YÛSUF SİNÂNÜDDÎN

Osmanlı Devleti zamanında yetişen âlimlerden. İsmi Yûsuf olup, lakabı Sinânüddîn Halvetî’dir. Nisbeti, Âmesî’dir. Şeyh-ül-Harem diye meşhûr oldu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1000 (m. 1592) senesinde Amasya’da vefât etti. Hayâtı hakkında fazla bir bilgi yoktur. Kur’ân-ı kerîmde haram kılınan şeylerin haramlığının sebeb ve hikmetlerinden bahseden, tefsîre dâir doksansekiz bâb üzerine tertiplenmiş, “Tebyîn-ül-mehârim” isminde bir eser yazdı. Çok kıymetli olan bu eser, Süleymâniye Kütüphânesi Es’ad Efendi kısmı, 596 numarada kayıtlıdır. Bu eserden ba’zı bölümler:

Biliniz ki, her sultânın bir korusu vardır. Allahü teâlânın korusu haram kıldığı şeylerdir. Bu korunun etrâfında fazla dolaşıp faydalanmak istiyenlerin, o yasak mıntıkaya girmesi çok muhtemeldir. Cehennem, bu yasak mıntıkaya girenler için yaratılmıştır. Cehenneme düşmek istemeyen herkesin, o yasak mıntıkaya yaklaşmaması gerekir. Yoksa o yasak mıntıkanın içerisine girer. Ancak, o yasak mıntıkaya girmemek için, o yasak mıntıkanın (haramların) hududunu, sınırını bilmek gerekir. Tefsîr, hadîs ve fıkıh âlimleri, Allahü teâlânın haram kıldığı şeyleri, öğleyin en mükemmel şekli ile ortaya çıkan güneş gibi, açık bir şekilde bildirdiler. Fakat buna rağmen yine insanlar, bu ateş gibi olan haramları görmemektedirler. Çünkü onların gözlerinde görme bozukluğu vardır. Bunun sebebi de, dünyâ malı hırsının gözlerini bürümesi ve şehvetlerine (nefislerinin arzu ve isteklerine) düşkün olmalarıdır. Bunun ilâcı ve bu bozukluğu giderecek deva, Kur’ân-ı azîm, tabibi ise, İslâm âlimleridir. Fakat en büyük musibet de, tabib durumunda olanların gözünde böyle bir bozukluk ve görme noksanlığı bulunmasıdır. Gözlerinde böyle bir bozukluk bulunanlar, kendileri görmedikleri gibi başkalarına da doğru yolu gösteremezler. Mâlesef tabib durumunda olanların bir kısmı, dünyâ makam ve mevkiine, sultanlar ve zenginler yanında, kıymet ve i’tibâr sahibi olmaya düşkündürler. Bu illetten, ancak Allahü teâlânın koruduğu kimseler kurtulabilir.

Haramların neler olduğu, tefsîr, hadîs ve fıkıh kitaplarında geniş olarak mevcût ise de, bunlar ayrı ayrı yerlerde bulunduğundan, halkın bunları toplu bir şekilde öğrenebilmesi çok zordur. İnsanların çoğunda, dünyâ malı toplama hırsı bulunduğunu, bu hırs sebebiyle dünyâ malını, helâl haram demeden topladıklarını, bunun yanında, âlimlerin bildirdiklerini de araştırıp, öğrenme imkânlarının da olmadığını görünce, İslâmiyetin bildirdiği haramları ve yasak olan şeyleri, kolay anlaşılır bir şekilde, tek bir kitapta bildirmeyi istedim. Bu arada, bir müslümanın bilmesi gereken husûsları da kısa olarak bildirdim.

Bu kitabımda haram ve yasak olan husûsları, emirlerden (yapılması gereken husûslardan) daha geniş olarak bildirdim. Çünkü tehlike, haram ve yasak olanların tarafında daha büyüktür. İnsan yasak ve men edilen şeyleri yapmakla helake gider. Helâkden kurtulmak, ancak günahlardan sakınmakla olur. Ahıret saadetini kazanmak istiyenler, yapılması gereken vazîfeleri yaptıktan sonra, sakınılacak şeylerden de çok sakınırlar. Şöyle ki, ibâdetler iki kısımdır: 1- Yapılacak işler, 2- Sakınılacak işler. Yapılacak işler; tâatler, Allahü teâlânın râzı olduğu ve beğendiği şeylerdir. Sakınılacak işler ise; ma’siyet ve günahlardan uzak durmak, onları yapmamaktır. Günahlardan ve ma’siyetlerden sakınmak takvâdır ve farzdır. Günahlardan sakınmak, tâatları yapmaktan önce gelir. Çünkü günahlardan sakınmakta; kalbin Allahü teâlâdan başkasına meyl etmekten, karnı fazla yemekten, dili boş ve fâidesiz sözlerden, gözü helâl olmayan şeylere bakmaktan muhafaza etmek vardır. Eğer bir kimse için, her iki kısım (emredilenleri yapmak, yasak edilenlerden sakınmak) hâsıl olursa, onun durumu kâmil olup, muradı hâsıl olmuş demektir. Eğer bir kimse bu iki kısmın hiçbirisini elde edemezse, hüsrana uğramış demektir.

Kur’ân-ı kerîm; Allahü teâlânın azametini, büyüklüğünü ve kudretini, Allahü teâlâya yaklaştıran vâsıtaları, helâl ve haramı, iyi ve kötü huyları, kötü huyların nasıl tedâvi edileceğini bildirmek, Allahü teâlânın beğendiği, râzı olduğu yola da’vet etmek ve dünyâya düşkün olmayıp, âhırete rağbet etmenin esas olduğunu öğretmek için indirilmiştir.

İlimlerin öğrenilmesinden maksat, onlarla amel etmektir. Bu ilimler ile amel edilmeseydi, onların hiçbir kıymeti olmazdı. Bir kimse, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri çok iyi bilir de onlarla amel etmezse, Allahü teâlânın yasak ettiği şeyleri bilir de onlardan kendisini uzak tutmazsa, iyi huyları bilir de, nefsini onlarla süslemezse aldanmıştır. Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Küfür ve günahları temizlenen, felah bulmuştur” buyuruldu. (A’lâ-14) Netice olarak, Allahü teâlânın insana, îmândan sonra emir ve tavsiye buyurduğu şey takvâdır. Nitekim Kur’ânı kerîmde meâlen; “... Biz senden önce, kendilerine kitap verilenlere de, size de hep, “Allahtan korkun” diye tavsiye ettik” buyurulmaktadır (Nisâ-131). Öyleyse insana düşen vazîfe, bu husûsta gayret sarfetmektir. Eğer bu kitabımda bir kusur ve noksan görürsen, bunu benim acizlik ve noksanlığıma nisbet et. Eğer beğendiğin bir şey görürsen, onu da Allahü teâlânın lütuf ve ihsânından ve Resûlullah efendimizin (s.a.v.) bereketinden bil.

Küfür: Hakkı inkârdır. Küfür, Kur’ân-ı kerîmde ilk zikredilen günahtır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Muhakkak ki, küfre varanları, azâb ile korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir. Onlar îmân etmezler” buyurulmaktadır. (Bekâra-6) Küfür, en büyük günahtır. Küfürden büyük günah yoktur. Çünkü küfür, mahlûkatın yaratılışındaki esas maksadı yok eder. Hâlbuki, mahlûkatın yaratılışındaki maksat; Allahü teâlânın yüce zâtını, sıfatlarını, güzel isimlerini, fiillerini, hükümlerini, kitaplarını, Peygamberlerini ve O’na yaklaştıran vesileleri bilmek ve Allahü teâlâya kulluk etmektir. Küfür, kul ile bu bilgiler arasında bir perdedir. Kul, cehâleti derecesinde Allahü teâlâdan uzaklaşır. En büyük cehâlet, Allahü teâlâyı inkârdır. Allahü teâlâyı inkâr eden kimse, ebediyyen Allahü teâlâdan uzaklaşır. Haksız yere adam öldürmek küfürden sonra en büyük günahtır. Bundan sonra zinâ ve livâta gelir.

Küfrü gerektiren husûslar birkaç kısımdır: 1- Allahü teâlâ ile alâkalı olanlar. 2- Kur’ân-ı kerîm ve diğer peygamberlere indirilen kitaplarla alâkalı olanlar. 3- Peygamber efendimiz (s.a.v.) ve diğer peygamberler, melekler ve âlimlerle alâkalı olanlar. 4- Hükümler ile alâkalı olanlar.

Tahâvî, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe ve talebelerinden şunu rivâyet etti: “Mü’mini, îmâna sokan şeyi inkâr etmek îmândan çıkarır. Bir kimsenin mü’min olması, Resûlullah efendimizin, Allahü teâlâdan getirdiklerinin hepsini tasdik etmesi demektir.”

Bir kimsede küfrü gerektiren birkaç husûs bulunup, bir cihet de küfrün olmadığını gösteriyorsa, bu bir ciheti tercih etmek lâzımdır. Fakat o sözü söyliyen kimse, muradının küfrü gerektiren husûs olduğunu açıklarsa, artık hakkında yapılan iyi te’vil fâide vermez imansız olur.

Allahü teâlâ ile alâkalı küfür olan husûslar: Allahü teâlâyı, lâyık olmayan bir şekilde vasıflandırmak; meselâ Allahü teâlâyı, mahlûkatından birşeye benzetmek, bir uzvunun olduğunu söylemek, kemâl sıfatlarına inanmamak veya Allahü teâlâya zaman ve mekân nisbet etmek, Allahü teâlânın cisim olduğuna inanmak, Allahü teâlânın cüz’iyyâtı bilmediğine inanmak, v.b. küfürdür.

Kur’ân-ı kerîm ile alâkalı küfrü gerektiren husûslar: Kur’ân-ı kerîmi veya ondan bir harfi veya Mıshaf-ı şerîfi hafife alarak, ona sövmek, Kur’ân-ı kerîmden bir harfi veya âyet-i kerîmeyi inkâr emek, Kur’ân-ı kerîmi veya ondan birşeyi, Kur’ân-ı kerîmde açıkça bildirilen bir hükmü veya haberi yalanlamak, Kur’ân-ı kerîmdeki birşey hakkında şüphe etmek, Kur’ân-ı kerîmde bulunan birşeyi ayıplamak küfürdür.

Resûlullah (s.a.v.) ile alâkalı küfrü gerektiren husûslar: Resûlullah efendimize (s.a.v.) dil uzatmak, O’nu ayıplamak, O’nun şânını küçültmek, O’na bedduâ etmek, O’na lâyık olmadığı şeyleri nisbet etmek, alay yollu Resûlullahın (s.a.v.) hezimete uğradığını söylemek icmâ’ ile küfürdür.

Âlimler ile alâkalı küfrü gerektiren husûslar: Bir âlime, açık bir sebep yok iken buğzeden bir kimsenin küfründen korkulur, İlmi ile amel eden bir âlimi hafife almak küfürdür. Fakat ilmi ile amel etmeyen bir âlim hafife alınırsa, küfür olmaz. Çünkü o ta’zim ve hürmete lâyık değildir.

Hükümler ile alâkalı küfrü gerektiren husûslar: Bir kimse, Kur’ân-ı kerîm, sahih hadîs-i şerîf veya kat’î icmâ’ ile sabit olan namaz, zekât, oruç, hac, hadesten taharet, necâsetten taharet gibi dînî bir hükmü inkâr ederse kâfir olur. Bilmemek mazeret sayılmaz. Çünkü farz-ı ayn olan husûslar, müslümanlar arasında yayılmıştır ve bunları herkes bilmektedir. Bu bakımdan bunları bilmemek özür olmaz. Câmi’ul-fetâvâ ve başka kitaplarda da böyledir.

Yine bir kimse kat’î delîllerle helâl olduğu sabit olan bir helâli haram veya haramlığı kat’î delîllerle sabit olan bir haramı da helâl olarak i’tikâd etse, bu dahî küfürdür.

Küçük olsun, büyük olsun, günah olduğu kat’î delîlle sabit olan bir günahı, helâl görmek küfürdür. Aynı şekilde böyle bir günahı hafif ve basit görmek de küfürdür. Çünkü bu, dînin emir ve yasaklarını tekzîb alâmetlerindendir.

Mescid ve benzeri, dînde ta’zîm ve hürmet edilmesi gereken yerleri, hafif ve basit görmek küfürdür.

Abdestsiz olduğunu bildiği hâlde, namaz kılmak, bildiği hâlde kıbleden başka tarafa kılmak küfür olur. Namazı, ehemmiyet vermediğinden dolayı terketmek küfürdür.

Siyer-üz-zâhiriyye ve Mecmû-u Şems-il-eimme Hulvâni adlı eserlerde şöyle yazmaktadır Küfrü gerektiren sözler iki çeşittir 1- Hatâ ile söylenip, küfrü gerektirmeyenler. Böyle küfrü gerektiren sözü hatâ ile söyleyen kimsenin tövbe ve istiğfar etmesi, o sözünden dönmesi ve bir daha söylememesi gerekir. 2- İttifâkla küfrü gerektiren sözler. Bu, yapılan bütün amelleri boşa çıkarır. Böyle bir söz söyleyen kimse, hac etmişse, haccını iade etmesi gerekir. Fakat namaz ve orucunu kaza etmez.”

Kendinin küfrüne rızâ, ittifâkla küfürdür. Bir kimse, küfrü gerektiren bir söz söylerse, yanında bulunan birisi de bu söze gülse, gülen kimse kâfir olur. Ancak, o söz güldürücü bir söz olduğu için gülse, kâfir olmaz. Bezzâziyye ve başka kitaplarda böyledir.

Bir müddet sonra, kâfir olmaya karar veren kimse, o anda kâfir olur. Çünkü îmân için, devamlı bulunması gereken tasdik, kaybolmuştur.

Bir kimse; “Allahü teâlâ göktedir” diyerek bununla Allahü teâlâya mekân, yer murâd ederse kâfir olur. Fakat bununla birisinin sözünü nakle derse kâfir olmaz. Eğer o kimse hiçbir niyyeti olmadan bunu söylerse ekseri âlimlere göre imansız olur. Zâhiriyyede de böyle yazmaktadır.

