntılardır. Bu dünyâ sofrasının en tatlı yemeği, derd ve musibetlerdir. Bu tatlı ni’metleri acı ilâçlarla kaplamışlar. Bunun için, dostlara derd ve sıkıntı yağdırmağa başlamışlardır. Saâdetli, akıllı olanlar, bunların içine yerleşdirilmiş olan tatlıları görür. Üzerindeki acı örtüleri de tatlı gibi çiğnerler. Acılardan tat alırlar. Nasıl tatlı olmasın ki, sevgiliden gelen herşey tatlı olur. Hasta olanlar, onun tadını duyamaz. Hastalık da, O’ndan başkasına gönül vermekdir. Se’âdet sahibleri, sevgiliden gelen sıkıntılardan o kadar tat alırlar ki, iyiliklerinde o tadı duyamazlar. Her ikisi de sevgiliden geldiği hâlde, sıkıntılardan, sevenin nefsi pay almaz, iyiliklerini ise, nefs de istemektedir. Arabî mısra’tercemesi:
Ni’mete kavuşanlara afiyet olsun!
Yâ Rabbî! Bizi, sıkıntıların sevâblarından mahrûm eyleme! Bunlardan sonra, bizi fitnelere düşürme! İslâmın za’îf olduğu bu günlerde, sizin kıymetli varlığınız, müslümanlar için büyük bir ni’mettir. Allahü teâlâ, selâmet versin ve uzun ömürler ihsân eylesin! Vesselâm.” (İkinci cild-29. mektûb)
Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri, insanların kurtuluşa saadete kavuşmaları için birbirinden kıymetli kitaplar yazmıştır. Bunlardan ba’zıları şunlardır: Târih-i Hakkı, Târih-i Abdülhak, Matla’ul-envâr, Medâric-ün-nübüvve, Cezb-ül-kulûb, Ahbâr-ül-ahyâr, Mektûbât, Sifr-üs-se’âdet şerhi, Merec-ül-Bahreyn, Eşi’ât-ül-leme’ât’dır.
Abdülhak-ı Dehlevî, çeşitli kademedeki devlet büyüklerine ve kimselere mektûblar yazıp onlara nasîhatlarda bulunurdu. Bu mektûplardan birisi şöyledir:
Şerh-i Sadr; göğsün ya’nî kalbin açılması, en yüce makam, en büyük ni’met ve en azîz ilâhi hediyelerdendir. Zira Hak teâlâ büyüklerin efendisi, kâinatın hülâsası, habîbi ve Resûlünü (s.a.v.) bu husûsi ihsân ile ni’metlendirmiştir.
Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Kalbe îmân nûru girince, genişler ve açılır.” Eshâb-ı Kirâm (aleyhimürrıdvân); “Yâ Resûlallah! O nûrun kalbe girmesinin alâmeti, işâreti nedir?” dediler. Buyurdu ki: “Alâmeti, kulun, yüzünü ebedî olan âhırete dönmesi, aldatan ve yoldan çıkaran dünyâdan ve ona tutulmaktan uzaklaşıp kurtulmasıdır.” Dünyâ görünüşte süslüdür, yaldızlıdır, ama aldatıcıdır, hilecidir. Kendini sevenlerin gönüllerini çalar. Peygamberlik basireti, gözüyle ve îmân nûru ışığıyla bakılınca, yakînen görülür ve anlaşılır ki, dünyâ işlerinin temeli sakat ve dayanıksızdır. Âhıret ise dâimi ve sonsuzdur. Bu anlayışa erişen kimse, yüzünü fâni olan dünyâdan çevirir, kalb gözünü sonsuzluk âlemine döndürür ve yolculuk için lâzım olan sevâb azıklarını bulundurur. Kişinin sadrının (göğsünün) inşirahından açılmasından nasîbi, bu îmân nûrundan olan nasîbi kadardır. Bunun da miktarı kalbindeki ferahlıkla ölçülür. Çünkü nûrun, sinenin açılmasında ve kalbin ferahında te’sîri tamdır. Bu sebebdendir ki, dünyâdaki ışığın bile, gönül rahatlığına, kalb ferahlığına, karanlığın da, sıkılmaya, daralmaya yol açması, sebeb olması büyüktür. Bunun için demişlerdir ki, nefs-i natıka (insanî rûh), nura, ışığa âşıktır. Nerede bir ışık huzmesi, parıltısı bulsa, o tarafa döner ve o yöne koşar. Bu yüzden aydınlık yerde uyku az gelir. Zira rûh, aydınlığa nûra olan teveccühü sebebiyle içerden dışarıya gelir. Karanlık olunca, içe çekilir ve uykuya dalar. Beyt:
Sana visal meclisinde, göz uyku yüzü
görmez,
Yüzünün kandili önde, uykuya sıra gelmez.
Anlaşıldı ki, nûrun zuhuru, ferah ve sürûr sebeblerindendir. Kalbler onunla açılır. Sadrın şerhinin sebeblerinden biri de ilimdir, ilim sebebiyle kalb o kadar genişler, açılır ki, onun her köşesi göklerden ve yerden daha geniş olur. Hepsini içine alır. Bir kimsenin ilmi ne kadar çoğalırsa, sînesindeki genişleme de o kadar artar. Bu ilimden murâd, her. İlim değil, Peygamberden (s.a.v.) miras kalan ilimdir. Peygamberlere ilimden başka şeyle vâris olunmaz. Hadîs-i şerîfde; “Peygamberler, vârislerine, altın ve gümüş bırakmazlar. Onlar ilim bırakırlar” buyurulması o ilme işârettir. O zamandan bu yana çok vakit geçti. Felsefe karanlıkları zuhur etti. İslâm semâsını kararttılar. Bir kısım insanları yoldan çıkardılar. Bunlara ilim değil, cehâlet demek daha uygun olur.
