Evliyânın büyüklerinden. Hindistan’da yetişen derin âlim, büyük velî, müctehid, ikinci bin yılının müceddidi ve İslâm âlimlerinin gözbebeği olan, İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî hazretlerinin babasıdır. İsmi, Abdülehad bin Zeynelâbidîn’dir. Hazreti Ömer’in soyundandır. 927 (m. 1520) senesinde doğdu. 1007 (m. 1598) senesinde seksen yaşında iken, Hindistan’ın Serhend şehrinde vefât etti. Kabri Serhend şehri dışında, kuzey taraftadır. Yedi oğlu vardı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri dördüncü oğludur.
Abdülehad genç yaşında, Hindistan’ın büyük âlimi Abdülkuddûs’ün (k.s.) ilim meclisinde bulundu. Sohbetinde kısa bir müddet kaldı. Ondan feyz alıp, tasavvufda yüksek hâllere kavuştu. Devamlı hizmetinde ve sohbetinde kalmayı arzu ettiğini bildirdi. Fakat Abdülkuddûs hazretleri ona; “Zâhirî ilimleri öğren, sonra bize gel” buyurarak başka diyarlara gönderdi. Abdülehad hazretleri şöyle anlatmıştır: “Hocam Abdülkuddûs bana buyurdu ki: “Bize muhalif ve bizi üzecek bir iş yapma. Benim gibi bir avı tuzağından kaçırma. Eline alışan kuşun bu huyu yeni sayılır. Onun uçup gitmesi bu fakirin elinde değildir. O, bu sahranın sıcağını ve soğuğunu görmedi. Onu sıkı tutmak lâzımdır. Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki, en azîz bir vâsıtayı ve bu vâsıtaya ta’zîmi nihâyetsiz feyzine vâris eyler, kavuşturur. İlim deryasında balık gibi yüz, bir sahilden diğer sahile geç, sonra yine bize gel. Bu yola bel bağla ki, ilimsiz vilâyet (velilik), tuzu az yemeğe benzer.”
Abdülehad bu sözlerini dinledikten sonra, hocası Abdülkuddûs’ün yaşlı olduğunu, dönüşünde vefât etmiş olabileceğini ve bir daha da ona kavuşamayacağını düşünerek; “Korkarım ki, zâhirî ilimleri öğrendikten sonra, bu azîz ve yüksek sohbeti bulamam” dedi. Bunun üzerine “Eğer beni bulamazsan, oğlum Rükneddîn’in sohbetine devam et ve arayacağını onda ara” buyurdu. “Sabredeyim, bakalım yüksek keremleri ne gösterir” sözü gereğince, zâhirî ilimleri tahsil için oradan ayrıldı. Daha tahsili bitmeden, hocası Abdülkuddûs hazretleri vefât etti. Tahsilini tamamladıktan sonra, hocası Abdülkuddûs’ün işâreti üzerine, şeyh Rükneddîn’in yanına gitti. O da babası Abdülkuddûs’ün işâretine uyarak, Abdülehad’e büyük bir alâka gösterip tasavvufda yetiştirdi. Kâdiriyye ve Çeştiyye yollarından icâzet ve hilâfet verdi. Bu icâzetname şöyledir: “Bu icâzetnameyi yazmaya Allahü teâlânın ismi ile başlıyorum. Şiir:
Sana müjdeler olsun, devlet, ikbâl
elverdi,
Ve va’de tamam oldu, perde yüzden çekildi.
Gün doğdu ve ufuktan göğe, güneş yükseldi,
Ondan bir nûr parladı, cihâna ışık verdi.
Âdem’i kendi sûretinde ve kereminde, halîfe olarak yaratan ve bu hilâfeti enbiyâ ve evliyâ arasında devam ettiren, ihsânını minnetine takdim eden, şükrünü ni’metinden sonraya alan Allahü teâlâya hamdü senalar olsun!