Bir kimse falancanın katli vâcibtir veya falanca katle müstehaktır dese, hâlbuki dinde onun katlini gerektirecek birşey bulunmasa, bunu böyle söyleyen imansız olur. Çünkü bu, Allahü teâlânın haram kıldığı birşeyi helâl görmektir. Bu söz halk arasında çok vâki olmaktadır. Hâlbuki halk bundan gâfildir.

Bir zâlim, birisine haksız yere vursa, veya onu haksız yere öldürse, ona da birisi iyi yaptın dese veya güzel yaptın veya o dayağa yahut öldürülmeye lâyıktı dese imansız olur. Buna da halk arasında çok rastlanmaktadır.

İpek giyen erkeğe, Allahü teâlâ sana bunu mübârek kılsın demek veya mübârek olsun demek küfürdür.

Kadın ve erkek her müslümanın, hergün sabah ve akşam, aşağıda bildirilen duâyı okuması gerekir. Çünkü bu duâ, onu küfürden korur. Resûl-i ekrem (s.a.v.) böyle va’detmiştir. Duâ şudur: “Allahümme innî e’ûzü bike min en-üşrike bike şey’en ve ene a’lemühü ve estagfirüke li-mâ lâ a’lemühü inneke ente allâmülguyûb”

Sû-i hatime (Kötü son, imansız ölüm): İki mertebedir. Bundan Allahü teâlâya sığınırız, 1- Kişinin rûhu, kalbinde şek ve inkâr galip olduğu hâlde kabzolunur. O zaman, onunla Allahü teâlâ arasında hicaplar, perdeler meydana gelir. Bu hâl, ebedî azâb sebebidir.

Vera’ sahibi de olsa, bid’at ehli gibi bozuk i’tikâd sahiplerine gelince: Böyle kimseler, ölüm sarhoşluğunda iken, hak zâhir olunca, eğer onun i’tikâdında, doğru îmân ile bozuk i’tikâd arasında kesin bir çizgi mevcûd değilse, bozuk akidesi onu tamamen kaplar. Doğru yola dönmeden kötü akîbet ile rûhunu teslim eder.

Îmân zayıflığına ve dünyâ sevgisinin kaplamasına gelince, kişi şehvetlerine, ya’nî nefsinin arzu ve isteklerine düşkün olur. Allahü teâlâya olan sevgi ve muhabbeti zayıflar. Özellikle ölüm sarhoşluğunda böyle olur. Çok sevdiği dünyâdan kendisini ayırdığı için Allahü teâlâya buğzeder. Bu onun için kötü akîbete, kötü bir şekilde rûhunu teslim etmeye sebeb olur.

2- Bu mertebe, birinciden aşağı derecededir. Ölüm ânında, kişinin kalbine, hayatta iken sevdiği dünyalıklarından birinin sevgisi gelir ve o kimsenin kalbini kaplar. Rûhunu teslim ederken yüzünü dünyâya çevirir. Bu sebeble, onunla Allahü teâlâ arasında perdeler meydana gelir. Ancak kalbe yerleşmiş olan Allah sevgisi, Allahü teâlânın sevdiklerinin sevgisi, kişiyi böyle bir hâle düşmekten muhafaza eder.

Sû-i hatimenin iki sebebi vardır: 1-Îmân kuvvetli olsa bile çok günah işlemek. 2- Günahlar az olsa bile îmân zayıflığı. Sû-i hatime sebebleri insanın elinde olmadığı için, ârifler sû-i hatimeden çok korkmuşlardır. Bundan dolayıdır ki, Kelime-i şehâdeti söyliyerek, Allahü teâlânın sevgisi ve iştiyâkı ile can vermek, gıbta edilen bir hâldir. İhyâ’da böyle yazmaktadır.

Ebû Bekr Verrâk (k.s.) şöyle buyurdu: “Günahlara baktık, îmânın gitmesine sebep olan en kötü günâhın, Allahü teâlânın kullarına zulmetmek olduğunu gördük.”

Ebü’l-Kâsım Hâkim’e; “Kulun son nefeste îmânının gitmesine sebep olan günah hangisidir?” diye sorulduğunda; “Îmânın gitmesine sebep şu üç şeydir: 1- Müslüman olmak ni’metine şükrü terketmek. 2- Îmânının gitmesinden korkmamak. 3- Mü’minlere zulmetmek” buyurdu. Tenbîh-ül-gâfilîn’de de böyle yazmaktadır. Ba’zı âlimler ise; namazı terketmek, faiz yemek, Allahü teâlânın evliyâ kullarına düşmanlık etmenin, imansız gitmeye sebep olduğunu söylemişlerdir.

Nifak: Nifak iki çeşittir: 1- Dinden çıkaran nifak ki, Allahü teâlânın dîninde şek ve şüphe etmek, Resûl-i ekremin getirdiği dini reddetmektir. Kendisinde böyle bir nifak bulunan kimse kâfirdir. Kendisinde nifak bulunan kimseye “Münâfık” denir. Münâfık, ebedî Cehennemde kalacaktır. Münafığın vasıflarından ba’zıları şunlardır: Yalan söylemek, yeryüzünde fesat çıkarmak, bozgunculuk yapmak, gösteriş yapmak, namazda tenbellik yapmak, mü’minleri değilde kâfirleri dost edinmek, Allahü teâlânın âyet-i celîleleri ile alay etmek, insanlardan gizli olarak günah işlemek, hainlik yapmak, verdiği sözü tutmamak, kötülük yapmak, insanları Allahü teâlânın râzı olduğu ve beğendiği şeylerden alıkoymak, yalancı şahitlik yapmak, kendilerine azîz, bey, efendi, mü’minlere zelîl, hakîr ve gerici demek, Allahü teâlâ hakkında sû-i zan (kötü zanda) bulunmak, Resûlullaha (s.a.v.) dil uzatmak, kalbde bulunan ile dilin söylediklerinin birbirine uymaması, içi ile dışı bir olmaması, söz ile yaşayışın birbirini tutmaması.

2- Dinden çıkarmayan nifaktır. Fakat bu çeşit nifak, îmân nûrunu azaltır. Îmân nûrunun kuvvetlenmesine mâni olur. Bu çeşit nifak; gösteriş için iyi ahlâklı görünmek, söylediği şeyi kendisi yapmamak v.b.dir. Âlimlerden birisi buyurdu ki; “Eshâb-ı Kirâmdan beşyüz tanesine rastladım. Hepsi de, kendileri hakkında nifaktan korkmuşlardır.”

Birinci ma’nâ ile nifak, müslüman görünüp, küfrünü gizleyen kimsedir ki, böyle bir kimse imansızdır, İkinci ma’nâ ile nifak, insanlar arasında sâlih ve iyi ameller yapıp, yalnız kaldığında kötü işler yapmaktır. Bu fenâ işleri helâl saymadığı müddetçe günahkârdır ve âsidir.

Hasen-i Basrî’ye (r.a.); “Bugün nifak olmadığını söyleyen kimselerin bulunduğu söylenince, şöyle buyurdu: “Ey kardeşimin oğlu! Eğer münâfıklar yok olmuş olsalardı, yollarda yalnız başınıza kalırdınız. Münâfıklarda bulunan günahlar bildirilmiş olsa idi, yeryüzünde basacak yer kalmazdı.”

Birisi İbn-i Ömer’e (r.a.) şöyle dedi: “Biz, vâlilerimizin ve emirlerimizin yanına girdiğimizde başka, onların yanından çıkınca başka söylüyoruz.” Bunun üzerine İbn-i Ömer (r.a.) şöyle buyurdu: “Biz bunu nifaktan sayıyoruz. Nitekim Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Suyun baklayı erittiği gibi, kalbi de nifak eritir” buyurdular. Zâlim ve fâsık kimseleri, zarûret hali ve cebr, zorlama hâllerinin dışında övmek caiz değildir.

Abdullah bin Ömer’in (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: “Şu dört şey kimde varsa, o hâlis münâfıktır. Bunlardan bir tanesi kendisinde bulunan kimse, onu terk etmedikçe, kendisinde nifaktan bir haslet bulunmuş olur. (Bu dört haslet şunlardır): 1- Kendisine verilen emânete hiyânet etmek, 2- Konuşunca yalan söylemek, 3- Verdiği sözü bozmak, 4- Başkalarına devamlı kötülük yapmak.”

Kibir: Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen şöyle buyuruyor: “Onu hatırla ki, meleklere: “Âdeme (hürmet olarak) secde edin” demiştik de bütün melekler secde etmişlerdi. Ancak İblîs secde etmekten yüz çevirip kibirlendi ve kâfirlerden oldu” (Bekâra-34). “... Kim Allaha kulluktan O’na ibâdetten çekinir ve büyüklenirse bilsin ki, O Allah kıyâmette hepsini huzûrunda toplayacaktır” (Nisâ-172). “Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri, âyetlerimi anlamaktan (Kur’ân-ı kerîmi kabûlden) çevireceğim. Onlar (büyüklenenler) her mu’cizeyi görseler de onu kendilerine yol edinmezler. Fakat sapıklık yolunu görürlerse, onu yol edinirler. İşte böyle hareket etmeleri, âyetlerimizi yalan saymalarından ve onlardan gâfil bulunmalarından dolayıdır” (A’râf-146).

Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kalbinde hardal tanesi ağırlığınca kibir bulunan Cennete girmiyecektir.”

Hadîs-i şerîfde buyuruluyor ki: “Allahü teâlâ buyuruyor ki Kibriya, üstünlük ve azamet bana mahsûstur. Bu ikisinde bana ortak olanı Cehenneme atarım. Hiç acımam.”

Kibir, kâfirlerin vasıflarındandır.

Mü’min olanın, bundan çok, hem de pekçok uzak kalması gerekir. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde kâfirleri kibir ile vasıflandırarak meâlen şöyle buyuruyor: “O hâlde, içinde ebedî kalmak üzere, hepiniz Cehennem kapılarından giriniz bakalım!.. İşte büyüklenenlerin (hakkı kabûl etmiyenlerin) yeri ne kötüdür” (Nahl-29). “Rabbiniz buyurdu ki: “Bana duâ edin, size karşılığını vereyim. Bana ibâdet etmekten büyüklenip yüz çevirenler, muhakkak ki küçülmüş kimseler olarak Cehenneme gireceklerdir” (Mü’min-60).

Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Kul Allahü teâlâ için tevâzu gösterdiği zaman, Allahü teâlâ onu yedinci kat semâya yükseltir.”

Büyüklenme zâhirde olursa tekebbür, bâtında olursa kibir denir. Kibir tekebbürün aslıdır. Kibir başkasına karşı olur. Başkası olmadan kibir olmaz. Ucb böyle değildir. Ucb, nefsi beğenmekten doğan bir hareket ve üstünlük hissidir. Ucb, Cennet kapılarını kapatan amelleri yapmaya sebep olur. Nefsi büyük görmek, iyi amellere mâni olup, hayır işlemekten mahrûm kılar. Sâlihlerin amellerinden uzaklaştırır. Ucb hastalığına tutulmuş bir insanın, kendisi için istediğini mü’minler için istemeye gücü yetmez. Tevâzu gösteremez. Hâlbuki tevâzu, takvâ sahiplerinin ahlâkının başıdır. Ucb sahibi, nasihat kabûl etmez, insanları aşağı görmek ve gıybet hastalığından kurtulamaz.

Hulâsa, ne kadar kötü ahlâk sahibi varsa, onlar kibir ve ucb sahibidir. Kibirli kimseler, izzetimden, üstünlüğümden ve yüksekliğimden birşey kaybederim korkusu ile, iyi ahlâk sahibi olmazlar. Kalbinde kibir bulunan kimse Cennete giremez. Kibrin en mühim kötülüğü, bilmediğini öğrenmeye, hakkı kabûle mâni olmasıdır.

Kibirli kimse, Allahü teâlâya karşı kibir ve büyüklük gösterir. Nemrud ve Fir’avn’ın kibri böyledir. Bunların kibrinin aslı sırf cehâlettir. Kibre sebep olan şeyler birkaç kısımdır, 1- İlimle kibir: Hadîs-i şerîfte; “İlmin âfeti kibirdir” buyuruldu. İlmi ile kibirlenenin sonu felâkettir. Hâlbuki ilim, kulluğu ve ibâdet yolunu bilmektir. 2-İbâdetle kibir: Kendisinde böyle kibir bulunan bir kimse, Allahü teâlânın kullarını aşağı görüp, Allahü teâlânın mekrinden emîn olur. 3- Neseb ve soy ile kibir: Şeref, makam ve mevkî sahibi bir soydan gelen kimse, böyle olmıyanları hor ve hakîr görür. Hâlbuki hor görülen kimseler, ilim ve amel bakımından daha yüksek olabilir. 4- Güzellik husûsunda kibir: Bu ekseriyetle kadınlarda çok görülür. 5- Mal ile kibir.

İçteki kibrin sebebi ucbtur. Kişi ilmi, ameli ve daha başka şeylerle kendisini beğenince, kendisini büyük görür ve tekebbür eder.

Kibrin sebeblerindenbirincisinin ilâcı, ilim sahibi olmaktır, işlediği günahlar sebebiyle, günahının diğerlerinden daha fazla olduğunu bilmektedir. Böyle kimsenin, câhil bir kimseyi görünce, bu günahı câhil olduğu, bilmediği için işliyor. Ben ise, bilerek günah işliyorum. Câhilin belki bu husûsta mazereti olabilir, fakat benim hiç mazeretim yoktur. Âlim olan kimseyi görünce, o, benim bilmediklerimi biliyor. Kendisinden yaşlı kimseyi görünce, o Allahü teâlâya benden daha çok itaat etmiştir. Kendinden küçük olan kimseyi görünce, ben ondan önce günah işlemeğe başladım. Dinsiz ve bid’at sahibini görünce, belki Allahü teâlâ merhamet buyurur da onların akıbeti iyi olur. Benim akıbetim ise, ma’azallah, Allahü teâlâ bana gazâb edip, onların şimdi üzerinde bulundukları gibi olabilir, demelidir. Kendisini bu bakımdan onlardan üstün görmemelidir.