Sadrın şerhi sebeblerinden biri de, Allahü teâlânın kullarına; mal, para, makam ve benzeri şeylerde ihsânda bulunmaktır. Mal ve para ile olan ihsân ve iyiliğin ne olduğunu herkes bilir. Kimin eli daha açık ise, kalbi de o kadar geniştir. Kimin eli kısa ve kapalı ise, sinesi de o nisbette dardır. El açıklığı, cömertlik ve ihsân, Allahü teâlâ ve kulları katında büyük mertebedir. Dünyâ ve âhırette izzettir, iyiliktir ve sevâbdır. Makamla olan ihsân; kimsesiz bir kişiyi, yanına veya emrine veya birisinin yanında bir işe koymakla yapılan ihsândır.
Sadrın şerhi sebeblerinden biri de, Allah yolunda kahramanlık, insaf sahipleri yanında doğruyu söylemektir. Bu da gönül açıklığına yol açar. Böyle yiğitlik, güzelliklerin başı ve bütün iyiliklerin kaynağıdır. Din yolundaki şiddet ve zorluklar, ancak bununla aşılır. “Canını düşünmeden saldırdığı zaman, yiğidin kalbine açılan ve görünen şeyi, başkaları kırk sene halvette kalmakla göremez” demişlerdir. Ama bu cesâret ve yiğitlik. Allah için ve Allahın dîninde olursa herşeyden daha yüksektir. Bunun için onların karşılığı (Âl-i İmrân sûresi 169 ve 170.) “Onlar Rableri katında diridirler. Cennet meyvelerinden rızıklanırlar. Onlar, Allahın verdiği ihsândan dolayı, ferah ve sevinç içindedirler” âyetlerinde meâlen bildirilen büyük ni’metlerdir. Bundan daha yüksek hangi mertebe olur.
Sinenin açılması sebeblerinden biri de, kalbi, sıfât-ı zemîme, ya’nî kötü sıfatlar denilen; hased, ucb, kibir, riya, buğz, kin ve Allah için olmayan mal ve makam, ya’nî dünyâ sevgisi gibi kötü huylardan temizlemektir. Çünkü bunlar, şehvet ve nefs toprağından yükselen, zulmânî buhar ve dumanlardır. Kalbi bulandırır ve karartırlar ve sadrın şerhine sebeb olan îmân nûrundan, tevhîdden, ilimden, muhabbetten ve zikirden insanı alıkoyarlar. Mahrûm bırakırlar. Kalb sahasını karartır ve daraltırlar. Beyt:
Dışarı çıkmaz isen tabiat sarayından,
Nasıl haberin olur, hakîkat diyarından.
Bu güzel sıfatlar, en kâmil, en yüksek, en mükemmel şekilde Resûl-i ekremde (s.a.v.) mevcûd idiler. O’ndan sonra, uyma mikdârınca, ona tâbi olanlarda bulunur. Mütâbeatta, ya’nî Resûlullaha uymada, kim daha ileri gitmişse, sadrı daha çok genişlemiş ve kalbi o nisbette nûrlanmış olur. İmrân sûresi, otuzbirinci âyetinde meâlen: “Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki, eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da, sizi sevmesini istiyorsanız, bana tâbi olunuz! Allahü teâlâ bana tâbi olanları sever” buyuruldu. Hiç şüphesiz bir kimse, kimin peşinden gider, adım adım onu ta’kib ederse onun kavuştuğu yere, bu da kavuşur. Gerçi Resûlullahın makamı daha yücedir, yeri herkesin olduğu yerden yüksektir. O’nun makamında hiç kimse yoktur, herkes O’ndan aşağıdadır, ama dâire geniştir ve etrâfında makamlar vardır. O parlayan nûrdan ve gelen feyzden, etrâfında olanlara da bir şua, bir serpinti ulaşır. Âyet-i kerîmede meâlen; “Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik” buyuruldu.
Bilhassa muhabbet, alâka ve bağlılık bu işte büyük bir esastır. Çünkü muhabbet, ma’iyyeti (beraberliği) îcâbettirir. Hadîs-i şerîfde: “Kişi sevdiği ile beraber olur” buyuruldu. (41. Mektûb)
Aşağıdaki hadîs-i şerîfler, Abdullah-ı Dehlevî’nin yazdığı, meşhûr “Mişkât” kitabının farsça şerhi olan “Eşi’at-ül-leme’ât”ın dördüncü cildinden alınmıştır:
“İnsanlara merhamet etmeyene, Allah merhamet etmez.”
“Zulme mâni olarak, zâlime de mazlûma da yardım ediniz!”
“Satın alınan bir gömleğe verilen paranın onda dokuzu helâl ve onda biri haram para ise, bu gömlekle kılınan namazı Allah kabûl etmez.”
“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulm etmez. Onun yardımına koşar. Onu küçük ve kendinden aşağı görmez. Onun kanına, malına, ırzına, namusuna zarar vermesi haramdır.”
“Allaha yemîn ederim ki, bir kimse kendisine yapılmasını sevdiğini, din kardeşi için de sevmedikçe îmânı tamam olmaz.”
“Kötülüğünden komşusu emîn olmayanın, Allaha yemîn ederim ki, îmânı yokdur.”
“Kalbinde merhameti olmayanın îmânı yoktur.”
İnsanlara merhamet edene, Allah merhamet eder.”
“Küçüklerimize acımayan ve büyüklerimize saygılı olmayan, bizden değildir.”
“İhtiyârlara saygı gösteren ve yardım eden, ihtiyârlayınca, Allah ona da yardımcılar nasîb eder.”
“Yanında birini gıybet edeni susturan kimseye, Allah dünyâda ve âhırette yardım eder. Gücü yeterken susturmazsa, Allah onu dünyâda ve âhırette cezalandırır.”
“Din kardeşinin aybını, utanç verici hâlini görüp de, bunu örten, gizliyen kimse, İslâmiyetten önce arabların yapdıkları gibi, diri gömülen kızı mezardan çıkarmış, ölümden kurtarmış gibidir.”
“İki arkadaştan Allah indinde daha iyi olanı, arkadaşına iyiliği daha çok olanıdır.”
“Birinin iyi veya kötü olduğu, komşularının onu beğenip beğenmemesi ile anlaşılır.”