O; Evveldir, Âhırdır, Zâhirdir, Bâtındır, öne aldığını kimse sonraya atamaz. Te’hir ettiğini kimse öne alamaz. O’nun gizlediğini kimse bulamaz. Açıkladığını, gösterdiğini kimse örtemez. Evliyâ kullarının arzusunu, dünyâda elem eyler. Cenneti onlara sevdirip, kudretiyle, her sabah ve akşam, mahbûblar kevserinden muhabbet şarâbı sunar. Geceleyin hepsinin kalbini, Halîlullah’ın (aleyhisselâm) ateşini isteme arzusuna garkeder. Ba’zılarının gözlerini, gece ve gündüz kan ile doldurur. Gizli ve aşikâr, Allahın zikri ile meşgûl olurlar. Gizli ve aşikâr, mahbûba münâcaattan (yalvarmadan) zevk alırlar. Mahrem vahdet perdelerinin etrâfında dolaşırlar. Her zamanda bunlardan bir tane bulunur. Simâsında ma’rifet nûru görülen bu zât, susamış ve hayran olup, aşk ve feryâd fezasında uçmaktadır. Matlûbunun sonu likâ-ı Rahmân, maksûdunun nihâyeti rızâ-i Mennândır. Arzın her yerinde te’sîri görünür. Semâda nûru aşikâr olur. Dili hak ile söyler, insanları zulmetten, karanlıklardan nûra çıkaran, onları gafûr olan Allahü teâlâya yaklaştıran ve sevgili yapan bir da’vetçidir.
Mahlûkatın en hayırlısı, en sevgilisi, resûllerin, nebilerin sonuncusu, âlemlere rahmet olarak gönderilen, yaratılmışların en üstününe, dört halîfesine, Âline ve Eshâb-ı kirâmma salâtü selâm olsun!
Hamdü sena ve salâtü selâmdan sonra, biliniz ki, kulları Allahü teâlâya çağırmak, da’vet etmek, İslâmın ve îmânın en sağlam rükünlerindendir. Amel ve ihsân, yollarının en iyisidir. Nitekim Peygamber efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte; “Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Allaha en sevgili kullar; Allahü teâlâyı kullarına ve kulları da Allahü teâlâya sevdiren ve yeryüzünde va’z ve nasihat ile gezip dolaşanlardır” buyurdu. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Ey Resûlüm! Sen de ki, benim yolum budur. Ben sizi Allah’a çağırıyorum. Bana tâbi olanlar da böyle çağırırlar” (Yûsuf-108) buyuruyor. Bu tâbi olma ancak sözde, fiilde ve hâlde, O sultana (aleyhisselâtü vesselâm) uymakla ele geçer.
Alemlerin Rabbinin rahmetine müteveccih, Mâlik-i yevmiddîne tevekkül edici, âlim ve azîz kardeşimiz, Zeynel’âbidîn oğlu Şeyh Abdülehad işini tamamladı ve bizden hilâfet aldı. İlmi çok, zikirle ve fikirle meşgûliyeti tamdır. Talebeleri bu yola almak için kendisine icâzet verdim. Nitekim bana da üstadım ve babam, Şeyhülislâm Kutb-ül-aktab Şeyh Abdülkuddûs (k.s.) icâzet vermişti... (Bundan sonra, Ceştiyye tarikatından olan icâzet silsilesi yazılmıştır.)
Bunun gibi, kendisine mübârek Kâdiriyye yolundan da, bu yolu isteyenlere, bu yolu lâyık gördüklerine öğretmesi için icâzet verdim.
Nitekim, bana da bu hilâfeti, doğunun ve batının âlimlerinin üstadı, verâ’ sahibi, mütehakkik ve müdekkik, kâmil ve mükemmil, seyyidlerin seyyidi, Emîr Seyyid İbrâhim Mu’în (Hüseyn ve Hasen Radıyallahü anhüma evlâdından) Îreci, Kadirî verdi... (Bundan sonra da Kâdiriyye tarikatından îcâzet silsilesi yazılmıştır.)