İbâdeti sebebiyle tekebbürün (büyüklenmenin) ilâcı: ibâdetinden dolayı kibirlenen kimse, küçük gördüğü kişi âlim ise, belki onun ilmi günahlarının keffâretine vesile olabilir. Câhil ise, belki onun günahı az, benim günahım onunkinden çok veya onun ibâdeti benimkinden çok olabilir, demelidir. Açıktan günah işliyen kimseye karşı ise, belki kalb ile yaptığı tâatler ile, Allahü teâlâ onun açıktan işlemiş olduğu günahlarını af ve mağfiret etmiş olabilir, demelidir.

Nesep ve soy ile kibirlenmenin ilâcı: Böyle bir kibir kendisinde bulunan kişi, babalarının ve dedelerinin vefât edip, şimdi toprak olduklarını, kendisinin de birgün onlar gibi olacağını düşünmelidir.

Güzellik husûsunda kibrin ilâcı: Böyle bir kibre sahip olan kimse, vücûdunun bir meniden yaratıldığını, azıcık bir hastalığın kendisini yere serdiğini, sonunda leş olacağını düşünmelidir.

Mal ile kibrin ilâcı: Malın, yahûdi ve hıristiyanlarda da bulunduğunu, hırsızın istediği zaman onu çaldığını, âhırette nereden ve nasıl kazandığı husûsunda hesabını vereceğini, haram yoldan kazanmış ise, cezasını çekeceğini düşünmektir.

Tekebbür, kişinin hâl ve hareketlerinde de bulunur. Meselâ kişinin; yürüyüşünde, oturuşunda, kalkışında, bakışında, sükûnet hâlinde de kibir görülür.

Ba’zı kibirli kimseler, insanların ba’zısına kibirli, ba’zısına mütevâzi davranırlar. Bütün bunlar kibir olur. Hasta, fakir ve yoksullarla beraber oturmaktan sakınmak, evinde kendi eliyle bir iş yapmamak da kibir ve çirkin hâllerdendir. Mütevâzi kimseler böyle yapmazlar.

İnsan bir damla meniden yaratılmıştır. Fakat insanoğlu bunu hiç hatırlamak istemez. İnsan ölünce ne olacağına bakmalı, ölümle; rûhu, gözü, işitmesi, ilmi, gücü kuvveti, güzelliği, anlaması, herşeyi alınır, ilk hâlinde olduğu gibi cansız bir varlık hâline gelir. Sonra kıyâmet günü haşrolunur. Dünyâda işlediği amel defterleri kendisine verilir, Allahü teâlânın huzûrunda hesap verir. Hesapdan sonra, ya Cehenneme, yahut Cennete gider.

Kişinin sözü ile işinin ve hareketlerinin birine uymaması, bu dinde yasaklanmıştır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; (Ey Yahudiler) insanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz?” buyuruyor. (Bekâra-44)

Allahü teâlânın, Îsâ aleyhisselâma şöyle buyurduğu bildirilmiştir “Önce nefsine nasihat eyle. Eğer kendi nasihatini kabûl ediyorsan, ondan sonra insanlara nasihat et, yoksa benden haya et.”

Enes bin Mâlik’in (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: “Mi’rac gecesi göğe götürülürken insanlar gördüm. Ateşten makaslarla dudaklarını kesiyorlar. Bunlar kimlerdir ey Cebrâil diye sordum. Cebrâil; “Onlar ümmetinin hatipleridir. Onlar, insanlara iyiliği emrederler, fakat kendilerini unuturlardı. Allahü teâlânın kitabını okurlar, fakat onunla amel etmezlerdi” dedi.”

Yine Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:“Ümmetimin helaki kötü âlim ve câhil âbid sebebiyle olur.”

Fudayl bin Iyâd (r.a.) buyurdu ki: “Bana şöyle bir haber ulaştı. “Yarın kıyâmet gününde, puta tapanlardan önce, kötü âlimler haşrolunacaktır.”

Ebüdderda (r.a.) buyurdu ki: “Amel yapmıyana bir kerre yazıklar olsun. Bilip de amel etmiyene ise, yedi kerre yazıklar olsun.”

İbn-i Semmâk şöyle buyurdu: “Nice Allahü teâlâyı hatırlatan kimse vardır ki, kendisi Allahü teâlâyı unutmuş, O’ndan gâfildir. Nice Allahü teâlâdan korkmayı söyliyen kimse vardır ki, kendisi Allahü teâlâdan korkmamaktadır. Nice Allahü teâlâya da’vet eden kimseler vardır ki, kendileri Allahü teâlâdan kaçmaktadırlar.”

Mu’âz bin Cebel (r.a.) buyurdu ki: “Âlimin ayağının kayması ve hatâ etmesi ile âlemin ayağı kayar ve hatâ eder.”

Ka’b-ül-Ahbâr (r.a.) şöyle buyurdu: “Kıyâmetin yaklaştığı zaman öyle âlimler çıkar ki, insanlara dünyâya rağbet etmemelerini, zühd sahibi olmalarını söylerler, fakat kendileri dünyâya rağbet ederler. İnsanları korkuturlar, fakat kendileri korkmazlar, Fakirlere değil de zenginlere yaklaşırlar. Onlar, kendilerinden başkasının yanına oturan arkadaşlarına kızarlar. Onlar cebbardırlar, Allahü teâlânın düşmanıdırlar.”

Bir şeyi, onunla amel eden kimse söylerse, dinleyen ondan faydalanır. Amel etmeyen kimse söylerse, dinliyen ondan faydalanamaz. Âlim olan kimse, bir haramdan veya mekrûhtan bahsedince, ilk önce onun bunları terketmesi gerekir.

Sırrî-yi Sekatî şöyle buyurdu: “Zâhirî ilim öğrenmeye çok istekli olan birisi, kendisini devamlı ibâdete verdi. Kendisine bunun sebebi sorulduğunda şöyle cevap verdi: “Rü’yâmda birisi bana şöyle dedi: “Sen beni zayi ettiğin gibi, Allahü teâlâ da seni zayi etsin.” Ona; “Sen kimsin?” diye sorduğumda; “Ben senin ezberlediğin ilimim. İlmin muhafazası amel ile olur” dedi.”

İlim: Resûlullah efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: “Kadın ve erkek her müslümana ilim öğrenmek farzdır.” Âlimler, her müslümana farz olan ilim husûsunda ihtilâf ettiler. Bu husûsta yirmiden fazla kavil (âlimlerin sözü) vardır.

Sühreverdî “Avârif-ül-me’ârif’ adlı eserinde şöyle buyuruyor: “Bu kaviller arasında ben, tasavvuf büyüklerinden Ebû Tâlib-i Mekkî’nin sözüne meyletmekteyim. O, Kût-ül-kulûb isimli eserinde der ki: “Burada farz olan ilim, İslâmın temeli olan İslâmın beş şartıdır. Çünkü bunlar, bütün müslümanlara farzdır. İslâmın beş şartı ile amel etmek, onları yapmak farz olduğu gibi, bunları yapabilmek için, bunların nasıl yapılacağını bilmek de farzdır. Tevhîd ilmi de bunun içerisine dâhildir. Çünkü İslâmın şartının ilki, Kelime-i şehâdeti söylemek ve ma’nâsına inanmaktır. Bu yirmi kavilden bir tanesi de, bir emrin zamanı gelince, onları yapma durumu içerisine girince, öğrenmektir. Alış-veriş etmeden önce alış-veriş, evleneceği zaman nikâh ve talak, hayz ve nifas bilgilerini de öğrenmek her müslümana farzdır. Ya’nî, hangi iş yapılacaksa onunla ilgili emir ve yasakları öğrenmek farzdır. Ben buna da meylettim. Zîrâ bunları bilmek her müslümana farzdır.

Bu husûsta farz olan, emredilen ve nehyedilen (yasak edilen) şeyleri bilmektir. Bunlar müslüman olan herkese, her zaman lâzımdır. Böyle lâzım olan şeyleri bilmek de farzdır.”

İslâmın beş şartı temel ibâdetler olup, İslâmın esaslarıdır. Bunları öğrenmek her müslümana farzdır.

Ahlâk ilmi de her müslümana farzdır. İhlâs emredilmiştir. Amellerin kabûl olması ihlâsa bağlıdır. Helâl ve harama dâir bilgiler de böyledir. Çünkü haram yiyen, haramlara bulaşan kimsenin amelleri kabûl olmaz. Riyayı ve onun ne olduğunu bilmek de böyledir. Riya ile amel yapan kimse, o amelin sevâbından mahrûm olur.

Hased ve ucbu da bilip ondan sakınmak lâzımdır. Çünkü ateşin odunu yiyip bitirmesi gibi, bunlar da kişinin yaptığı ameli yok ederler.

Alış-veriş yapmak isteyen kimsenin, sahih ve doğru bir alış-verişin nasıl yapılacağını bilmesi lâzımdır. Konuşulduğunda ve yapıldığında, müslümanın îmânını götüren, dinsiz yapan sözleri ve işleri bilmek de farzdır. Çünkü bunları bilmiyen kimsenin, küfrü gerektiren bir sözü söylemesi ile, bir anda yetmiş senelik ibâdetinin sevâbı boşa gider, ihtiyât için bu zamanda, her ay bir veya iki kerre, hattâ her hafta bir kerre iki şâhid yanında nikâhını ve îmânını tazelemelidir. Küfre düşüren şeylerden dolayı tövbe etmelidir.

İmâm-ı Gazâlî (r.a.), farz olan ilim hakkında buyurdu ki: “Bu, kişinin durumuna göre değişir. Çünkü, dilsize, haram olan sözleri, a’mâ olanın, bakması haram olan şeyleri öğrenmesi lâzım değildir. Aynı şekilde, akıl-bâlig olmadan, Kelime-i şehâdetin ma’nâsını öğrenmek vâcib değildir. Bir kimse öğle vakti bülûğa erince, öğle namazı ve ibâdetle ilgili bilgileri öğrenmek, o andan i’tibâren farz olur.”

Farz-ı kifâye olan ilimlere gelince, bunlar dünyâ işlerini yapmakta lâzım olan bilgilerdir. Meselâ tıb ilmi böyledir. Çünkü tıb ilmi, bedenin sıhhat ve devamı için zarurîdir. Hesap ilmi, muâmeleler için zarurîdir.

Bir ilmi öğrenmek için, vâsıta olan ilimleri de öğrenmek lâzımdır. Meselâ, lügat ve nahiv ilimleri böyledir. Esâsında bunlar dînî ilimlerden değildir. Fakat dînî bilgilerin öğrenilmesi için, âlet ve vâsıta olmaktadırlar. Çünkü, Kur’ân-ı kerîm Arabca’dır. Bu sebeple lügat ve nahiv ilimleri, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs ilminin öğrenilmesine âlet olmaktadır. Âlet ilimlerinde lüzumundan fazla derinleşmek, lâzım değildir. Âlet ilimlerinin incelikleri üzerine derinleşmek ömrü zayi etmek olur. Me’ani, beyân, bedî’, hadîs-i şerîf, cerh ve ta’dil, çiftçilik, terzilik, idârecilik ve hacamat gibi san’atları bilmek farz-ı kifâyedir. Her memlekette, bu ilimlerin ehli bulunması lâzımdır. Bu ilimlerin ehli bulunmayan belde halkı günahkâr olurlar. Belde halkından bir kısmı bu ilimleri bilirse, geri kalanlar günahkâr olmazlar.

Akıllı kimse, önce farz-ı ayn olan bilgileri, sonra farz-ı kifâye olan bilgileri öğrenir. Farz-ı ayn olan bilgileri öğrenmeyi bırakıp da, farz-ı kifâye olan bilgilerle uğraşan kimse, ne kadar hatâ etmektedir. Ekseriyetle görülmektedir ki, insanlar ömürleri boyunca aklî ilimlere vakitlerini harcayıp, farz-ı ayn olan bilgileri öğrenmeyi bırakıyorlar. Farz-ı ayn olan bilgileri öğrenmeden önce, farz-ı kifâye olan bilgileri öğrenmekle meşgûl olarak nefslerine uyuyorlar. Bundan Allahü teâlâya sığınırız.

Malları bâtıl ile yemek: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Aranızda birbirinizin mallarını bâtıl yollarla yemeyin” buyuruyor (Bekâra-188) Bâtıl yoldan mal yemek birkaç çeşittir. Ba’zan gasb ve yağma yolu ile, ba’zan kumar ve benzeri yollarla, ba’zan da rüşvet ve hıyânet yolu ile olur.

Süfyân bin Uyeyne (r.a.) buyurdu ki: “Her kumar ve uygun olmayan iş, ya’nî; gasb, hırsızlık, rüşvet, pis kazanç, fâsid akidler ve hıyânet olan her yoldan kazanılan, bâtıl ile yemektir.”

Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Başkasının malı, ancak gönül hoşluğu ile verirse helâldir.” Malını içkiye, zinâya sarfetmek de bâtıl yolla yemektir.

Dînen uygun olmayan her türlü kazanç bâtıldır. Bu sebeple insan: yiyeceğine, içeceğine, giyeceğine, meskenine, bineğine, dîne uygun olarak alınıp alınmadığına bakmalıdır Çünkü Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Ey peygamberlerim! Helâl ve temiz yiyiniz ve bana lâyık ibâdet yapınız” buyurmaktadır. (Mü’minûn-51) Görülüyor ki helâl yemek, sâlih amelden önce gelmektedir. Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Uzak yoldan gelmiş, saçı sakalı dağılmış, yüzü-gözü toz içinde bir kimse, ellerini göğe doğru uzatıp duâ ediyor. “Yâ Rabbî!” diye yalvarıyor. Hâlbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği hep haram. Bunun duâsı nasıl kabûl olur?”

Yine Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: “On liralık elbisenin, bir lirası haram olsa, o elbise ile kılınan namazlar kabûl olmaz” (Ya’nî sevap verilmez. Eğer şartlarına uygun kılmış ise, namazı sahihtir ve namaz borcundan kurtulur.)

Denilir ki “Kırk gün şüpheli yiyen kimsenin kalbi kararır. Haram yiyen kimsenin a’zâları, ister istemez haram işler.”