Resûlullah (s.a.v.) Eshâbına karşı buyurdu ki: “Siz, öyle bir zamanda geldiniz ki, Allahü teâlânın emirlerinin ve yasaklarının onda birini yapmaz iseniz, helak olur, Cehenneme gidersiniz. Sizden sonra öyle müslümanlar gelecek ki, Allahü teâlânın emirlerinin ve yasaklarının onda birini yapabilseler, Cehennemden kurtulurlar.”
“Allah dünyalığı dostlarına da, düşmanlarına da vermişdir. Güzel ahlâkı ise, yalnız sevdiklerine vermişdir.” (iyi huylu olan kâfirlerin ölmeleri yaklaşınca îmâna kavuşacakları umulur sözünün doğru olduğu buradan da anlaşılmaktadır.)
“Bir kimsenin ırzına, malına saldıranın sevâbları, kıyâmet günü o kimseye verilir, ibâdetleri, iyilikleri yoksa, o kimsenin günahları buna verilir.”
“Allah indinde günahların en büyüğü, kötü huylu olmaktır.”
“Bir kimse, sevmediği birisine belâ ve sıkıntı geldiği için sevinirse, Allah, bu kimseye de bu belâyı verir.”
“İki kişi mescide gelip namaz kıldılar. Kendilerine birşey ikram edildi. Oruçlu olduklarını söylediler. Konuşduktan sonra kalkıp giderlerken, hazret-i Peygamber efendimiz bunlara; “Namazlarınızı tekrar kılınız ve oruçlarınızı tekrar tutunuz! Çünkü konuşurken bir kimseyi gıybet ettiniz, (ya’nî, bir kusurunu söylediniz) Gıybet etmek, ibâdetlerin sevâbını giderir” buyurdu.”
Hased etmeyiniz! Ateş odunu yok ettiği gibi, hased de insanın sevâblarını giderir.” Hased, kıskanmak, çekememek demektir. Ya’nî Allahın birisine vermiş olduğu ni’metin, ondan gitmesini istemek demektir. Ondan gitmesini istemeyip de, kendisinde de olmasını istemek, hased olmaz. Buna (Gıpta) etmek, imrenmek denir. Birisinde bulunan kötü, zararlı şeyin gitmesini istemek “Gayret” ve “Hamiyyet” olur.
“İyi huylu, dünyâda ve âhırette iyiliklere kavuşacakdır.”
“Allah, dünyâda güzel sûret ve iyi huy ihsân ettiği kulunu âhıretde Cehenneme sokmaz.”
Ebû Hüreyre’ye “İyi huylu ol!” buyuruldu. İyi huy nedir deyince, “Senden uzaklaşana yaklaşıp nasihat et ve sana zulmedeni affet ve malını, ilmini, yardımını senden esirgeyene bunları bol bol ver”buyurdu.
“Kibirden, hıyânetten ve borçdan temiz olarak ölen kimsenin gideceği yer Cennettir.”
“Hazret-i Peygamber borçlu olan birinin cenâze namazını kılmak istemedi. Ebû Katâde ismindeki bir sahâbî, onun borcunu, havale yolu ile kendi üzerine aldı. Peygamberimiz de cenâze namazını kılmağı kabûl buyurdu.
“Zevcelerinizi döğmeyiniz! Onlar, sizin köleniz değildir.”
“Allah indinde en iyiniz, zevcesine karşı en iyi olanınızdır. Zevcesine karşı en iyi olanınız, benim.”
“Îmânı üstün olanınız, huyu daha güzel ve zevcesine daha yumuşak olanınızdır.”
“Eşi’at-ül-leme’ât” kitabında namazın ehemmiyetini bildiren çeşitli hadîs-i şerîfler vardır. Bu kitabdan ba’zı bölümler:
Arabîde namaza, “Salât” denir. Salât; duâ, rahmet ve istiğfar demektir. Namazda bu üç ma’nânın hepsi bulunduğu için, salât denilmiştir.
Ebû Hüreyre (r.a.) bildiriyor. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Beş vakit namaz ve Cum’a namazı, gelecek Cum’aya kadar ve Ramazan orucu, gelecek Ramazana kadar yapılan günahlara keffarettirler. Büyük günah işlemekten sakınanların küçük günahlarının affına sebeb olurlar”Arada işlenilmiş olan küçük günahlardan kul hakkı bulunmıyanları yok ederler. Küçük günahları af edilerek bitmiş olanların, büyük günahları için olan azâblarının hafiflemesine sebeb olurlar. Büyük günahların af edilmesi için tövbe etmek de lâzımdır. Büyük günahı yok ise, derecesinin yükselmesine sebeb olurlar. Bu hadîs-i şerîf, Müslim’de yazılıdır. Beş vakit namazı kusurlu olanların af olmasına Cum’a namazları sebeb olur. Cum’a namazları da kusurlu ise, Ramazan oruçları sebep olur.
Yine Ebû Hüreyre (r.a.) bildiriyor. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kapısının önünde akar su olan bir kimse, bu suda her gün beş kerre yıkansa, bedeninde kir kalır mı?” Eshâb-ı Kirâm cevâb vererek; “Hayır hiç kir kalmaz yâ Resûlallah” dediler. “Beş vakit namaz da böyledir. Beş vakit namaz kılanların küçük günahlarını Allahü teâlâ yok eder” buyurdu. Bu hadîs-i şerîf, Buhârî’de ve Müslim’de yazılıdır.
Abdullah İbni Mes’ûd (r.a.) diyor ki: Eshâbdan biri bir günah işlemişti. Sonra da pişman olup, Resûlullaha (s.a.v.) geldi ve yaptığını anlattı. Resûlullah (s.a.v.) vahy bekledi. Sonra, bu zât namaz kıldı. Allahü teâlâ âyet-i kerîme gönderip meâlen; “Günün iki tarafında ve güneş batınca namaz kıl! iyilikler, kötülükleri elbette yok eder” buyurdu. Günün iki tarafı, öğleden evvel ve öğleden sonra demektir. Ya’nî sabah, öğle ve ikindi namazlarıdır. Gündüze yakın olan gece namazı da, akşam ve yatsı namazlarıdır. Bu âyet-i kerîmede, hergün beş vakit namazın, günahların af edilmelerine sebep oldukları bildirilmektedir. Bu zât, “Yâ Resûlallah! Bu müjde yalnız benim için midir? Yoksa bütün ümmet için midir?” dedi. Resûlullah da (s.a.v.); “Bütün ümmetim içindir” buyurdu. Bu hadîs-i şerîf, iki Sahîhde de yazılıdır.