Sofiyyenin ilimleri ve meşâyıhın zikirleri ile meşgûl olarak, bereketlerinin devam etmesi için, amelde, usûlde ve fürû’da dînimizin hududunu ve hakkını gözetmeyi emirleri yapmayı, yasaklardan kaçınmayı, sofiyyenin edebiyle tamamen edeblenmiş olmayı, dünyâya ve dünyâyı isteyenlere dönmemeyi, dünyâyı isteyenlerin toplantılarında bulunmamayı, üstadın evlâdını ve akrabasını sevmeyi, haklarını korumayı vasıyyet ederim. Nitekim Allahü teâlâ, Habîbine (s.a.v.) meâlen “Sen de ki, ben bu tebliğim üzerine, akrabama muhabbetten başka, sizden bir şey istemiyorum” (Şûrâ-23) buyurmuştur.
Bâtın dâima Allahü teâlâ ile meşgûl olmalıdır. Allahtan gayriyi bırakmalıdır. Nitekim Allahü teâlâ Habîbine (s.a.v.) meâlen buyurur ki: “Rabbinin ismini söyle. Dünyâdan kaçarak ve âhıreti isteyerek, Allah’tan başka her şeyden uzak ol” (Müzzemmil-8). Dünyâdan vazgeçmek, âhıreti istemek, bid’at sahiblerinin ve bâtıl yolda olanların âdetlerine iltifât etmekten sakınıp, doğru yol üzerinde sabit ve daimî olmak lâzımdır. Çünkü bunlar sıdk ve safa sahiplerinin tutanağıdır. Eğer mümkünse, vaktini dâima halvette (yalnızlıkta) geçirmelidir. En iyisi, en evlâsı da budur. Eğer buna imkân olmazsa, kendisi için bir yer seçmelidir. Senede bir veya iki defa halvete girmek lâzımdır. Eğer böyle olursa, onun azîz eli, bizim elimiz demektir.
İnsanlar arasında halîfemizdir. Allahü teâlâ, bizim tekrim (hürmet) ve ta’zim ettiğimize merhamet eylesin, ona ihânet edenleri alçaksın.
Onu kerîm tutar ve ta’zim ederiz. İhânet edene ihânet ederiz. Azîm ve Mennân olan Allahü teâlâdan, bu kardeşimin ind-i ilâhide râzı olunan kullardan, insanlar arasında sevilenlerden olmasını duâ ederim. Yâ Rabbî! Onu sıddîkların arzularının sonuna ulaştır. Kâmil ve mükemmil olan âriflerin en yüksek derecelerine kavuştur ve bu duâmı Peygamber efendimiz (s.a.v.) hürmetine kabûl eyle. Bu icâzeti, fakîr, hakîr Rukneddîn bin Abdülkuddûs İsmâil Hanefî yazdı. Hicrî 979 (m. 1571) senesinde verdi. Allahü teâlânın yolunda gidenlere selâmlar olsun.”
Abdülehad hazretleri, hocası Abdülkuddûs’ün en başta gelen talebelerinden Şeyh Celâl Tehânîserî’nin sohbetlerine de devam etti. Onun meclisinde iken, Kadirî tarikatının o zaman en büyük âlimi ve mürşid-i kâmili olan Şah Kemâl ile görüşüp sohbet etti. Bu görüşmeleri senelerce devam etti ve bu sohbetlerden çok fâideler elde etti. Şah Kemâl ile görüşmesi ve tanışması Şeyh Celâl Tehânîserî’nin bir sohbeti sırasında olmuştu. Birgün Şah Kemâl, Şeyh Celâl Tehânîserî’nin sohbetine gelmişti. Abdülehad, Şah Kemâl’in üstün hâllerini görünce, onunla tanışıp dost olmak istedi. Sohbetten sonra dışarı çıkınca görüşüp tanıştı. Abdülehad’a; “Benim ismim Kemâl’dir. Pâil’de otururum, orada makamım vardır. Eğer sohbetimizin sırrını anlamak istersen, buyurun oraya gelin de sohbet edelim” dedi. Pâil, Serhend şehrine bağlı, yirmiyirmibeş kilometre mesafede bir kasaba idi.