İnsanların mallarını bâtıl (haram) yoldan yiyen kimse, bu şekilde almış olduğu malları eğer sahipleri hayatta ise sahiplerine, vefât etmişlerse vârislerine geri vermelidir. Eğer vârisleri de yoksa, sahiplerin hakkı olan miktarı, sadaka olarak vermelidir. Böylece fakirlere sadaka verilen bu mallar, hak sahipleri için Allahü teâlânın katında emânet kalmış olur. Allahü teâlânın, kıyâmet gününde, fakire verilen o malların sevâbını sahiplerine ulaştırması, hak sahiplerinin de, bundan hoşnud olacakları umulur. Hak sahiplerinin hakkını fakirlere, aynı cins maldan vermek gerekmez. Üzerindeki hak kadar, istediği maldan sadaka olarak verir.

Riya: Riya; birşeyi olduğunun tersine göstermektir. Kısaca gösteriş demektir. Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: “Sizde bulunmasından en çok korktuğum şey, şirk-i asgara yakalanmanızdır. Şirk-i asgar, riya demekir.”

“Dünyâda riya ile ibâdet edene, kıyâmet günü, ey kötü insan! Bugün sana sevâb yoktur. Dünyâda kimler için ibâdet ettin ise, sevâblarını onlardan iste denir.”

Yine Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâ buyuruyor ki: Benim şerikim yoktur. Başkasını bana şerik eden, sevâblarını ondan istesin, ibâdetlerinizi ihlâs ile yapınız! Allahü teâlâ, ihlâs ile yapılan işleri kabûl eder.”

Hazreti Ali; “Riya sahibinin üç alâmeti vardır 1- Yalnız iken tenbel olur. 2-İnsanlar arasında iken çalışkan ve hareketli olur. 3- övüldüğü zaman çok çalışır. Zemmedildiği, kötülendiği zaman, çalışmasını azaltır” buyurdu.

Akıllı kimsenin, yaptığı ameller husûsunda, sürü çobanından edeb ve ibret alması gerekir. Çünkü çoban, sürüsünün yanında namaz kıldığı zaman, kıldığı namaz için, sürüsünden herhangi bir medh ve övme beklemez. Bunun gibi, amel yapan kimse de, insanların kendi ameline bakmasına, amel yaparken kendisini insanların görmesine i’tibâr etmez. Yaptıklarını Allahü teâlânın rızâsı için yapar.

Riyanın hakîkati; faziletlerini göstermek sûretiyle, insanların kalbini kazanmak, onların gönüllerinde yer işgal etmektir. Riya, âhıret amelini dünyevî bir fâide için yapmaktır. Çünkü Allahü teâlânın rızâsından başka bir maksatla yapılan her amel riyadır. Eğer riya, dînin aslında ya’nî i’tikâdda olursa, bu nifak olur ki, böyle bir kimse ebedî Cehennemde kalır. (Ya’nî böyle kimse kalbinde îmân olmadığı hâlde îmânı varmış gibi gösterir.)

İbâdetlerde riya: Beş vakit namazı, Cum’a namazı ve diğer ibâdetleri, yanında insanlar varken çok güzel yapıp, yanında kimse yok iken ya’nî yalnız iken, bunları terk etmek sûretiyle olur. Eğer namaz kılmadığı, oruç tutmadığı için, insanların kendisini kınayacakları korkusu olmasaydı, bu ibâdetleri yapmazdı. Böyle bir riya hâli bulunan kimse, insanların övmesini, Allahü teâlânın övmesine tercih etmiş olur.

İbâdetlerin vasfında riya: Bu üç kısımdır: 1- Terkedildiğinde noksanlık olan bir husûsta riya: Meselâ rükû’u iyi ve şartlarına uygun yapmak. Şayet rükû’da ta’dil-i erkâna riâyet edilmezse, namazda noksanlık olur. İşte bunu insanların yanında iyi yapıp, yalnız iken yapmamak, buna riâyet etmemek riyadır, insanların yanında rükû’u güzel, ta’dîl-i erkâna riâyet ederek yapmak, insanların rükû’u iyi yapmadığı için ayıplamasından, gıybetini yapmalarından korktuğu için ve onların dedikodusundan kendisini korumak için yapmaktadır. Bu düşünce ile hareket etmek şeytanın bir hîlesidir. Çünkü namazın noksan olmasından doğan zarar, insanların gıybet etmesinden doğan zarardan daha büyüktür.

2- Terkedildiğinde veya yapıldığında, noksanlık olmayan birşeyi yapmak. Meselâ gösteriş için, normalden fazla Kur’ân-ı kerîm okumak.

3- Birinci safta yer almak, kimse gelmeden önce câmiye gitmek gibi husûslar olup, bunları, insanların takdîrini ve medhini kazanmak için yapmak.

İbâdeti, sadece riya ve gösteriş için yapmak, ibâdetin sevâbını giderir. O ibâdet boşuna yapılmış olur. Aynı zamanda ibâdeti, sâdece başkası görsün niyeti ile yapmak, Allahü teâlâ ile alay etmek olur. Böyle bir hareket, maksada kavuşmakta kulun, (hâşâ) Allahü teâlâdan daha güçlü ve kuvvet sahibi olduğu ma’nâsını ifâde eder. İbâdette, hem sevâb, hem de insanların medhini kazanmak düşüncesi bulunursa, bu, ihlâsa aykırıdır.

Riyanın dereceleri: 1- Bir günahı yapabilmek için riya yapmak. Meselâ; ibâdetle meşgûl görünerek, başkasının i’timâdını kazanıp, onların mallarını kendisine emânet olarak bırakmalarını te’min etmek ve onların mallarından istifâde etmeyi düşünmek, gasbetmek. 2- Aşağılanmak ve zâhidlerden sayılmamak korkusu ile riya yapmak. Meselâ; insanlar, “Ne kadar vakarlı birisi” desin diye, güzel ve ağırbaşlı yürümek. Bir şeye önce kendisi gülüp, sonra orada bulunanların kendisini ayıplamaması için, istiğfar okumak ve üzüntülü görünmek. Yalnız iken yapmadığı hâlde insanların yanında teravih ve teheccüd namazı kılmak. Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutmak, sadaka vermek ve bir topluluk arasında, kendisine kötü gözle bakmamaları için onlar gibi yapmak. 3- İnsanların yanında hüzünlü durmak ve ağlamak. Va’z ve nasîhatla meşgûl olmak. Bundan maksat, insanlardan mal ve başka bir menfaat te’min etmektir.

Riya gizli bir şirk olup, yapılan ibâdetleri boşa çıkarır. Sahibini, Allahü teâlâ katında sevilmeyen birisi yapar. Riya, insanı helâka sürükleyen büyük günahlardandır. Bundan dolayı, böyle bir durum varsa, ondan kurtulmak için çok çalışmak lâzımdır. Bu hâli gidermek için, her türlü meşakkat ve gayreti göze almak lâzımdır. Akıllı kimse, içerisindeki riya damarlarını söküp atar. Riya damarları; insanların kendisini övmesne sevinmek, onların zemminden ve kötülemesinden kaçmak, insanların elinde bulunanlarda gözü olmaktır.

Riyanın ilâcı: Allahü teâlânın, içinden geçenleri bildiğini hatırlamalıdır. Âlimler, riyanın haram, ihlâslı olmanın ise vâcib olduğunda ittifâk etmişlerdir.

Kalbin günaha azmetmesi ve zâhirî a’zâları ile onları yapmasının haram olması: Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir “Siz içinizde olan kötülüğü açıklasanız da, saklasanız da Allahü teâlâ sizi onunla hesaba çeker, nihâyet dilediğini bağışlar ve dilediğine de azâb eder. Allahü teâlâ herşeye kâdirdir.” (Bekâra-284). Hadîs-i şerîfte Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Allahü teâlâ, yapmadıkları veya konuşmadıkları müddetçe, kalblerinin vesvese ettiği şeyi ümmetimden kaldırdı” buyurdu.

Yine Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Şüphesiz Allahü teâlâ, iyilikleri de kötülükleri de yazdı. Kim bir iyiliğe karar verir fakat onu yapamazsa, Allahü teâlâ katında ona tam bir iyilik sevâbı yazılır. Eğer o iyiliğe karar verir ve yaparsa, Allahü teâlâ katınde onun için, on sevâbtan yediyüz misline ve daha çoğuna kadar sevâb yazılır. Kim bir kötülüğe karar verir de onu yapmazsa, Allahü teâlâ katında ona bir iyilik sevâbı yazılır. Eğer kötülüğe yönetip, o kötülüğü yaparsa, Allahü teâlâ katında ona bir günah yazılır.”

Akıllı kimsenin, kalbini günaha meyletmekten ve ona devam etmekten muhafaza etmesi lâzımdır. Hatırına günah olan birşey gelince; E’ûzü çekip Allahü teâlâya sığınmalı, Kelime-i tevhîd söyleyerek, Allahü teâlânın zikrini kendisine kal’a edinmeli, sâlih amellerle meşgûl olmalı, o günahın çirkinliğini ve Allahü teâlâ ile arasında perde olduğunu düşünmeli, o günahı yapmamak için elinden geleni yapmalıdır. Eğer bir kimse, Allahü teâlâ korkusundan dolayı, bir günahı terkederse, ona bir sevâb yazılır. Çünkü Allah korkusundan dolayı o günahı terketmesi, nefsi ile mücâdele etmesi de sevâbtır. Kâfirleri sevmek ve onları dost edinmek: Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki: “Mü’minler, mü’minlerden ayrılıp kâfirleri dost edinmesin. Bunu her kim yaparsa, artık Allahü teâlâya yakınlığı kesilmiş olur” (Âl-i İmrân-28). “Ey îmân edenler! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri dostlar edinmeyiniz.” (Nisâ-144). “Ey îmân edenler! Düşmanlarımı ve düşmanlarınızı dostlar edinmeyiniz.”(Mümtehine-1).

Bilmelidir ki, müslüman erkek ve kadın, dinsizlerden hiçbir kimseyi; gerek ona hürmet ve saygı göstermek, gerek onu sevmek, onunla sohbet etmek ve beraber olmak veya herhangi bir işte onunla istişâre etmek sûretiyle olsun dost edinmemelidirler. Gayr-i müslimlerin bayramlarında, gayr-i müslimin kestikleri hayvanların etini yemek caiz değildir. Çünkü o hayvan, Allahü teâlâdan başkası için kesilmiştir. Dürer-ül-mültekit’te de böyle yazmaktadır.

Zarûretsiz olarak zimmîye, (ya’nî gayr-i müslim vatandaşa) selâm vermek caiz değildir. Bid’at ehlinin selâmına cevap verilmez. Eğer zımmî önce selâm verirse selâmı alınır ve cevap verilir. Çünkü selâmını almamak, zimmîye eziyet vermek olur. Onlara eziyet vermek mekrûhtur. Fakat selâmına cevap verirken sadece, “ve aleyküm” denir. Başka birşey söylenmez.

Kâdîhân’da buyuruldu ki: “Zimmîye önce selâm vermek mekrûhtur. Fakat önce o selâm vermişse, selâm almakta mahzur yoktur.”

Siyer-ül-Fetâvâ’da buyuruluyor ki: “Zımmînin selâmına cevap vermekte mahzur yoktur. Ancak nehyedilen husûs, onlara önce selâm vermektir. Fakat, bir ihtiyâç sebebiyle onlara selâm vermekte mahzur yoktur.”

Hazreti Ömer (r.a.) ehl-i kitaptan birisini kâtib edinmeyi yasaklamış ve şöyle buyurmuştur: “Onlara ikram ve hürmette bulunmayın, çünkü Allahü teâlâ onları aşağılamıştır. Onlara güvenmeyin, çünkü Allahü teâlâ onların hâin olduklarını bildirmiştir. Mallarınız ve canlarınız husûsunda, Allahü teâlâdan korkan müslümanlardan başkasını vazîfelendirmeyiniz.” Burada Hazreti Ömer’in (r.a.) müslüman olana bile vazîfe verirken, Allahü teâlâdan korkan müslümana vazîfe verilmesini emretmesine bilhassa dikkat etmelidir. Bundan, Allahü teâlânın düşmanı olan dinsizler hakkındaki durumun nasıl olacağı çok açıktır.

Cimrilik: Cimrilik kötü sıfatlardandır. Cimri kimse, hem dünyâda hem de âhırette kötülenir. Allahü teâlâ, cimri olanları Kur’ân-ı kerîmde şöyle kötülemiştir “Allahü teâlânın, fadlından kendilerine verdiği şeye bahillik (cimrilik) edenler, hiçbir zaman onu kendilerine hayırlı sanmasınlar. Aksine bu, kendileri için bir şerdir. Onların cimrilik ettikleri şey, kıyâmet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allahü teâlânındır.” (Âl-i İmrân-180).

Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: “Cimrilikten sakınınız. Çünkü cimrilik, sizden öncekilerin helâkına sebep oldu.” Yine buyurdu ki: “Üç şey helak edicidir. İtaat olunan cimrilik. Tâbi olunan hevâ ve kişinin kendini beğenmesi.”

Cimriliğin sınırı ve insan ne zaman cimri sayılır?: Mal, bir hikmet için yaratılmıştır. Bu da, insanların ihtiyâçlarının giderilmesidir. Mal, ba’zan sarfedilmesi gereken yere sarfedilmeyebilir, oraya sarfedilmekten alıkonabilir. Ba’zan da sarfedilmesi güzel olmayan yere sarfedilebilir. En iyisi, malı muhafazası vâcib olan yerde muhafaza etmek, sarfedilmesi vâcib olan yerde sarfetmek, harcamaktır. Malı sarfedilmesi vâcib olan yerde tutmak cimriliktir. Malın tutulması, sarfedilmemesi gereken yerde sarfetmek ise isrâftır.