Enes bin Mâlik (r.a.) diyor ki: Bir kimse Resûlullaha (s.a.v.) gelip; “Had cezası verilecek bir günah işledim. Bana had cezası vur!” dedi. Resûlullah, ne günah işlemiş olduğunu buna sormadı. Namaz vakti geldi. Beraber kıldık. Resûlullah (s.a.v.) namazı bitirince, bu zât kalktı ve; “Yâ Resûlallah (s.a.v.)! Ben, had cezası verilecek bir günah işledim. Allahü teâlânın kitabında emr olunan cezayı bana yap!” dedi. “Sen bizimle beraber namaz kılmadın mı?” buyurdu. Evet kıldım dedi. “Üzülme Allahü teâlâ günahını af eyledi”buyurdu. Bu hadîs-i şerîf, iki temel kitapda ya’nî Buhârî ve Müslim’de yazılıdır.
Bu zât, had lâzım olan büyük günah işlediğini zannetmişti. Namaz kılınca af olması, bunun küçük günah olduğunu göstermektedir. Yâhud had demesi, küçük günahların karşılığı olan “Ta’zîr” cezası idi. İkinci sorusunda “Had cezası yap” dememesi de böyle olduğunu gösteriyor.
Abdullah İbni Mes’ûd (r.a.) diyor ki: Allahü teâlânın ençok hangi ameli sevdiğini Resûlullahdan sordum. Resûlullah da (s.a.v.); “Vaktinde kılınan namaz” buyurdu. Ba’zı hadîs-i şerîflerde ise; “Evvel vaktinde kılınan namazı çok sever” buyurulmuştur. Ondan sonra hangisini çok sever dedim. “Anaya-babaya iyilik yapmayı” buyurdu. Bundan sonra da hangisini çok sever dedim. “Allah yolunda cihâd etmeyi” buyurdu. Bu hadîs-i şerîf de, iki Sahîh kitâbda yazılıdır. Başka bir hadîs-i şerîfde; “Amellerin en iyisi, yemek yedirmekdir” buyuruldu. Bir başkasında; “Selâm vermeyi yaymaktır” Bir başkasında ise; “Gece, herkes uykuda iken namaz kılmakdır” buyurulmuştur. Başka bir hadîs-i şerîfde; “En kıymetli amel, elinden ve dilinden, kimsenin incinmemesidir.” Bir hadîs-i şerîfde de; “En kıymetli amel, cihaddır” buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde; “En kıymetli amel, hacc-ı mebrûrdur.” Ya’nî, hiç günah işlemeden yapılan hacdır buyuruldu. “Allahü teâlâyı zikr etmektir” ve “Devamlı olan ameldir” hadîs-i şerîfleri de vardır. Suâli soranların hâllerine uygun, çeşidli cevaplar verilmişdir. Yahut, zamana uygun cevap verilmiştir. Meselâ, İslâmiyetin başlangıcında, amellerin en efdali en kıymetlisi cihâd idi. (Âyet-i kerîmeler, hadîs-i şerîfler, namazın zekâttan, sadakadan daha kıymetli olduğunu göstermektedir. Fakat, ölüm hâlinde bulunana birşey verip, onu ölümden kurtarmak, namaz kılmaktan daha kıymetli olur. Demek ki, başka hâller, şartlar içinde, başka şeyler daha kıymetli olmaktadır.)
Câbir bin Abdullah (r.a.) haber veriyor. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “İnsan ile küfür arasındaki sınır, namazı terk etmekdir.”Çünkü, namaz insanı küfre varmakdan koruyan perdedir. Bu perde aradan kalkınca kul küfre kayar. Bu hadîs-i şerîf “Müslim”de yazılıdır. Bu hadîs-i şerîf namazı terk etmenin çok fenâ olduğunu gösteriyor. Eshâb-ı Kirâmdan çok kimse, namazı özürsüz terk eden imansız olur dediler.
Übâde bin Sâmit (r.a.) haber veriyor Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâ beş vakit namaz kılmağı emr etdi. Bir kimse; güzel abdest alıp, bunları vaktinde kılarsa ve rük’ûlarını, huşû’larını, tamam yaparsa, Allahü teâlâ, onu af edeceğini söz vermişdir. Bunları yapmıyan için söz vermemişdir. Bunu, isterse af eder, isterse azâb yapar.”Bu hadîs-i şerîfi İmâm-ı Ahmed, Ebû Dâvûd ve Nesâî bildirmişlerdir. Görülüyor ki, namazın şartlarına, rükû’ ve secdelerine dikkat etmek lâzımdır. Allahü teâlâ sözünden dönmez. Doğru dürüst namaz kılanları muhakkak af eder.
Ebû Ümâme-i Bâhilî (r.a.) bildiriyor. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Beş vakit namazınızı kılınız! Bir ayınızda oruç tutunuz! Mallarınızın zekâtını veriniz! Başınızda olan âmirlere itaat ediniz. Rabbinizin Cennetine giriniz.” Görülüyor ki, hergün beş vakit namaz kılan, Ramazan ayında oruç tutan, malının zekâtını veren, Allahü teâlânın yeryüzünde halîfesi olan âmirlerin, İslâmiyete uygun emirlerine itaat eden bir müslüman, Cennete gidecektir. Bu hadîs-i şerîfi, İmâm-ı Ahmed ve Tirmizî bildirmişlerdir.
Ebû Zer-i Gifârî (r.a.) diyor ki: Sonbahar günlerinden birinde, Resûlullah (s.a.v.) ile beraber sokağa çıktık. Yapraklar dökülüyordu. Bir ağaçdan iki dal kopardı. Bunların yaprakları hemen döküldü. “Yâ Ebâ Zer! Bir müslüman Allah rızâsı için namazı kılınca, bu dalların yaprakları döküldüğü gibi, günahları dökülür”buyurdu. Bu hadîs-i şerîfi İmâm-ı Ahmed haber verdi.