Şah Kemâl, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin tarikatı silsilesinden olan Şeyh Fudayl’a talebe olmuş, tasavvufda yüksek hâller sahibi bir zât idi. Tasavvuf halleriyle kendinden geçmiş bir vaziyette, tenhâ yerlerde ve sahralarda dolaşırdı. Suya, yemeğe, yatmağa ve konuşmağa ihtiyâcı olunca, bulunduğu ıssız ve kurak sahralardan aniden bir şehir görünür, orada bulunanlar Şah Kemâl’e hürmet ve ikram göstererek, arzu ettiği şeyleri daha o söylemeden getirirlerdi. Ziyâfetler verirlerdi. Şah Kemâl onların yemeklerinden yer, sularından içer, gece onların yanında kalırdı. Sabahleyin ortalık aydınlanmaya başlayınca, o görünen şehir ve insanlar gözden kaybolur, yine sahrada yalnız kalırdı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, babası Abdülehad’ın, hocası Şah Kemâl’den şöyle bahsettiğini nakletmiştir: “Şeyh Kemâl, ma’rifet ve sırlar beyân etmek istediğinde, dinleyenlerin ilimdeki derecelerine göre konuşur, sırları çözebilecekleri derecede anlatırdı. Ama dinleyenlerden kemâl derecesinde olanlar bile, onun anlattığı şeyleri günlerce düşünerek, tefekkür ederek ancak anlarlardı.” İmâm-ı Rabbânî de şeyh Kemâl hakkında şöyle buyurmuştur: “Keşf gözüm açıldığı zaman, Gavs-ı Sekaleynden (Abdülkâdîr-i Geylânî) sonra, Kadirî tarikatı büyükleri arasında Şeyh Kemâl gibisini az gördüm.”
Abdülehad Serhend’e gelince, oradan Şah Kemâl’in bulunduğu Pâil kasabasına gitti. Orada Şah Kemâl ile sohbetler yapıp aralarında muhabbet ve dostluk hâsıl oldu. Şah Kemâl de çoluk-çocuğuyla Pâil’den Serhend’e gelir, günlerce kalıp Abdülehad ile sohbet ederlerdi. Böylece Abdülehad Şah Kemâl’in sohbetlerinde sayısız fâideler elde edip, garip hâller ve kerâmetler gördü. Şah Kemâl 981 (m. 1573) senesinde, seksen yaşında iken vefât etti. Serhend’in Kihtel kasabasında defn edildi.
Abdülehad hazretleri zâhirî ve bâtınî ilimleri elde etmek için birçok beldeleri gezdi. Bir memlekette fazla kalmaz, başka yere giderdi. Böylece pekçok şehir ve beldelerde bulunmuştu. Hindistan’ın meşhûr kasabalarından Skendere’de ilim yaymak için bir müddet kaldı. Yüzünde nûr, alnında ma’rifet eserleri parlıyordu. Birgün, Skendere’nin asil bir ailesine mensûb sâliha bir hanım, firâsetiyle Abdülehad’ın kemâl mertebede mübârek bir kimse olduğunu anlayıp, ona haber göndererek: “Kendi kucağımda terbiye edip, büyüttüğüm bir kız kardeşim vardır. İffet ve ismet cevheridir, isterim ki size nikâh eyleyeyim. Ümid ederim ki bu ricamı kabûl edersiniz” ricasında bulundu. Abdülehad önce, kabûl edip evet diyemedi, özür diledi. Sonra Allahü teâlâya duâ edip, bu husûsda hayırlı olan şeyi nasîb etmesini istedi. Sonra o kızla evlenmeyi kabûl etti ve onunla nikahlandı. Bundan sonra bir müddet Skendere’de kaldı. Hâlis niyetle, Allah rızâsı için yapılan bu evlilikten İmâm-ı Rabbânî gibi büyük bir zât dünyâya geldi.
Abdülehad, ilim ve ma’rifette yükselmek için yaptığı seyahatler sırasında, pekçok ilim ve ma’rifet sahibinin sohbetinde bulundu. Sonra memleketine dönüp, vefâtına kadar Serhend’de kaldı. Ömrü ilim ve feyz yaymakla geçti. Geceleri tâat ve ibâdetle geçirir, Allah için ağlar, gözyaşı dökerdi. Çok talebesi ve sevenleri vardı. Tevâzûsundan dolayı kendini hiç kimseden farklı görmez ve hiç birinin kendisine hizmet etmesini kabûl etmezdi. Ekseriya, evinin ihtiyâçlarını pazardan kendisi taşır, kimsenin taşımasına müsâade etmezdi. Ömrünü Resûl-i ekrem’e (s.a.v.) öyle bir bağlılık ile geçirdi ki, bir sünneti bile terk etmezdi. Sünnet olan tâatları ve duâları yapar, tasavvuf ehlinin, azîmetle amel etmesi husûsuna da dikkat ederdi.