Cömerdlik; isrâf ile cimrilik arasında orta bir durumdur. A’zâlarla vermek kâfi değildir. Ayrıca kalbin de bu verme işinden râzı olması, bu işe karşı çıkmaması lâzımdır. Vermesi vâcib olan şeyler, dinde ve âdette olmak üzere iki tanedir. Bunlardan birini yerine getirmeyen cimridir. Meselâ zekâtını vermeyen, çoluk-çocuğunun nafakasını vermeyen böyledir. Bunlara bu şeyleri vermek zor ve ağır gelir. Böyle kimseler tabiat bakımından cimridir, imkânı varken darlık çekmek, muhtaçmış gibi bulunmak çirkindir. İmkânı varken, malı sevmekten dolayı, ihtiyâçlarını yerine getirmeyip, darlık ve ihtiyâç içerisinde bulunmak mürüvvet perdesini yırtar.

Cimriliğin sebebleri: 1- Ancak mal ile elde edilebilen arzu ve istekleri yerine getirebilmek düşüncesi, şayet malını hayır ve sevâb olan yerlere sarfederse, nefsinin arzu ve isteklerine kavuşmayacaktır. 2- Tûl-i emel: Zevk ve safa sürmek için çok yaşamağı istemektir. 3- Çoluk-çocuğa bırakma düşüncesi. 4- Malı sevmek.

Birincisinin ilacı; kanâat ve sabırdır, ikincisinin ilâcı; akranlarının ve kendisi gibi olanların öldüklerini, hâlbuki o malı kazanmak için çok yorulduklarını, kendilerinden sonra mallarının zayi olduğunu hatırlamaktır. Üçüncüsünün ilâcı; kendisini yaratan Allahü teâlânın çoluk-çocuğun da rızkını vereceğini düşünmektir. Dördüncüsünün ilâcı; cimriliği kötüleyen, cömertliği öven haberler üzerine düşünmektir.

Cömertlikle tanınmak için, riya olarak cömertlikte bulunmak, nefsin hîlelerindendir. Dinde cimrilik, farz olan zekâtı vermemekle olur. Örfte ise; malı olduğu hâlde, gerek şahsına, gerekse çoluk-çocuğuna lâzım gelen harcamayı yapmamakla olur.

Cimrilik, sâdece malı tutmak, onu sarf etmemek değildir. Aynı şekilde; ibâdetlerini yapmıyan kimse de nefsine cimrilik ettiği, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) ismi şerîflerini duyduğu hâlde salât-ü selâm okumayan kimse de cimrilik yaptığı, müslüman kardeşine rastlayıp da selâm vermeyen kimsenin de cimri olduğu bildirilmiştir. En büyük cimrilik ise, Kelîme-i tevhîdi. İnanarak söylememek sûretiyle, İslâm dînine girmeyi terk etmektir. Yine, malından hayr yerlere ve fakirlere harcamak isteyen kimseye; “Malını tut, ihtiyâçlar çok, belki bir gün ihtiyâcın olur. Elindeki malı hayır yerlere harcarsan fakir olursun” diyerek başkasının yapacağı hayra mâni olmak da en büyük cimriliklerdendir. Yine en büyük cimrilikten birisi de, Allahü teâlânın kendisine akıl ve anlayış verdiği kimsenin, Allahü teâlâya kulluk vazîfesini yapabilecek kadar ilim öğrenmekten geri durması, câhil olarak kalmasıdır.

Aldanmak: Allahü teâlâ beni affeder deyip, günahlara devam etmek ve tövbe etmemek aldanmaktır. Allahü teâlânın rahmetini umarak aldanmak ile, Allahü teâlânın rahmetini temenni arasında fark vardır. Bir kimse tarlasını sürer, ondaki zararlı otları temizler, tohumu tarlaya eker, sulamasını ve lüzumlu bakımını yaptıktan sonra Allahü teâlânın lütuf ve ihsânından, tarlasına gelecek âfetleri defetmesini, onlardan korumasını bekler. İşte bu Allahü teâlânın lütuf ve ihsânını ummak olur. Birisi de tarlasını ekmez, hiçbir gün çalışmaz, gidip yatar ve uyur. Tarladan, ekini veya meyvayı alma zamanı gelince, Allahü teâlânın kendisine çok vermesini bekler. Bu Allahü teâlânın rahmetini, lütuf ve ihsânını beklemek değil, kendi kendisini aldatma ve ahmaklık olur. Allahü teâlânın rahmetini lütuf ve ihsânını ummak, sebeblere yapıştıktan sonra olmaktadır.

Yahyâ bin Mu’âz-ı Râzî (r.a.) buyurdu ki: “Bana göre en büyük aldanma; günahlarından dolayı pişmanlık duymadan, Allahü teâlânın affını ummak, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmadan, Allahü teâlâya yakınlığı beklemek, Cehenneme girmeye sebep olacak tohumları ekip, Cennet meyvası almayı beklemek, günah işlemek, günah işleyip, günahlardan uzak kalan, ibâdet ve tâatta bulunanlarla beraber olmayı istemek, sâlih amel işlemeden mükâfat beklemek, hem günah işleyip hem de Allahü teâlânın mağfiretini ummaktır.”

Hasen-i Basrî (r.a.) buyurdu ki: “Ba’zı kimseler vardır ki, “Allahü teâlânın af ve mağfireti çoktur” diyerek, ibâdet ve tâat yapmadan, bir tek sevâpları olmadan dünyâdan ayrıldılar. “Biz Rabbimiz hakkında hüsn-i zan sahibiyiz” dediler ve yalan söylediler. Eğer Allahü teâlâ hakkında zanları iyi olsa idi, sâlih ameller yaparlar, ibâdet ve tâatte bulunurlardı.”

Peygamherler (aleyhimüsselâm) ve Allahü teâlânın velî kulları, bütün güçleri ile Allahü teâlâ için ibâdet ve tâat yaptıkları hâlde, günahlardan son derece sakınmışlardır. Bu hâlde, hiç ibâdet ve tâatle meşgûl olmayıp, devamlı günah işleyenin; Allah kerîmdir, merhametlidir, affeder diyerek, günaha devam etmelerinin, tövbeye yanaşmamalarının ne kadar yanlış olduğu meydandadır.

Niyet ve ihlâs: Her mü’minin önce niyet ve ihlasın hakîkatini bilmesi lâzımdır. Sonra niyetinin samimiyetini amel ile doğrulamalıdır. İhlâs, kulun kurtuluşuna vesiledir. Kul, şeytandan ancak ihlâsı ile kurtulabilir. Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâ sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz. Bilakis sizin kalblerinize ve amellerinize bakar.”

Amellerin temeli niyettir. Niyet eğer ihlâslı ise fâide verir. Görülmez mi ki, Allahü teâlâya secde eden ile putlara secde edenin yaptıkları görünüşte aynıdır. Fakat Allahü teâlâya secde edeninki, ibâdet, puta secde edeninki ise küfür olmaktadır. Niyet, amellerin rûhu gibidir. Allah için olmayan bir niyetle yapılan amel riyadır, yapmacıktır ve zorlanarak yapılır. Riya ile yapılan amel, Allahü teâlânın gazâbına sebeb olur.

Akıllı kimse her şeyde; yemesinde, içmesinde, giymesinde, uykusunda, hatta helaya girmesinde bile niyeti terketmemelidir. Bütün bunlarda, Allahü teâlânın rızâsını kasd etmekle, niyet yerine gelmiş olmaktadır. Çünkü bütün bunların hepsi, bedenin devamını, kalbin, bedenin ihtiyâçlarını düşünmekten kurtulmasını te’min etmektedir. Bu ihtiyâçların giderilmesi ile, insan dînî vazîfelerini daha rahat ve iyi bir şekilde yapabilmektedir. Bu sebeble; yemek yerken, ibâdet için kuvvetlenip daha iyi ibâdet edebilmek niyeti ile yemelidir. Nefsinin ve şehvetinin kötü isteklerini yerine getirmek düşüncesi ve niyeti ile yememelidir.

Niyet amelden önce gelmektedir. Hayra niyet edildiği müddetçe, insan hayır ve iyilikle beraber olur. Selef-i sâlihînden bir zât buyurdu ki: “Nice küçük sayılan amel vardır ki, iyi bir niyet onu çok büyük yapar. Nice büyük amel vardır ki, hâlis olmayan niyet onu küçültür.”

Günah bir şey, iyi niyetle günah olmaktan çıkmaz. Câhil olanlar Resûlullah efendimizin; “Ameller niyetlere göredir” hadîs-i şerîfini yanlış anlamakta, iyi niyetle yapıldığında, günahın tâata dönüştüğünü zannetmektedirler. Meselâ; birinin kalbini kazanmak ve onu memnun etmek için, onun yanında başka birini gıybet etmek, sahibinin izni olmayan maldan bir fakiri doyurmak, haram mal ile mescid, medrese ve dergâh yaptırmak böyledir. Bunları yaptırmakta niyet ve maksat hayır ve iyilik olsa bile, o işleri günah olmaktan çıkarmaz, iyi niyet, zulüm ve haksızlık olan birşeyi zulüm ve haksızlık olmaktan çıkarmaz. Âlimler, haram olan birşeyi sadaka olarak verip, bundan sevâb beklemenin küfür olduğunu sözbirliği ile söylemişlerdir.

Ba’zı kimseler, haram mal ile; köprü, medrese ve mescid yaptırmak sûretiyle sultanlara yaklaşırlar. Dünyâya düşkün olan âlimler, ilim öğretmek sûretiyle dünyâ malı toplamak, insanların ileri gelenlerinden faydalanmak isterler. Sefih ve aşağı tabiatlı, niyetleri dünyalık ve makam elde etmek olan kimseler, ilmi, dünyâ düşkünü âlimlerden öğrenince, Allaha giden yolu kesen yol kesiciler olarak ortaya çıkarlar.

Resûlullah efendimizin (s.a.v.); “Ameller niyetlere göredir” hadîs-i şerîfi tâatlara ve mübah olan şeylere mahsûstur. Günahlara mahsûs değildir. Çünkü tâatlar, bozuk ve kötü niyetle günah olur. Mübahlar da böyledir. Fakat günahlar iyi niyetle asla tâat olmazlar. Herkes bir işi, ya dünyâya âit iyilikleri ve fâideleri, yahut âhırete âit iyilikleri ve fâideleri elde etmek için yapar.

İnsanın ya sâdece dünyalık elde etmek, yahut sâdece âhırete ait bir fâide elde etmek için bir iş yapmasına dâir, Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyurmaktadır “Kim âhıret sevâbını isterse, onun sevâbını arttırırız. Kim de dünyâ menfâatini isterse, ona da ondan veririz. Fakat âhırette ona hiçbir nasîb yoktur” (Şûrâ-20)

İlmi ile maksadı, gösteriş ve dünyalık elde etmek olan kimse azâb ve ceza görür. İlmi ile Allahü teâlânın rızâsını kazanmaktan başka bir maksadı ve niyeti olmayan kimse ise, sevâb kazanır ve mükâfat görür. Niyeti hâlis olmayan, Allahü teâlâya yakın olmak ve O’nun rızâsını kazanmaktan başka bir niyetle iş yapan kimsenin ameli reddedilir. Az veya çok, nefsin hoşuna giden dünyâ düşüncelerinden birisi amele karışınca, amel saflığını ve temizliğini kaybeder.

İhlâs, sırf Allahü teâlâ için oluncaya kadar, ameldeki dünyevî ve nefsî istek ve düşünceleri temizlemektir. Bu ise ancak, Allahü teâlâyı kalbinden seven, âhıret derdi ile derdlenen, dünyâ sevgisine yer vermeyen, yemesi içmesi lezzet ve zevk almak için değil de, sırf Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından sakınmak husûsunda kuvvet ve güç kazanmak olan, kalbinde sâdece hakîki sahibi ve mâliki olan, Allahü teâlânın rızâsını kazanmaktan başka düşüncesi olmayan kimseler için mümkündür. Böyle bir kimse, hareketlerinde ve hareketsiz anlarında, dâima hâlis ve doğru niyetlidir. Meselâ, o uyurken ibâdete kuvvet kazanmak niyeti ile uyur ve onun uykusu ibâdet olur. İhlâsın ilâcı; nefsin lezzetlerini, arzu ve isteklerini kırmak, dünyâya olan tamâ’ı ve arzuyu kesmek, kendisini âhırete vermektir. Bunlar olunca ihlâs kolaylaşır. Nice ameller vardır ki, insan bunları yapmak için çok yorulur, onları Allah için yaptığını zanneder, fakat aldanmaktadır.

Bir zât şöyle anlatır: “Otuz sene mescidde birinci safta namaz kıldım. Birgün, bir özür sebebiyle ikinci safta namaz kıldım. Bu sırada, insanların beni ikinci safta görmesinden dolayı, bende bir utanma hissi meydana geldi. Anladım ki, birinci safta namaz kılmak, kalbimde hâsıl olan sevinç ferahlık hâli riya, gösteriş imiş.”

Bu husûs ince bir noktadır ki, bunun benzeri olan ameller, gösterişten kurtulamazlar. Amelleri bu durumda olanlar, âhırette iyiliklerinin kötülüğe tebdil edildiğini, çevrildiğini görürler. Amellerini bu düşünce ve niyetle yapanlar amellerinde riya yapmışlardır.

Âhıret için amel yapan kimseye Allahü teâlâ hem dünyâyı, hem de âhıreti ihsân eder. Dünyâ için amel yapan, sadece dünyâ için çalışan kimseye de, Allahü teâlâ dünyâdan dilediği kadar verir, fakat o amelinin âhırette hiç fâidesini göremez.

Hased: insanı helâka götüren kötü huylardan birisidir. Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki; “Ateşin odunu yemesi gibi, hased de iyilikleri yer.” Yine Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Şüphesiz Allahü teâlânın ni’metlerinin düşmanları vardır.” Onlar kimlerdir diye sorulduğunda Resûlullah (s.a.v.); “Allahü teâlânın, fadlından verdiği şeyler için, insanları hased edendir” buyurdu.

Ebüdderdâ (r.a) buyurdu ki: “Ölümü çok hatırlayanın, sevinci ve hased etmesi az olur.”