Zeyd bin Hâlid Cühenî haber veriyor. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Bir müslüman, doğru olarak ve huşû’ ile iki rek’at namaz kılınca, geçmiş günahları af olur.” Ya’nî Allahü teâlâ, onun küçük günahlarının hepsini af eder. Bu hadîs-i şerîfi İmâm-ı Ahmed bildirdi.
Abdullah bin Amr İbni Âs haber veriyor. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Bir kimse, namazı eda ederse, bu namaz kıyâmet günü nûr ve burhan olur ve Cehennemden kurtulmasına sebep olur. Namazı muhafaza etmezse, nûr ve burhan olmaz ve necât bulmaz. Karun, Fir’avn, Hâmân ve Übey bin Halef ile birlikte bulunur.” Görülüyor ki bir kimse; namazı farzlarına, vâciblerine, sünnetlerine ve edeblerine uygun olarak kılarsa, bu namaz, kıyâmette nûr içinde olmasına sebep olur. Böyle namaz kılmağa devam etmezse, kıyâmet günü adı geçen kâfirlerle beraber olur. Ya’nî Cehennemde şiddetli azâb çeker. Ubey bir Halef, Mekke kâfirlerinin azgınlarından idi. Uhud Gazâsında, Resûlullah (s.a.v.) mübârek eli ile onu Cehenneme gönderdi. Bu hadîs-i şerîfi, İmâm-ı Ahmed ile Dârimî bildirmişlerdir. Beyhekî de, “Şa’b-ül-Îmân” kitabında yazmısdır.
Tabiînin büyüklerinden Abdullah bin Şakîk diyor ki: “Eshâb-ı Kirâm (r. anhüm), ibâdetler içinde, yalnız namazı terk etmenin küfür olacağını söylediler.” Bunu, Tirmizî bildirdi. Abdullah bin Şakîk; Ömer’den, Ali’den, Osman’dan ve Âişe’den (radıyallahü anhüm) hadîs-i şerîfler rivâyet etmiştir. Hicretin yüzseksen senesinde vefât etmiştir.
Ebüdderdâ (r.a.) diyor ki: Çok sevdiğim bana dedi ki: “Parça parça parçalansan, ateşte yakılsan bile, Allahü teâlâya hiçbir şeyi şerik yapma! Farz namazları terk etme! Farz namazları bile bile terk eden müslümanlıktan çıkar. Şarab içme! Şarab, bütün kötülüklerin anahtarıdır.” Bu hadîs-i şerîfi İbn-i Mâce bildirdi. Görülüyor ki, farz namazlara aldırış etmeyip terk eden, imansız olur. Tenbellikle terk eden, imansız olmaz ise de büyük günah olur. İslâmiyetin bildirdiği beş özürden biri ile fevt etmek, kaçırmak günah değildir. Şarab ve alkollü içkilerin hepsi aklı giderir. Aklı olmıyan, her kötülüğü yapabilir.
Ali (r.a.) haber veriyor. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Yâ Ali! Üç şeyi yapmağı gecikdirme: Vakti gelince, namazı hemen kıl! Cenâze hazırlanınca, namazını hemen kıl! Bir kızın küfüvünü bulunca, hemen evlendir!” Bu hadîs-i şerîfi Tirmizî bildirdi. Cenâze namazını gecikdirmemek için, mekrûh üç vakitde de kılmalıdır.
Abdullah İbni Ömer (r.anhümâ) haber veriyor. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Namazlarını vakitleri gelince hemen kılanlardan Allahü teâlâ râzı olur. Vakitlerinin sonunda kılanları da af eder.” Bu hadîs-i şerîfi Tirmizî bildirdi.
Şafiî mezhebinde her namazı, vaktinin evvelinde kılmak efdaldir. Mâlikî mezhebi de buna yakındır. Ancak, çok sıcakda, yalnız kılanın, öğleyi gecikdirmesi efdal olur. Hanbelî mezhebi de, Şafiî gibidir. Hanefî mezhebinde, sabah ve yatsı namazlarını geciktirmek ve sıcak zamanlarda öğleyi, hava serinleyince kılmak efdaldir. (Fakat öğleyi, İmâmeyn kavline göre, ikindi vakti girmeden ve ikindiyi ve yatsıyı da, İmâm-ı a’zama göre, vakti girince kılmak iyi olur, ihtiyâtlı olur. Takvâ ehli olanlar, her işlerinde ihtiyâtlı olurlar.)
Âişe (r.anhâ) diyor ki: “Resûlullahın (s.a.v.) namazını âhır vaktinde kıldığını, iki defa görmedim.” Ya’nî, bütün ömründe bir kere, bir namazı vaktinin sonunda kılmışdır.
Ümm-i Habîbe (r. anhâ) haber veriyor. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Bir müslüman kul, her gün, farz namazlardan başka, on iki rek’at, tetavvu’ olarak namaz kılarsa, Allahü teâlâ ona Cennetde bir köşk yapar.” Bu hadîs-i şerîf “Müslim”de yazılıdır. Görülüyor ki, hergün beş vakit farz ile kılınan sünnet namazlar, Resûlullah (s.a.v.) tetavvu’ ya’nî nafile namaz demektedir.
Tabiînin büyüklerinden Abdullah bin Şakîk diyor ki: Resûlullahın (s.a.v.) tetavvu’ namazlarını ya’nî nafile namazlarını, hazret-i Âişe’den (r.anhâ) sordum. “Öğle farzından evvel dört, sonra iki, akşamın ve yatsının farzlarından sonra iki, sabah namazlarının farzından evvel iki rek’at kılardı” dedi. Bu haberi, Müslim ve Ebû Dâvûd bildirdiler.
Âişe (r.anhâ) dedi ki: “Resûlullahın (s.a.v.) nafile ibâdetlerden ençok devam ettiği, sabah namazının sünneti idi. “Bu haber, hem “Buhârî” de, hem de “Müslim”de yazılıdır. Görülüyor ki, Âişe (r.anhâ) beş vakit namazın farzları ile beraber kılınan sünnet namazlara, nafile namaz demektedir.