Gündüzleri, kendisinden ilim öğrenmek isteyen talebelere, aklî ve naklî ilimleri öğretirdi. Bu husûsda yazılmış olan uzun ve zor kitabları, en ince noktalarına kadar gayet güzel açıklayıp îzâh ederdi. Her ilimde, bilhassa fıkıh ve usûl ilminde eşsiz bir âlim idi. Zamanın âlimleri ve fâdılları onu kendilerine hoca ve üstâd kabûl ederek çok istifâde ederlerdi. Şöyle nakledilmiştir ki; Abdülehad hazretleri usûl ilminde meşhûr bir eser olan Usûl-i Pezdevî’nin derin ma’nâlarına daldığı ve bu incelikleri, ilmî bir şekilde açıkladığı zaman, bulunduğu ilim meclisinin havasında; “Ümmetin ışığı İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin (r.a.) yüksek ictihâdı ve istinbâtı, ince ma’nâlar ve hükümler çıkarması yanında, diğer müctehidler talebe gibi idiler” ma’nâsı hissedilirdi. Aklî ve naklî ilimler ile, ma’nevî ve huzûrî ma’rifetleri birleştirmişti. Bu haliyle insanlara doğru yolu gösterme makamında olup, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak isteyenler, onun sohbetinde bulunarak ondan feyz alırlar, dertlerine derman bulurlardı.
“Te’arrûf, “Avârif-ül-me’ârif” ve “Füsûs-ül-hıkem” ve bunlar gibi evliyânın büyükleri tarafından yazılmış olan kitabları okur ve çok güzel îzâh ederdi. Pekçok şevk ve zevk sahibi, onun yanında bu kitapların okunmasından ve dinlemekten tad alırdı. Uzaktan ve yakından sohbetine gelerek, okunan kitabları ve Abdülehad’ın yaptığı izahları dinlerlerdi. Onun ifâdesinin ve sohbetinin bereketiyle maksadlarına kavuşurlardı. Şeyh-i Ekber Muhyiddîn Arabî’nin (k.s.) bildirdiği ince ma’nâları anlamakta eşsiz idi. Bu ilimler, hâller sekrler ve tasavvuf ehline mahsûs sözler kendisini istilâ etmiş, tamamen kaplamıştı. Allahü teâlânın ihsânı ile, yaratılışının yüksekliğinden ve çok yüksek maksadlı olmasından, dînin emirlerine tam uyar, İslâmiyete uymayan hâllere ve sözlere i’tibar etmezdi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri; “Pederim ve üstadım, sebeb-i hayâtım ve saadetim; abdestde, tahâretde ve namazda, pek ziyâde dikkat gösterir, edeblere riâyet ederdi. Ben bunları babamdan görerek öğrendim. Herbir edebe, bütün incelikleri ile riâyeti kitablardan öğrenmek kolay değildir” buyurmuştur.
Bir menkıbesi şöyle nakledilmiştir Birgün, sâdık dostlarından birisi Abdülehad’ın odasına girmişti. İçeri girer girmez, Abdülehad hazretlerini, uzuvları kopmuş ve kesilmiş, yere uzanmış bir hâlde gördü. İçeri giren kimse, bu işi yapan, ya hırsız yahut da düşmandır diye düşündü. Sonra korkarak ve bağırarak, büyük bir üzüntü ile dışarı çıktı. Bir başkasına bu durumu bildirdi. Hemen ikisi birden odaya girdiler. Bir de baktılar ki, Abdülehad hazretleri, rahat ve sağlam bir şekilde murâkabe eder bir hâlde oturuyor. Ağlayarak ayaklarına kapandılar. Onlara; “Ben hayatta kaldığım müddetçe bu sırrı kimseye söylemeyin” buyurdu. Bu hâlin sebebini sorduklarında da; “Öyle birşey idi ki, onu anlatacak söz bulamam” buyurmuştur. Fakat hâli ile sanki Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin şu beytlerini terennüm ediyordu.