Fakîh Ebü’l-Leys Semerkandî “Tenbîh-ül-gâfilîn” isimli eserinde şöyle buyuruyor: “Hasedden daha kötü birşey yoktur. Çünkü hased eden kimse şu beş kötülüğün içine düşer: 1-Bitmeyen gam ve keder içerisine girer. 2- Hased etmesi, onun için, ecir ve sevâbı olmayan bir musibet olur. Onun günâha girmesine sebeb olur. 3- Hasedinden dolayı kınanır, ayıplanır. 4- Allahü teâlâ ona gazâb eder. 5- Allahü teâlânın tevfîk kapıları ona kapanır.

Âlimlerden bir zât şöyle buyurdu: “Hased eden, beş bakımdan Rabbine karşı gelmiş olur. 1- Hasedci, Allahü teâlânın başka bir kuluna verdiği ni’metten dolayı kızar. 2- Allahü teâlânın taksimine râzı değildir. Ya’nî hasedcinin hasedi Allahü teâlâya, “Niçin bunu böyle taksim ettin” demek ma’nâsına gelir. 3- Hasedci, Allahü teâlânın dilediğine lütuf ve ihsânda bulunduğunu bildiği hâlde, Allahü teâlânın ni’metlerinden başkalarının faydalanmasını istemez. Bu husûsta cimrilik eder. 4- Allahü teâlânın sevdiği kulundan, ni’metin alınmasını, ondaki o ni’metin son bulmasını, yok olmasını ister. 5- Hasedci, hased etmek sûretiyle Allahü teâlânın düşmanı olan İblîse yardımcı olmuşdur.”

Hasedin hakîkati: Allahü teâlâ, bir kuluna ni’met verince, lütuf ve ihsânda bulununca, başkaları için bu kimsede iki hâl vardır: 1- Bu ni’metin o kimseye verilmesini iyi karşılamaz, istemez. O ni’metin o kimsenin elinden çıkmasını ister ki, buna hased denir. 2-O ni’metin o kimsenin elinden çıkmasını, son bulmasını istemez. O ni’metin o kimsede bulunmasını ve devamını kötü görmez. Ancak onun bir benzerinin de kendisinde olmasını ister ki, buna gıbta denir.

Hased olan birincisi haramdır. Ancak böyle bir ni’met, dinsiz veya fâsık gibi kötü bir kimsede bulunup, onlar bu ni’metten faydalanarak fitne çıkarıyorlar, insanlara zarar veriyorlar ise, o ni’metin onlarda bulunmamasını, o ni’metin onların elinden çıkmasını ve yok olmasını istemek, zarar vermez. Çünkü burada ni’metin? ni’met olma bakımından yok olması istenmemekte, aksine, ni’metin, onların elinde fitne ve fesada vesile olduğu için yok olması istenmektedir.

Hased, ni’metin kendisinden başkasının elinde bulunmasını istememek, kullarından ba’zısını ba’zısına tercih etmek husûsunda Allahü teâlânın kazasına kızmaktır.

Gıptaya gelince, o haram değildir. Bilakis, haramlardan şüphelilerden sakınmak, Allahü teâlânın emirlerine uymak gibi, vâcib olan dînî ni’metleri elde etmek, sadaka vermek, fakirlere yardımcı olmak gibi, faziletli olan işlerde gıpta etmek menduptur. Gıptada ni’meti istememe, onu kerih görme durumu yoktur.

Hasedin sebepleri: 1- Şiddetli düşmanlık: Hased, buğz ve düşmanlıktan ayrılmaz. Beraber bulunurlar. 2-Tekebbür: Başkasının kendisinden üstün olmasının, kişiye ağır gelmesidir. Böyle bir kimse, başkası ilim, mal ve makama kavuşunca, onun kendisinden üstün olmasından korkup, böylece ona üstün olamama endişesi içerisinde olmasıdır. 3- Maksadına kavuşamamaktan korkmak: Sultanın, hizmetçilerinin ve me’mûrlarının, bir beldedeki mala ve mülke kavuşmak isteyen kimselerin, maksadlarına kavuşabilmek için, birbirlerini hased etmeleri gibi. 4- Başkan olma, makam ve mevkî elde etme sevgisi ve arzusu. 5- İç bozukluğu ve kirliliği; Allahü teâlânın kullarına hayr ve iyilik husûsunda cimri olmak. Böyle tabiatı bozuk, içi kirli ve kibirli kimseler yanında, başkalarının iyi hâllerinden bahsedilince, bu onlara ağır gelir. İnsanların perişan ve iyi olmayan hâllerinden bahsedilince, bundan sevinç duyarlar.

Hasedin dînî bakımdan zararı: Hased eden kimse, ni’met verilen kimsedeki ni’meti gördükçe, devamlı olarak gamlı ve kederli olur. Hased edilen kimse hasedciye göre, mazlûm durumundadır. Hasedci zâlimdir. Bilhassa hased eden, hased ettiği kimse hakkındaki hasedini, onun hakkında gıybette bulunmak, kusurlarını sayıp dökmek, başkasının yanında anlatmak sûretiyle hasedini söze ve fiile dökünce, hased edilen kimsenin bundan dînî bakımdan çok fâidesi olur. Çünkü hased edenin iyilikleri (sevâbları) kıyâmet gününde hased ettiği kimseye verilir.

Akıllı kimse, kendisinde bulunan hased sebeplerini ve illetlerini gidermek için gayret sarfetmelidir. Çalışmakla, gayret göstermek ve bu husûsta Allahü teâlâya duâ etmekle, hased hastalığından Allahü teâlânın izni ile kurtulmak mümkündür. Bunun için, hased eden, hased ettiği kimseye tevâzu göstermeli, medhederek onlara yaklaşmalı, Allahü teâlânın hükmüne râzı olmalı, sevâbına rağbet etmeli, hased ettiği kimsenin sevdiği şeyleri sevmelidir. Hased eden, yaptığı hasedin, Allahü teâlânın kulları arasındaki taksimine kızmak, onu beğenmemek, olduğu ma’nâsına geldiğini, bunun ise, îmânına büyük bir zarar verdiğini, hasedi sebebi ile, âhırette çok şiddetli azâba, çarptırılacağını kesin olarak bilmelidir. Akıllı kimsenin, hem dînini hem de dünyâsını perişan eden hased hastalığına nasıl düştüğüne ne kadar hayret edilse yeridir. Fakat şunu iyi bilmelidir ki, hased büyük bir cehâlet, tam bir gaflet ve ahmaklıktır.

Gıybet: Belli bir mü’minin veya zımmî kâfirin ayıbını, onu kötülemek için arkasından söylemek gıybet olur. Gıybet kötü bir huydur ve haramdır. Kur’ân-ı kerîmde, gıybet eden, ölü eti yiyene benzetilmiştir. Hucurât sûresi onikinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Birbirinizi gıybet etmeyiniz” buyuruluyor. Âyet-i kerîmede, mü’minin gıybet etmesi yasaklanmıştır.

İbn-i Abbâs’ın (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: “Mi’râc gecesi semâya götürüldüğüm zaman bir kavme uğradım ki, etlerinden kesilip sonra da onlara; “Bunları yiyiniz! Kardeşlerinizin, yediğiniz etleridir” deniliyordu. Cebrâil’e; “Ey Cebrâil’ Bunlar kimlerdir?” dedim. “Onlar senin ümmetinden gıybet edenlerdir” dedi.”

Peygamber efendimiz (s.a.v.) birgün Eshâb-ı Kirâma karşı; “Müflis kime denir, biliyor musunuz?” buyurdukta; “Parası ve malı kalmayan kimseye diyoruz” dediler. Bunun üzerine Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: “ümmetimin arasında müflis, şu kimsedir ki; kıyâmet günü, defterinde çok namaz, oruç ve zekât sevâbı bulunur. Fakat bir kimseye sövmüş, iftira etmiş, malını almış, kanını dökmüş, döğmüş. Sevâbları, bu hak sahiplerine dağıtılır. Hakları ödenmeden önce, sevâbları biterse, hak sahiplerinin günahları, bunun üzerine yükletilir. Sonra Cehenneme atılır.”

Yine Peygamber efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: “Yanında, din kardeşi gıybet edilince, gücü yettiği hâlde ona yardım etmeyen kimsenin günahı, dünyâda ve âhırette kendisine yetişir.”

Yine Resûl-i ekrem (s.a.v.) hadîs-i şerîflerde buyurdu ki: “Din kardeşine, onun haberi olmadan yardım eden kimseye, Allahü teâlâ dünyâda ve âhırette yardım eder.”

“Bir kimse, dünyâda din kardeşinin ırzını korursa, Allahü teâlâ bir melek göndenerek, onu Cehennem azâbından korur.”

Rivâyet edilir ki, Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma şöyle vahy etti: “Gıybetten tövbe ederek vefât eden kimse, Cennete girenlerin sonuncusu olur. Gıybette ısrar edip, onda devam ederek vefât eden kimse, Cehenneme girenlerin ilki olur.”

Âlimlerden bir zât şöyle buyurdu: “Gıybet; fâsıklar için ziyâfet, kadınlar için otlak, takvâ sahipleri için ise mezbeleliktir.”

Gıybetin kötü kokusu, Resûlullah (s.a.v.) zamanında duyulurdu. Şimdi zamanımızda niçin duyulmuyor? Çünkü zamanımızda gıybet çoğaldı. Gıybetin pis kokusu her tarafı doldurdu. Artık bu pis kokuya alışıldığı için bu kokunun farkına varılmıyor. Meselâ, bir kimse dabakhâneye ilk defa girince, fenâ kokudan dolayı orada asla duramaz. Fakat burada deri dabağlayanlar, yerler, içerler, oranın pis kokusuna hiç aldırmazlar. Onlar bu kokunun farkına bile varmazlar. Çünkü burunları artık bu kokuya alışmıştır. Bugün gıybetin de durumu böyledir. Gıybetin kötü kokusu, her tarafı kapladığı ve burunlar bu kokuya alıştığı için, artık o koku farkedilmiyor.

Hâtim-i Zâhid şöyle buyurdu: “Bir mecliste, şu dört şey bulunursa, Allahü teâlânın rahmeti, o mecliste bulunanlardan uzak tutulur 1- Dünyâ işlerinden bahsetmek, 2- Gülmek, 3-Kahkaha, 4- Gıybet.”

Hâlid-i Râ’î (r.a.) şöyle anlattı: “Birgün câmide bulunuyordum. Orada bulunanlar, birisinin ayıpları hakkında konuşmaya başladılar. Onları, gıybet etmekten men ettim. Onlar da bundan vazgeçtiler. Sonra başka birinin ayıpları hakkında konuşmaya başladılar. Bir müddet sonra ben de onlarla beraber, bahsettikleri şahısla alâkalı olarak konuştum. O gece bir rü’yâ gördüm. Bana uzun boylu ve siyah birisi geldi. Elinde, içerisinde domuz eti bulunan bir tabak vardı. Bana; “Bu eti ye” dedi. Ona; “Bu domuz etini mi yiyeceğim? Vallahi onu yemem” dedim. Bunun üzerine beni çok şiddetli bir şekilde tehdid etti ve “Bundan daha kötüsünü yedin de bunu niçin yemiyorsun?” diyerek o eti ağzıma soktu. Biraz sonra heyecanla uyandım. Vallahi otuz veya kırk gün, her yemek yiyişimde o etin pis kokusunu ağzımda hissettim.”

Gıybet, din kardeşinin, bir zimmînin işitince üzüleceği bir kusurunu arkasından söylemektir. Bu şey; onun bedenine, ahlâkına, sözüne, dînî durumuna hattâ elbisesine, evine ve bineğine âit birşey olabilir.

Resûlullah efendimiz (s.a.v.) Eshâb-ı Kirâma; “Gıybetin ne olduğunu biliyor musunuz?” buyurdu. Eshâb-ı Kirâm (r.a.); “Allah ve Resûlü bilir” dediler. Bunun üzerine Resûl-i ekrem (s.a.v); “Gıybet, senin kardeşini, arkasından hoşlanmayacağı birşeyle anmandır. (Ondan bahsetmendir) buyurdu. “Söylediğimiz şey kardeşimizde varsa, yine gıybet olur mu?” denilince Resûlullah efendimiz (s.a.v.); “Bir, kimse için söylenen kusur, onda varsa, bu söz gıybet olur. Yoksa bühtan, ya’nî iftira olur” buyurdu.

Bedene dâir gıybet şunlardır: Boyun uzunluğu ve kısalığı, rengin siyah ve sarılığı, gözün şaşı veya kör oluşu ve hakkında konuşulan kimsenin, hoşlanmadığı bedenî kusurların söylenmesi.

Ahlâka dâir gıybet: Birinin ahlâkının kötü olduğunu, cimri, kibirli, ikiyüzlü, sinirli, korkak, âciz ve buna benzer husûsların söylenmesi.

Bedenî işlere dâir gıybet: Bir kimse hakkında hırsız, yalancı, içkici, hâin, zâlim namaza, zekâta ehemmiyet vermiyor, rükû’u, secdeyi güzel yapmıyor, necâsetten, pislikten sakınmıyor, ana-babasına itaat etmiyor, zekâtını hak sahiplerine vermiyor, taksimi adâletli yapmıyor, müslümanlara dil uzatıyor demek.

Dünyâya dâir olan şeylerde gıybet: Birisi için edepsiz, insanları hor görüyor, kimseye hak tanımıyor, sadece kendisini düşünüyor, çok yiyor, uyunacak vaktin dışında çok uyuyor, oturulmıyacak yerlerde oturuyor demek.

Elbiseye dâir gıybet: Kolları geniş, etekleri uzun, sarığı büyük demek.

Dînî husûsunda gıybet; Birisinin işlediği günahları söylemek ve bu sebeble onu kötülemek.

Gıybet sadece dil ile olmaz. Îmâlı olarak, başkasına müslüman kardeşinin ayıbını ve noksanını bildirmek, bunları açıktan bildirmek gibidir. İşâret, îmâ, yazmak, herhangi bir hareketle, müslüman birisinin bir noksanını başkasına anlatmak, onun hoşlanmıyacağı birşeyi başkasına bildirmek kastı ile yapılırsa, hepsi gıybet olur ve haramdır. Birisini taklid ederek yürümek de gıybettir. Hattâ gıybetin en şiddetlisidir. Çünkü bu şekilde birisini taklid etmek, o kimsenin ayıbını ve kusurunu hoşlanmayacağı şeyi daha kuvvetli ve açık anlatmaktadır. Yazı ile gıybet de böyledir. Çünkü kalem dilden daha keskindir.