“Eşi’at-ül-leme’ât” kitabında, Nikâh kısmı başında diyor ki:
Ebû Hüreyre (r.a.) haber veriyor. Resûlullahın (s.a.v.) yanına biri geldi; “Ensârdan bir kız ile evlenmek istiyorum” dedi. Resûlullah (s.a.v.); “Kızı (bir kerre) gör! Çünkü, Ensâr kabilesinin gözlerinde birşey vardır” buyurdu. Bu hadîs-i şerîf, “Müslim” kitabında yazılıdır. Evlenilecek kızı önceden bir kerre görmek sünnetdir..
Abdullah İbni Mes’ûd (r.a.) haber veriyor. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki; “Kadınlar görüşdükleri kadınların güzelliklerini, iyiliklerini, zevclerine anlatmasınlar. Zevcleri, o kadınları görmüş gibi olurlar.” Bu hadîs-i şerîf, Buhârî’de ve Müslim’de yazılıdır.
Ebû Sa’îd-i Hudrî (r.a.) haber veriyor. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Erkek erkeğin ve kadın kadının avret yerlerine bakmasın!” Görülüyor ki, erkeklerin kadınlara ve kadınların erkeklerin avret yerlerine bakmaları haram olduğu gibi, erkeklerin, erkeğin avret yerine ve kadınların, kadının avret yerine bakmaları da haramdır. Erkeğin, erkek ve kadın için avret mahalli, diz ile göbek arasıdır. Kadının, kadın için avret mahalli de böyledir. Kadının yabancı erkek için avret mahalli ise, ellerinden ve yüzünden başka bütün bedenidir. Bunun için, kadınlara avret denir. Yabancı kadının avret yerine, şehvetsiz de bakmak haramdır.
Câbir bin Abdullah (r.a.) haber veriyor. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Yabancı kadının evinde gecelemeyiniz!”
Akabe bin Âmir (r.a.) haber veriyor. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:“Yabancı kadın ile bir odada yalnız kalmayınız. Kadın, zevcinin birâderi veya bunun oğlu ile yalnız kalırsa, ölüme kadar sürüklenir.” Ya’nî fitnelere sebeb olur. Bundan pek çok sakınmalıdır. Bu hadîs-i şerîf, Buhârî’de ve Müslim’de yazılıdır.
Abdullah İbni Mes’ûd (r.a.) haber veriyor. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki; “Kadının bedeni avrettir.” Ya’nî örtülmesi lâzımdır. “Kadın sokağa çıkınca şeytan hep ona bakar.” (Ya’nî, erkekleri aldatmak, onları günaha sokmak için onu tuzak yapar.)
Büreyde (r.a.) haber veriyor. Resûlullah (s.a.v.) hazret-i Ali’ye dedi ki, “Yâ Ali! Bir kadını görürsen, yüzünü ondan ayır. Ona tekrar bakma! Ansızın görmek, günah olmaz ise de, tekrar bakmak günah olur.” Bu hadîs-i şerîfi Ebû Dâvûd ve Dârimî bildirdiler.
Ali (r.a.) haber veriyor. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Yâ Ali! Uyluğunu açma ve ölü veya diri, hiç kimsenin uyluk yerine bakma!” Bu hadîs-i şerîfi, Ebû Dâvûd ve İbn-i Mâce haber verdiler. Bundan anlaşılıyor ki, ölünün avret yerine bakmak, dirininkine bakmak gibidir.
Abdullah İbni Ömer (r.anhümâ) haber veriyor. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Avret yerinizi açmayınız! (Ya’nî, yalnız iken de açmayınız) Çünkü, yanınızda hiç ayrılmayan kimseler vardır. Onlardan utanınız ve onlara saygılı olunuz!” Bu kimseler, Hafaza denilen meleklerdir ki, insandan yalnız helada ve cimâ’da ayrılırlar.
Tâbi’înin büyüklerinden Behz bin Hakîm, babasından ve dedesinden haber veriyor. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Avret yerlerini ört! Zevcenden ve câriyenden başkasına gösterme! Yalnız iken de, Allahü teâlâdan haya ediniz!” Bu hadîs-i şerîfi, Tirmizî, Ebû Dâvûd ve İbn-i Mâce bildirdiler.
Ömer-ül-Fârûk (r.a.) haber veriyor. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Bir erkek, yabancı bir kadın ile halvet ederse, üçüncüleri şeytan olur.”
Bu hadîs-i şerîfi Tirmizî bildirdi. (Yabancı bir veya çok kadınla (Halvet) etmek, ya’nî kapalı bir yerde yalnız kalmak haramdır, İbn-i Âbidîn, imamlığı anlatırken diyor ki: “Başka bir erkek daha varsa veya zîrahm mahremi bir kadın da varsa halvet olmaz.”)
Tâhir bin Abdullah (r.a.) haber veriyor. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Zevci uzakda olan kadınların yanlarına gitmeyiniz! Çünkü şeytan, kan gibi damarlarınızda dolaşır.” Sizin de dolaşır mı? dediklerinde, “Benim de dolaşır. Fakat Allahü teâlâ, ona karşı, bana yardım etti. Onu müslüman yaptı. Bana teslim oldu.” buyurdu. Bu hadîs-i şerîfi, Tirmizî bildirdi.
Ümm-i Seleme (r.anhâ) diyor ki: “Resûlullah yanımda idi. Kardeşim Abdullah bin Ebî Umeyye’nin kölesi de odada idi. Bu köle muhannes idi. Resûlullah (s.a.v.) bu muhannesi görünce ve sesini işitince; “Bunun gibileri evinize almayınız” buyurdu. Bu hadîs-i şerîf, “Buhârî’de ve Müslim’de yazılıdır. Muhannes; ahlâkını, hareketlerini, sözlerini ve şeklini kadınlara benzeten kimse demektir. Böyle yapanlar mel’ûndur. Bunlar için, hadîs-i şerîfde; “Kendilerini kadınlara benzeten erkeklere ve erkeklere benzeten kadınlara, Allah la’net eylesin!” buyuruldu. Zarûret olmadan, erkekler gibi giyinen, onlar gibi traş olan, erkeklere mahsûs işleri yapan kadınlar ve kadın gibi saçlarını uzatan, süslenen erkekler, bu hadîs-i şerîfe dâhil olmaktadırlar.