“Düşmanız kendimize, o yâr bizi çekiyor,
Gark olmuşuz denize, bizi dalga çekiyor.
Onun âşıklarına, Azrail’in yolu yok,
Dostun âşıklarını, sevda aşkı çekiyor.
Susamışlar figân eder,
Gizlice yüz can verir, dildâr-i peyda çekiyor.
Yeter, âşıkların katlinin sırrını
söylersem,
Münkirleri kızdırıp, inkârını çekiyor.”
Abdülehad, evliyânın meşhûrlarından olan ve oğlu İmâm-ı Rabbânî’nin hocası Bâki-billah hazretleri ile görüşmeyi çok arzu ettiği hâlde, görüşemeden vefât etmişti. Bunu, İmâm-ı Rabbânî hazretleri şöyle anlatmıştır: “Babamın bu büyük arzusunu vefâtından sonra, Muhammed Bâki-billah hazretlerine arzettim. Buyurdu ki: “Biz de onları görmeyi çok isterdik. Serhend’e gitseydik onlardan birşey öğrenirdik.”
İmâm-ı Rabbânî hazretleri şöyle anlatmıştır: “Babamın vefâtı sırasında yanında idim. Can verme ve dalgınlık ânında aniden; “Söz büyük üstadın buyurduğu gibidir.” dedi. Büyük üstâd sözünden Muhyiddîn Arabî’yi kastettiğini düşündüm ve şöyle sordum: “Şeyh İbn-i Arabî mi, yoksa şeyh Abdülkuddûs mü söyledi? Söyledikleri söz hangi sözdür?” Bir müddet sonra buyurdu ki: “O söz şudur: “Allahü teâlânın hakîkatı, mutlak varlıktır ama, perde arkasında kalmış olanlara varlık perdesi mâni olmakta, onları uzak ve nasibsiz bırakmaktadır.” Sonra, “Bana bir iş emrediniz ve vasıyyet ediniz ki, dâima onu yapayım” diye arzettim. Buyurdu ki: “Sana bu söz üzere olmanı vasıyyet ederim.”
İmâm-ı Rabbânî hazretleri yine şöyle anlatmıştır: “Babamın bana; “Ehl-i beytin sevgisinin, îmân ile ve hüsnü hatime ile gitmeye (ölmeye) büyük te’sîri olur” dediğini hatırlayınca, can verme anlarında bunu kendisine sordum. Buyurdu ki, “Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun ki, o muhabbetle doluyum ve ni’met deryasında yüzüyorum” Beyt:
“İlâhi! Fâtıma evlâdı hürmetine,
Son sözüm kelime-i tevhîd ola.”
Abdülehad’ın yedi oğlu vardı, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) dördüncü oğludur. En büyük oğlu Şeyh Şah Muhammed’i, kendisi yetiştirip tasavvufda yükseltmiştir. İmâm-ı Rabbânî (k.s.), bu kardeşi için babasının şöyle dediğini nakleder “Babam birçok defa buyurdu ki: “Şah Muhammed, sözde ve hâlde olgun bir talebedir.” Bu oğlu kendisi hayatta iken vefât etti. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) şöyle anlatmıştır: “Bu kardeşim vefât ederken baş ucunda idim. Aniden tebessüm etti. Sebebini sordum: “Hakîkât-ı Muhammedî (s.a.v.) bana zâhir oldu, göründü, onu seyrediyorum” dedi.