Bir topluluğun yalancı olduğunu söyleyip, bununla, hayatta veya vefât etmiş olan muayyen bir kimseye ta’riz yapılırsa (dokundurulursa), bu gıybet olur.

Kâdîhân’da şöyle yazmaktadır “Bir kimse, bir belde halkını gıybet etse, onlar şöyledir dese, bu gıybet olmaz. Çünkü o bununla bütün belde halkını kastediyor. Onun maksadı içlerinden birisinin öyle olduğunu anlatmak bile olsa, o kişinin kim olduğu bilinmediği için, o şahsın bu sözü gıybet olmaz.” “Bugün bana şöyle birisi geldi veya şöyle birisini gördüm” deyip, onun hoşlanmıyacağı bir hâlini söyler, bunu dinleyen kimse de, onun sözünden kastettiği şahsın kim olduğunu anlarsa gıybet olur.

En kötü gıybet, kendilerinin sâlih ve gıybetten uzak olduklarını göstermek için, başkasının gıybetini yapıp, sâlih ve gıybetten uzak bir insanın tavır ve hareketleri içerisinde, riya yapanların hareketidir. Böylece riya ve gıybet gibi iki kötülüğü bir arada işlerler. Meselâ; “Hayâsızlıktan Allahü teâlâya sığınırız. Allahü teâlâdan bizi hayâsızlıktan korumasını dileriz” demek gibi. Bunu söyleyen kimsenin bu sözü ile esas maksadı, başkasının ayıbını anlatmaktır. Fakat bunu duâ şekliyle ifâde etmektedir. “Falanca ibâdette çok gayretli. Fakat ba’zan bizde olduğu gibi onda da gevşeklik oluyor” diyerek, esas gayesi, o bahsettiği kimseyi kötülemek, kendisini sâlihlere benzeterek medhetmektir. Böyle söyleyen kimse hem gıybet hem de riya yapmış olmaktadır.

Gıybeti tasdik etmek de gıybettir. Gıybeti sessiz olarak dinleyen de, gıybet edene gıybetinde ortaktır. Gıybet edeni dinliyen kimse, gıybet günahında ancak, dili ile gıybet edenin gıybetini kötü görmesi ve onu ayıplaması ile kurtulabilir. Eğer, dili ile gıybete mâni olmaktan çekiniyorsa, gıybeti, kalbi ile kötü görerek orayı terk eder. Eğer gıybet bahsini, başka sözle kesme imkânı varken bunu yapmazsa, yine günahkâr olur. Dili ile gıybet edene sus deyipte, kalbi, gıybetin yapılmasını isterse bu nifaktır. Kalb ile gıybeti kötü görmedikçe, dil ile sus demek onu günahtan çıkarmaz.

Gıybetin umûmî ve husûsi sebebleri vardır. Umûmî sebepleri şunlardır: 1- Bir kimseye kızıldığı zaman, onun kötülüklerini söylemek sûretiyle kızgınlığını gidermek. O kimsenin kötülüklerini açıkça söylemeye bir mâni olmayınca kızıldığı zaman, dil ile o kimsenin ayıpları ve kusurları söylenir. Ba’zen kızgınlık içe atılır. O zaman bu, kin olur. Kin de, kin tutulan kimsenin kötülüklerini söylemeye onun gıybetini yapmaya götüren sebeblerdendir. Kin ve kızgınlık, gıybetin en büyük sebeblerindendir. 2- Başkasını küçültmek sûretiyle kendisini yükseltmek. Meselâ; falanca câhil ve anlayışı kıt deyip, kendisinin böyle olmadığını kasdetmek. 3- Hased: Birisini, insanların övdüğünü ona ikramda ve hürmette bulunduklarını görüp, o kimsede bulunan o iyi hâlin ondan gitmesini istemek. Onu kötülemek sûretiyle, insanların nazarından düşürmek için çalışmak. 4- Başkalarını eğlendirmek ve güldürmek için başkalarının güldürücü hareketlerini taklid etmek. 5- Başkalarını aşağı görerek alay etmek. Bu durum, kendisini büyük görüp, başkasını hakîr ve aşağı görmekten ileri gelmektedir.

Gıybetin husûsi sebebleri dindarlara mahsûstur. Bunlar pek ince ve gizlidirler. Şeytan bunları, hayır ve iyilik maskesi içerisinde gizliyerek yaptırır. Bunlar şunlardır: 1- Dinde günah ve hatâ olan bir işin yapılmasından dolayı taaccüb etmek. Meselâ: “Falancanın o işi yapmasına çok hayret ettim” demek gibi. Bunu söyleyen, ba’zan bu sözünde samîmi olabilir. Şeytan bu taaccüb sırasında, o işi yapan şahsın ismini de basit göstererek söyletir. Böylece farkına varmadan o şahsı gıybet etmiş olur. 2- Allah için kızmak: insan bir günahın işlendiğini gördüğü zaman, bunun yapılmasına Allah için kızar, kızgınlığını ifâde ederken günah yapanın ismini söyler. Böylece gıybet etmiş olur. Hâlbuki yapması lâzım gelen şey, o kötülüğü yapana, böyle bir işi yapmasından memnun olmadığını söylemek ve ona emri ma’rûfta bulunmak, onun ismini başkasına söylememek veya o kötülüğü yapanın ismini gizlemek aleyhinde konuşmamaktır.

Ebü’l-Leys Semerkandî “Tenbîh-ül-gâfilîn” kitabında şöyle buyurur: Gıybet dört çeşittir, 1- Küfür olan gıybet, 2-Nifâk olan gıybet, 3- Günah olan gıybet, 4- Mübah olan gıybet.

1-Küfür olan gıybet: Bir müslüman birisini gıybet edip, ona “Gıybet etmiyor musun?” denilince, o da; “Hayır bu gıybet değildir. Çünkü ben işin doğrusunu söylüyorum” dese kat’î delîllerle Allahü teâlânın haram kıldığı bir şeyi helâl görmüş olur. Bu ise küfürdür. 2-Nifâk olan gıybet: Birisi gıybet eder, fakat onu tanıyanların ve bilenlerin yanında ismini söylemez, böylece kendini vera’ sahibi görür. İşte bu nifaktır. 3- Günah olan gıybet: Birisinin gıybetini yaparken ismini söylemek, günah olan gıybettir. Böyle gıybet eden kimse hem o günahtan tövbe etmesi, hem de gıybetini yaptığı şahıstan helâllik dilemesi lâzımdır. 4- Mübah olan gıybet: Açıkça günah işliyen bir fâsık, veya bid’at sahibini gıybet etmek günah olmaz. Fâsıkın kötülükleri anlatılmak sûretiyle, insanların o kimseden sakınmaları te’min edilir. İnsanları fâsıkın kötülüklerinden sakındırmak için, onlara fâsıkların kötülüklerini anlatmak sevâbtır. Çünkü bu bir bakıma insanları kötülükten men etme ma’nası taşır. Resûl-i ekrem (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte; “İnsanları ondan sakındırmak için, fâciri, kendisinde bulunan şeylerle anlatınız” buyurmuştur.

Üç kimse vardır ki, onların gıybeti günah olmaz. Zâlim sultanın zulmünü, açıkça günah işliyen fasıkın fıskını ve bid’at sahibinin bid’atini söylemek gıybet olmaz.

Bir kimse, müslüman kardeşinin kötülüklerini, onlara ehemmiyet verdiği, böyle hâllerin onda bulunmasını istemediği için söylerse, bunda bir mahzur yoktur. Bu gıybet olmaz. Çünkü gıybet müslüman kardeşinin hakkında ayıp ve noksanlığı kasd ederek konuşmaktır. Kâdîhân’da da böyle yazmaktadır. Bir kimse, namaz kılar, oruç tutar fakat eliyle ve diliyle başkalarına zarar verirse, onun bu kötü hâllerini anlatmakta mahzur yoktur.

Gıybet dînî bakımdan fâidesi olan sebeplerle mübah olur. Bunlar şunlardır:

1- Zulme uğramış kimsenin, sultana, hâkime ve zâlimden hakkını alabilecek birisine, falanca bana zulmetti veya bana şöyle şöyle yaptı demesi caizdir. Çünkü mazlûm, hakkını zâlimden ancak öyle alır. Resûlullah efendimiz (s.a.v.)“Hak sahibinin söz hakkı vardır” buyurdu.

2- Kötülüklerin ve günahların iyiliğe çevrilmesi için, bunu yapabileceğini ümid ettiği kimseye, falanca şöyle yaptı. Onu o işten menet gibi sözleri söylemesi gıybet olmaz.

3- Müslümanları kötülükten sakındırmak: Birisinin, bid’at sahibi ve açıkça günah işleyen bir kimsenin yanına gittiği görülür ve bid’at sahibinin işlediği bid’atin, fâsıkın da fıskının (yaptığı kötü işlerin) o kimseye bulaşacağından korkulursa, o kimse onların yanına gitmekten sakındırılır. Ancak bu sakındırmanın, hased sebebiyle bir sakındırma olmamasına çok dikkat etmelidir. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olmayan bilgileri kitaplarına yazan müelliflerin tenkit edilmesi caizdir. Hatta dînin korunması bakımından vâcibtir.

4- Açıkça içki içen, kumar oynayan, insanlara zulmeden kimsenin, sâdece açıkça yaptığı bu kötülükleri anlatılır Açıkça yapmadığı kötülükleri anlatılmaz. Hadîs-i şerîfte; “Haya cilbâbını çıkaran kimseyi söylemek gıybet olmaz” buyuruldu. (Cilbâb, kadınları örten şeylerin ismidir. Haya cilbâbını çıkarmak, açıkça haram işlemek demektir.)

5- Topal, şaşı gibi ayıp bir lakab ile tanınan böyle meşhûr olmuş bir kimseyi böyle tanıyıp, meşhûr olduğu için, bu lakapları ile bahsetmek günah olmaz. Fakat ayıplamak ve noksanlığını bildirmek kasdı ile olursa haramdır. Ayıp ve noksanlık ifâde etmeyen başka bir lakabı varsa, onun ile ondan bahsetmek, onu söylemek daha güzel olur.

6- Evleneceği, birisi ile yolculuğa çıkılacağı, birisi ile ortaklık yapılacağı, birisi ile komşuluk yapılacağı zaman, o kimse hakkında kendisi ile istişâre edilen kimsenin, nasîhat niyeti ile bildiğini söylemesi caizdir.

7- Hâkim, bir kimse hakkında sorduğu zaman, o kimsenin iyi olmayan durumlarını haber vermek caizdir.

Bu istisnalar dışında, gıybet etmek sûretiyle günaha giren kimsenin, pişman olup tövbe etmesi, yaptığı gıybetten dolayı üzülmesi, gerekir. Ayrıca gıybet ettiği kimseden hakkını helâl etmesini istemelidir. Eğer hakkını helâl ederse, gıybet eden onun hakkından kurtulmuş olur.

Gıybetten çok sakınmalıdır. Gıybetin, iyilikleri yok ettiğinin farkında olmalıdır. Gıybet, Allahü teâlânın gazâbına sebep olur. Gıybet edenin iyilikleri, kıyâmet gününde gıybet ettiği kimseye verilir. Eğer onun iyilikleri yoksa, gıybet edilen kimsenin günahları ona verilir.

Nemime (Koğuculuk yapmak, söz taşımak): Büyük günahlardandır. Resûllullah efendimiz (s.a.v.); “Nemmam, Cennete giremez” buyurdu. Nemmamın yeri Cehennemdir. Çünkü âhırette insanın yeri ya Cennet yahut Cehennemdir, öyleyse, nemmamın derhal tövbe etmesi lâzımdır.

Yine Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: “İki yüzlü, insanların en şerlilerindendir. İki yüzlü kimse, ba’zılarına bir yüzü ile, ba’zılarına da diğer yüzü ile gelir. Dünyâda iki dilli olan için Allahü teâlâ kıyâmet gününde ateşten iki dil yapar.”

Ka’b-ül-Ahbâr (r.a.) anlattı: “Benî İsrâil’in başına kıtlık gelmişti. Mûsâ aleyhisselâm birkaç defa yağmur duâsına çıktı. Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma vahyederek; “Ben senin ve beraberinde olanların duâlarını kabûl etmiyeceğim. Çünkü sizin aranızda nemîmesinde ısrar eden bir nemmam var” buyurdu. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Onun kim olduğunu bildir de, aramızdan çıkaralım” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ; “Ey Mûsâ! Ben sizi nemîmeden men ediyorum. O işi ben mi yapayım?” buyurdu. Sonra yağmur duâsına çıkanların hepsi tövbe ettiler. Allahü teâlâ onların duâlarını kabûl buyurarak bol yağmur ihsân etti.

Hammâd bin Seleme anlatır: Birisi câriyesini sattı. Alıcıya; “Bunun başka bir ayıbı yoktur, ama koğuculuk yapar” diye ayıbını da söyledi. Müşteri buna rağmen onu satın aldı. Aradan günler geçtikten sonra, hizmetçi efendisinin hanımına; “Kocan seni sevmiyor. Sana ihânet etmek istiyor. Seni sevmesini, üzerine titremesini istermisin?” dedi. Kadın; “Tabî isterim” deyince, hizmetçi; “O hâlde, eline bir ustura al. Sakalının alt kısmından biraz kıl kes. Ama bunu uyuduğu zaman yap!” dedi. Biraz sonra efendisi geldi. Hizmetçi bu sefer efendisine gizlice şöyle dedi: “Hanımın seni öldürmek istiyor. Bunu açıktan bilmek istermisin?” Efendisi: “Tabî isterim” deyince, “Öyleyse bu gece uyur gibi yap, görürsün” dedi. Adam uyur gibi yaptı. Kadın, elinde ustura ile gece kocasının yanına geldi. Adam gözünü açıp hanımını elinde ustura ile görünce, kendisini kesmeye geldiğini sandı. Hemen usturayı elinden aldı. Hanımını orada kesip öldürdü. Sonra hanımının yakınları gelip adamı öldürdüler. Bunun üzerine adamın yakınları geldi ve öldürülen kadının yakınları ile çok şiddetli kavga ettiler. Bir nemmamın sözü birçok insanın ölümüne sebeb oldu.”