Misver bin Mahreme (r.a.) diyor ki: Büyük bir taş götürüyordum. Yolda, elbisem aşağı düştü. Yukarı kaldıramadım. Resûlullah (s.a.v.) beni bu hâlde gördü ve; “Elbiseni yukarı kaldır! Çıplak olarak sokağa çıkmayınız!” buyurdu. Bu hadîs-i şerîfi “Müslim” bildirmektedir.
Ebû Umâme (r.anhâ) heber veriyor. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Bir kızın güzelliğini gören kimse, gözünü ondan hemen ayırırsa, Allahü teâlâ ona yeni bir ibâdet sevâbı ihsân eder ki, bu ibâdetin lezzetini hemen duyar.” Bu hadîs-i şerîfi, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel bildirdi.
Hasen-i Basrî (r.aleyh), mürsel olarak haber veriyor. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Avret yerlerini açana ve başkasının avret mahalline bakana, Allah la’net eylesin!” Bu hadîs-i şerîf, İmâm-ı Beyhekî’nin Şu’b-ül-Îmân kitabında yazılıdır.
Abdullah İbni Ömer (r.anhümâ) haber veriyor. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kendini bir kavme benzeten, onlardan olur!” Bu hadîs-i şerîfi, İmâm-ı Ahmed ve Ebû Dâvûd bildirdiler. Demek ki, ahlâkını, davranışlarını veya elbisesini başkalarına benzeten, onlardan olur.
Amr bin Şu’ayb, babasından ve dedesinden haber veriyor. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâ, kuluna verdiği ni’metleri görmeyi sever.” Bu hadîs-i şerîfi Tirmizî bildirdi. Görülüyor ki, Allahü teâlâ elbisenin yeni, güzel ve temiz olmasını sever. Bunları, ni’meti göstermek için yapanı sever. Kibir ile yapanı sevmez. Allahü teâlânın verdiği ni’metleri gizlemek caiz değildir, İlim ni’meti de böyledir.
Câbir bin Abdullah (r.a.) diyor ki:
“Resûlullah (s.a.v.) bize geldi. Evde, saçları dağınık biri vardı. Bunu görünce, “Bu saçlarını düzeltecek birşey bulamamış mı?” buyurdu. Elbisesi kirli birini de görünce, “Elbisesini yıkayacak birşeyi yok mu?” buyurdu.
Tabiînden Ebü’l-Ahves, babasından haber veriyor: “Resûlullahın (s.a.v.) yanına gittim. Elbisem eskimiş idi. “Malın yok mu?” buyurdu. Malım var dedim. “Ne cinsden malın var?” buyurdu. Her cinsden var dedim. Resûlullah (s.a.v.) “Allahü teâlâ, mal verince, ni’metlerin eserini üzerinde görmelidir!” buyurdu. Bu hadîs-i şerîfi, İmâm-ı Ahmed ve Nesâî bildirdiler.
“Merec-ül-bahreyn”de diyor ki: Hakim Ali Tirmizî buyurdu ki: “Yaşım ilerledikçe ilmim, amelim ve mücâhedem arttığı hâlde, gençliğimde kavuşmuş olduğum nûrları, te’sîrleri kendimde bulamaz oldum. Sebebini bir türlü anlıyamadım. Gençlik zamanım, Resûlullahın zamanına daha yakın olduğu için, o zamandaki hâlin daha üstün olduğu, kalbime ilham edildi. O zamana yakın zamanlar, böyle kıymetli idi.
“Merec-ül-bahreyn”de, Ahmed Zerrûk’dan alarak diyor ki: “Ma’sûm olmak, kusursuz olmak, Peygamberlere mahsûsdur. Velînin ma’sûm olması şart değildir. Israr ve devam olmadan, büyük günah işlemek, “vilâyeti bozmaz. Velî, günahından vazgeçer ve tövbe eder. Günah işlemek, insanı helak etmez. Günaha devam etmek, tövbeyi terk etmek helak eder. Âdem aleyhisselâmın zellesi ile, İblîsin isyanı, bundan dolayı farklı oldular. Eshâb-ı Kirâmın hepsini sevmekle ve hepsine saygılı olmakla emr olunduk. Sevilmeleri az veya çok olabilir. Fakat, hiçbirine dil uzatmamız, kötü bilmemiz caiz değildir. Kendi kusurlarımıza bakmamız hiçbir müslümanı gıybet etmememiz lâzımdır.
Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri “Mişkât” şerhinde buyuruyor ki: “Peygamberler ve evliyâ öldükten sonra, bunlardan yardım istemeği, meşâyıh-ı ı’zâm ve fıkıh âlimlerinin çoğu caizdir dedi. Keşf ve kemâl sahipleri, bunun doğru olduğunu bildirdi. Bunlardan çoğu rûhlardan feyz alarak yükseldiler. Böyle yükselenlere “Üveysî” dediler. İmâm-ı Şafiî buyuruyor ki: “İmâm-ı Mûsâ Kâzım’ın kabri, duâmın kabûl olması için bana tiryak gribidir. Bunu çok tecrübe ettim!” İmâm-ı Gazâlî buyurdu ki: “Diri iken tevessül olunan, feyz alınan kimseye, öldükten sonra da tevessül olunarak feyz alınır.” Meşâyıh-ı Kirâmın büyüklerinden biri diyor ki: “Diri iken tasarruf yapdıkları gibi, öldükten sonra da tasarruf, yardım yapan dört büyük velî gördüm. Bunlardan ikisi, Ma’rûf-i Kerhî ile Abdülkâdir-i Geylânî hazretleridir. Batı âlimlerinin ve evliyânın büyüklerinden olan Ahmed bin Zerrûk diyor ki: “Ebü’l-Abbâs-ı Hadramî hazretleri bana sordu ki: “Diri olan velî mi, yoksa ölü olan mı daha çok yardım eder?” “Herkes, diri olan diyor. Ben ise ölü olan daha çok yardım eder diyorum” dedim.” “Doğru söylüyorsun. Çünkü, diri iken, kullar arasındadır. Öldükten sonra ise, Hakkın huzûrundadır” buyurdu.