Abdülehad’ın bir oğlu da Şeyh Muhammed Mes’ûd’dur. Hâce Bâki-billah hazretlerinden feyz almış, bereketli nazar ve teveccühleri ile tasavvufda hâllere ve keşflere kavuşmuştur. Diğer oğullarından, Şeyh Gulâm Muhammed ve Şeyh Mevdûd’a, kardeşleri İmâm-ı Rabbânî hazretleri tarafından birçok mektûb yazılmış olup, bu mektûblar İmâm-ı Rabbânî’nin (k.s.) mektûbâtında vardır. Kardeşi Meyan Şeyh Mevdûd’a yazdığı bir mektûbun sonunda şöyle buyurmuştur: “Ey kardeşim! Dünyânın vefasızlığı dillerde dolaşmaktadır. Dünyâya düşkün olanların alçaklıkları, cimrilikleri herkesçe bilinmektedir. Kıymetli ömrünü böyle fâidesiz, yalancı için elden kaçırana yazıklar olsun! Haberciye ancak haber vermek düşer. Vesselâm”
Abdülehad hazretleri, din bilgilerinde çok güzel kitablar yazmıştır. Tasavvuf ile ilgili kıymetli risaleleri vardır. Bu eserlerinden ba’zıları şunlardır: 1- Künûz-ül-hakâyık, 2- Mi’râc-ı Nebi, 3- Risâle-i Esrâr-üt-teşehhüd.
“Esrâr-üt-teşehhüd” adlı eserinin son kısmından bir bölümü şöyledir: “Kalbime, Allahü teâlânın yardımı ile öyle geliyor ki, namazın sonunda teşehhüdde, “Ettehiyyâtü”nün okunmasının emredilmesi, namazın mü’minlerin mi’râcı olduğunu hatırlatmaktır. O hâlde lâyıkdır ki, mü’minlerin mi’râcında da, Peygamber efendimize (s.a.v.) mi’râcında hâsıl olan yüksek hâllerden ve eşsiz şereflerden bir şeyler bulunsun. Allahü teâlâ lütfederek, bize de Resûlünün (s.a.v.) kâsesinden bir yudum ihsân etti. “Ettehiyyâtü”den sonra, Peygamber efendimize (s.a.v.) salevât okunmasının emredilmesi, mü’minlerin mi’râcının Resûlullah’a (s.a.v.) uymakla, tâbi olmakla hâsıl olacağını gösteriyor. Yine bu salevâtlar, Peygamber efendimize uymakla şereflenmenin ve bereketli hidâyetlerine kavuşan mü’minlere verilen ni’metin hakkının edası, şükrüdür. Ayrıca, Peygamber efendimizin (s.a.v.) ümmetine, mi’râc ile şereflenmeği bahşettiğini bildiren bir tenbîh ve uyarmadır. O hâlde mü’minler mi’râclarında, ya’nî namazda, “Ettehiyyâtü”yü okurken o servere (Resûlullaha) (s.a.v.) salevât getirmeleri lâzımdır.
Yine şunu işâret etmektedir ki, ümmetin en yükseklerinden birkaçı, o en yüksek mertebeye çıkarlarken, Resûlullaha (s.a.v.) mütâbeât, tâbi olmak dâiresinden dışarı çıkamazlar. Onların sonu Resûlullahın başlangıcına yetişemez ve hepsinin başı, Resûlullahın ayaklarının altındadır. Ve yine bunda, Resûlullahın (s.a.v.) mi’râcına kadar, Resûlullahın (s.a.v.) mi’râcının ise, Allahü teâlâya kavuştuğuna bir işâret vardır. Çünkü Resûlullah (s.a.v.) önce Allahü teâlâyı sena eyledi. “Ettehiyyâtü lillahi..” dedi. Mü’minler de, ona salâvet getirmekle emrolundular.”
İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir mektûbunda şöyle buyurmuştur: “Babam (Abdülehad) buyurdular ki: “Sülûk ilimleri (tasavvufda ilerlemek) hakkında bir risale gördüm. O risalede şöyle yazılı idi: “Yemeklerde i’tidâle (çok yememeye) dikkat etmek, normali muhafaza etmek, matlûba (sevgiliye) kavuşmağa kâfidir. Bu husûsa riâyet edince, zikre ve fikre ihtiyâç yoktur” yazılı idi.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 971
2) Mektûbât (İmâm-ı Rabbânî) cild-1, 226, mektûb cild-2, 44, mektûb
3) Zübdet-ül-makâmât sh. 91, 104
4) Umdet-ül-makâmât sh. 116
5) Hadarât-ül-kuds sh. 28