İnsan ölürken rûhunun ölmediğini âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler açıkça bildiriyor. Rûhun şuur sahibi olduğu, ziyâret edenleri ve onların yapdıklarını anladıkları da bildiriliyor. Kâmillerin ve velîlerin rûhları, diri iken olduğu gibi öldükten sonra da, yüksek mertebededirler. Allahü teâlâya ma’nevî olarak yakındırlar. Evliyâda, dünyâda da öldükten sonra da kerâmet vardır. Kerâmet sahibi olan, rûhlarıdır. Rûh ise, insanın ölmesi ile ölmez. Kerâmeti yapan, yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Herşey O’nun kudreti ile olmaktadır. Her insan, Allahü teâlânın kudreti karşısında diri iken de, ölü iken de hiçtir. Bunun için Allahü teâlânın dostlarından biri vâsıtası ile, bir kuluna ihsânda bulunması şaşılacak birşey değildir. Diri olanlar vâsıtası ile, çok şey yaratıp verdiğini, herkes, her zaman görmektedir, insan diri iken de, ölü iken de birşey yaratamaz. Ancak Allahü teâlânın yaratmasına vâsıta, sebep olmaktadır.”
Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri, fârisî “Medâric-ün-nübüvve” kitabının, ikici cild, yüzotuzikinci sahifesinde diyor ki: “Bedr gazâsında, dokuzyüzü aşan kâfir ordusundan, yetmişi öldürülmüştü. Bunlardan yirmidördü, bir leş çukuruna atıldı. Resûlullah (s.a.v.) üç gün sonra çukur başına geldi. Birkaçının ismini sayarak; “Rabbinizin ve O’nun Resûlünün bildirdikleri azâblara kavuşdunuz mu? Ben, Rabbimin va’d ettiği zafere kavuşdum” buyurdu. Ömer (r.a.) bunu işitince; “Yâ Resûlallah! Cansız ölülere neden söylüyorsun?” dedi. Resûlullah (s.a.v.) “Sözlerimi siz onlardan daha iyi işitici değilsiniz! Fakat onlar cevap veremez” buyurdu. Bu hadîs-i şerîf, hadîs âlimlerinin sözbirliği ile bildirilmektedir. Bu hadîs-i şerîf, ölülerin diriler gibi işittiğini, fakat cevap veremediklerini gösteriyor. “Müslim-i şerîf’de bildirilen bir hadîs-i şerîfte de; “Defnden sonra cemâat dağılırken, ölü, bunların ayak sesini işitir” buyuruldu. Resûlullah (s.a.v.) Bakî’ kabristanını ziyâret ederken, oradaki meyyitlere selâm verir, onlara söylerdi, işitmeyen, anlamayan kimseye birşey söylenir mi? Hattâ saçma söz olur.
Suâl: Meyyitin, ayak seslerini işitmesi, suâl meleklerine cevap verinceye kadar işiteceğini gösteriyor. Bundan her zaman işiteceği anlaşılır mı?
Cevap: Hadîs-i şerîfde, suâllere cevap verinceye kadar işitir denilmiyor. Suâli işitmesi ve cevap vermesi için, meyyit sonra ayrıca diriltilecekse de, o başka, bu işitmek de başkadır.
Suâl: Meyyit, yalnız Resûlullahın sözlerini işitir. Bu ise, bir mu’cizedir.
Herkesin sözünü işitir demek nasıl doğru olur?
Cevap: Hadîs-i şerîfte açıkça bildirilen birşeyi sınırlamak için, veya başka türlü anlatmak için, bu şeyin, açıkça bildirildiği gibi olamayacağını isbât etmek lâzımdır. Allahü teâlâ, ölüye; kulaksız, sinirsiz, bizim bilmediğimiz bir sûretle işittirebilir.
Suâl: Fâtır sûresinin otuzbeşinci âyetinde meâlen: “Sen ölüye işittiremezsin. Sen kabrde olana duyurucu değilsin!” buyuruluyor. Bu âyet-i kerîme karşısında, o hadîs-i şerîf nasıl doğru olabilir? Hazret-i Ömer’e verilen cevâbda, “Daha iyi bilici” denilmiş, bizlere ise, yanlışlıkla “Daha iyi işitici” şeklinde gelmiş olabilir. Çünkü ölüler, âhıret işlerini, dirilerden elbette daha iyi bilirler.
Cevap: Hazret-i Ömer gibi çok sağlam bir zâtın bildirdiği bir hadîs-i şerîfde yanlışlık olabileceğini, hiçbir müslüman düşünemez. Bu âyet-i kerîmeye gelince; “Ölülere sen işittiremezsin. Senin sesini, Allahü teâlâ işittirir” demektir. Resûlullah (s.a.v.) Mekke kâfirlerinin îmân etmeleri için uğraşıyordu, inanmadıkları için üzülüyordu. Bu âyet-i kerîme o zaman gelmişdi. Ölülere işittiremezsin demek, ölü kalbleri, ya’nî kâfirleri îmâna kavuşduramazsın, demektir. Kâfirlerin bedenleri mezara, kalbleri de ölüye benzetilmektedir. Hadîs-i şerîfler ve din büyüklerinin kitapları, ölülerin işittiklerini ve anladıklarını gösteriyor. Bu haberleri bozan başka bir haber bildirilmedi.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Ahbâr-ül-Ahyâr sh. 314
2) Medâric-ün-nübüvve mukaddimesi.
3) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 240, 313, 380, 403, 425, 660, 972
4) Eşi’at-ül-leme’ât
5) Merac-ül-bahreyn
6) Herkese Lâzım Olan Îmân sh. 115
7) İslâm Ahlâkı sh. 277, 283, 306, 310