Yahyâ bin Eksem buyurdu ki: “Nemmam, sihir yapan büyücüden daha kötüdür. Çünkü büyücünün bir ayda yapamadığını nemmam bir anda yapar.

Hasen-i Basrî (r.a.) buyurdu ki: “Şunu iyi bil ki, sana bir söz getiren senin sözünü de başkasına götürür.”

Nemîmenin ma’nâsı: Duyulması istenmiyen bir sözü başkalarına götürüp söylemek demektir. Lügat ma’nâsı koğuculuk ve söz taşımaktır. Nemime; sırrı ifşa etmek, kapalı ve gizli tutulması gereken bir husûsta perdeyi yırtmaktır.

Birisi gelip, falanca senin hakkında şöyle şöyle konuştu diye haber verirse şunları yapmalıdır.

1- Böyle bir haber getirenin sözüne inanmamalıdır. Çünkü söz getiren fâsıktır. Fasığın sözüne inanılmaz.

2- Böyle bir haberi getirene, münâsip bir şekilde nasîhat etmeli, yaptığı işin iyi olmadığını anlatmalıdır. Çünkü kötülükten men etmek vaciptir.

3- Söz getirene, Allahü teâlâ için buğzetmelidir. Çünkü o bu yaptığı ile Allahü teâlâya âsi olmuş ve günah işlemiştir, Allahü teâlânın buğzuna müstehak olmuştur. Allahü teâlânın buğz ettiğine buğz etmek vâcibdir.

4- Söz getirenin, getirdiği habere güvenerek, söz getirdiği kimseye sû-i zan etmemelidir. Çünkü fâsığın sözü ile bir kimseye sû-i zan etmek haramdır.

5- Acaba, bu söz getirenin söylediği doğrumudur diye araştırma yapmamakdır. Çünkü tecessüsü, ya’nî suç araştırmayı Allahü teâlâ yasaklamıştır.

6- Nemmamın düştüğü duruma düşmemek ve onun nemîmesini başkasına anlatmamak gerekir. Yoksa insan, onun gibi nemmam olur.

Şöyle anlatılır: Âlimlerden birisini, dotlarından bir zât ziyârete gelmişti. Dostu ona başkasına dâir kötü bir haber söyledi. Bunun üzerine o âlim misâfirine; “Bana üç cinâyet işlettin. 1-Bana kardeşime buğzettirdin. 2- Kalbimi boş yere meşgûl ettin. 3- Nefsin hakkında benim kötü zannıma sebeb oldun” dedi.

Süleymân bin Abdülmelik, birgün yanında büyük âlim İbn-i Şihâb ez-Zührî olduğu hâlde oturuyordu. Bu sırada içeri birisi girdi. Süleymân bin Abdülmelik ona; “Duyduğuma göre benim hakkımda konuşmuşsun” dedi. O şahıs; “Asla hakkınızda hiçbir şey konuşmadım” dedi. Bunun üzerine Süleymân bin Abdülmelik; “Bunu bana sözünde doğru olan birisi söyledi” dedi. Bunun üzerine İbn-i Şihâb ez-Zührî hazretleri; “Nemmam doğru konuşmaz” buyurdu. Süleymân bin Abdülmelik, Zührî hazretlerine “Doğru söyledin” dedikten sonra o şahsa da, “Şimdi selâmetle gidebilirsin” dedi.

Çocuk Terbiyesi: Çocuk, ana-babası yanında emânettir. Temiz kalbi, kıymetli bir cevherdir. Her türlü şekil ve sûretten arınmıştır. Fakat, nakşedilmeye, verileni almaya müsâiddir. Hayra da şerre de alıştırmaya elverişlidir. Sabi çocuk, hayra ve iyi şeylere alıştırılır, İyi şeyler öğretilirse, o şekilde yetişir ve büyür. Hem dünyâda hem de âhırette mes’ud ve bahtiyar olur. Ona iyi şeyleri, hayr işleri öğreten ana-babası, hocaları ve onu terbiye edenler, onun vesilesi ile, çok büyük ni’metlere ve mükâfatlara kavuşurlar. Eğer sabî, kötülüğe ve şer olan şeylere alıştırılırsa, hem dünyâda hem de âhırette helâka uğrar, şaki ve bedbaht olur. Onun yüzünden ana-babası, hocaları ve onu kötü terbiye edenler de azap görürler ve cezalandırılırlar. Allahü teâlâ, Tahrim sûresinin altıncı âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruyor ki: “Kendinizi, evlerinizde ve emirlerinizde olanları ateşten koruyunuz.”

Ana-baba evlâdını, dünyâdaki ateşten ve sıkıntılardan muhafaza ettiği gibi aynı şekilde âhıretteki Cehennem ateşinden de korumalıdır. Çocuğu âhıretteki sıkıntılardan ve Cehennem azâbından korumak, dünyâdaki sıkıntılardan ve dünyâ ateşinden korumaktan çok daha mühimdir.

Ana-babanın, evlâdını bütün bu sıkıntılardan ve musibetlerden koruması, onu güzel terbiye etmek, ona güzel ahlâkı öğretmek, kötü arkadaşlardan muhafaza etmek sûretiyle olur. Şayet çocuğun bakımı ve emzirilmesi için bir kadın bulup, ona baktırma lüzumu hâsıl olursa, helâl yiyen, dindar ve sâliha bir kadın arayıp bulmalıdır. Çünkü haramdan hâsıl olan sütte bereket yoktur. Böyle haram yiyen bir kadından süt emen çocuğun tabiatı haram şeylere meyleder.

Çocukta, iyiyi kötüden ayırma hassaları ortaya çıkmaya başladığı zaman, çocuğu kontrol altında tutmak iyidir. Çocukta ilk ortaya çıkan, haya duygusudur. Çocuk bu andan i’tibâren ba’zı şeylerden haya eder. Bu sebeble utanılacak şeyleri terkeder. Bunlar çocukta akıl nûrunun parlamasıyla ortaya çıkan hâllerdir. Allahü teâlânın, çocuğa, lütfu, ihsânı ve hediyesidir. Ahlâka ve kalbin safâsına delâlet eden büluğ çağında, bu durum daha da olgunlaşır.

Bu çağda, çocuğa, terbiyesi husûsunda yardımcı olmalıdır. Bunu asla ihmal etmemelidir. Çocuğu ilk önce te’sîri altına alan ve onu meşgûl eden husûs, yemeğe düşkünlüktür. Bu bakımdan yemek yeme âdabını öğretmelidir. Yemeği çabuk çabuk yememesini, lokmayı iyice çiğnemeden yutmamasını, lokmaları, peşipeşine almamasını öğretmelidir. Çok yemek yemeği, oburluğu ona çirkin birşey olarak göstermeli, çok yemenin insanlara mahsûs bir sıfat olmadığını anlatmalı, az yiyen ve terbiyeli olan çocuğu da medhetmelidir. Çocuğa, yemekte başkasını kendisine tercih etmeyi, hangi yiyecek olursa olsun onunla kanâat etmeyi sevdirmelidir.

Zamanı gelince, çocuğu hocaya göndererek; Kur’ân-ı kerîmi, Resûlullah efendimizin mübârek hayâtını, onun anlıyabileceği ve ona lâzım olan din bilgilerini, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) ehl-i beytini, Eshâb-ı Kirâmın, dört mezheb imamının, diğer din ve tasavvuf büyüklerinin, sâlih kimselerin hayâtını, onların İslâmiyeti ne kadar güzel yaşadıklarını, bu sebeble huzûrlu ve mutlu olduklarını anlatmalıdır.

Onları, ahlâksız ve kadın kız aşkı anlatan şiirleri dinlemekten menetmelidir. Çünkü böyle şiirleri okumak, dinlemek ve bu işlerle uğraşanlar ile arkadaşlık yapmak, çocuğun kalbinde fitne ve fesad meydana getirir.

Çocuk, güzel ahlâk sahibi olduğu, güzel ve iyi işler yaptığı zaman hediyeler almak sûretiyle onu sevindirmeli, bundan dolayı onu insanlar arasında medhetmelidir. Şayet ba’zan hoşa gitmeyen şeyler yaparsa, onu görmemezlikten gelmeli, onun haya perdesini yırtmamalıdır. Yoksa, nasıl olsa bu kötü işim ortaya çıktı diye, ondan sonra o kötü işi yapmaktan çekinmez hâle gelir. Eğer o işi ikinci defa yaparsa, gizlice onu cezalandırmalı, onu korkacağı birşey ile tehdid etmeli, dolaylı yoldan, yaptığı işin kötü birşey olduğunu ona anlatmalıdır. Annesi de yaptığı kötü bir işi babasına söyliyeceğini, babasının da onu cezalandıracağını söylemek sûretiyle çocuğu korkutmalı, o kötü işten onu alıkoymaya çalışmalıdır.

Ana-baba, çocuğun arkadaşları ve akranlarına karşı onunla övünmemelidir. Çocuğu tevâzuya ve arkadaşlarına ikrama alıştırmalıdır. Yükseklik ve üstünlüğün vermekle olacağını, aç gözlü ve tama’ sahibi olmanın, aşağı ve bayağı bir iş olduğunu öğretmelidir. Yine çocuğun yanında altın ve gümüşü, onlara düşkün olmayı kötülemelidir. Zehirli yılan ve akrebden daha çok, onlara düşkün olmaktan sakındırmalıdır.

Çocuğa, insanlar yanında nasıl oturulacağını anlatmalı, çok konuşmaktan, daha küçük yaşta alışmaması için doğru ve yalan yere yemîn etmekten, başkasına la’net etmekten, başkasına dil uzatmaktan, böyle yapanlarla beraber bulunmaktan onu menetmelidir.

Çocuk mektepten, hocadan ders alıp, edep ve terbiye öğrenip döndükten sonra, bunların yorgunluğunu giderecek, onu dinlendirecek münâsip ve güzel bir şekilde eğlenmesi gerekir. Eğer çocuk mektepten ve hocadan geldikten sonra, onun dinlenmesi için, münâsip bir şekilde oynamasına ve eğlenmesine fırsat verilmez de, tekrar ders ile meşgûl olmaya mecbûr bırakılırsa, bu durum çocuğun zekâsını köreltir.

Çocuğa; anaya-babaya, hocalarına, terbiye ve yetişmesinde emeği geçenlere, tanıdık olsun, yabancı olsun, kendinden yaşça büyük olanlara itaatkâr olmasını, onların yanında, onlara hürmetinden dolayı oyununu bırakmasını öğretmelidir.

İyi ile kötüyü birbirinden ayırabilecek yaşa gelince, abdest ve namazı terketmesine asla müsamaha etmemeli, Ramazân-ı şerîfin ba’zı günlerinde oruç tutmasını emretmelidir. Yedi yaşına gelince, namaz kılmasını emretmeli, on yaşına gelince namaz kılmazsa münâsip bir şekilde namaza teşvik mâhiyetinde dövmeli, ipek giymekten, altın ve gümüş kullanmaktan onu menetmelidir.

Çocuğa, dînin emir ve yasaklarından, bilmesi îcâbeden herşeyi, otuziki farzı, îmânın ve İslâmın şartını öğretmeli, hırsızlık yapmaktan, haram yemekten, yalan söylemekten, gıybet etmekten, hıyânet etmekten, çirkin ve fenâ sözleri konuşmaktan onu sakındırmalıdır.

Çocuğa, yiyeceklerin ilaç gibi olduğunu, yemekten maksadın insanın onlar vasıtasıyla Allahü teâlâya ibâdet ve tâatta bulunmak için kuvvet kazanmak olduğunu, dünyânın hakîki bir hayat ve devamlı kalınacak bir yer olmadığını, fâni ve geçici olduğunu, ölüm ile insanın, dünyâ lezzet ve ni’metlerinden istese de istemese de ayrılacağını, ölümün her an gelebileceğini, Cennete girebilmek için, bu dünyâda Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınması gerektiğini, Allahü teâlânın, sevdiği kulları için Cennette türlü türlü ni’metler hazırladığını anlatmalıdır. Yine çocuğa Cehennem azâbının çok şiddetli olduğunu, Cehenneme dinde câhil olanların, haram yemekten sakınmayan ve farzları terkedenlerin gideceğinden de bahsetmelidir.

Eğer çocuk iyi yetiştirilmiş, edeb ve terbiyesine i’tinâ gösterilmiş ve ehemmiyet verilmiş ise, bülûğa ermesinden önce yapılan bu telkinler ve nasîhatların, büluğ çağına erdiği zaman te’sîrleri ve fâidesi görülür. Çocuk dâima iyiye doğru gider, iyi ve güzel işlerle meşgûl olur, kötü işlerden sakınır. Şayet çocuk, iyi yetişmemiş, terbiyesi üzerinde durulmamış ise, büluğ çağına erişince oyun ve eğlenceye, kötülüklere dalar. Yemeğe, giyinmeğe ve övünmeye düşkün olur. Hakkı kabûl etmek ona ağır gelir.

Çocuk iyiye de kötüye de elverişli bir cevher olarak yaratılmıştır. Ancak ana-babası onu, iyi veya kötü taraftan birisine meylettirir. Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu. “Bütün çocuklar, müslümanuğa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları sonra, anaları ve babaları; Hıristiyan, yahûdi ve dinsiz yapar.”

Haram yemek, çocuğun kötü olmasında mühim bir unsurdur. Çünkü, ana-baba haram yemekten sakınmadığı için, onlardan dünyâya gelen çocuk, tabiatı ve mayası îcâbı her türlü kötülüğe meyleder. Şimdi çok sayıda kötü ve fâsık kimse bulunmaktadır. Ana-babalarının haram yemelerinin, çocuklarının kötü olmasında te’sîri büyüktür. Allahü teâlâ bizi haram lokma yemekten muhafaza buyursun. Amîn.

Çocuğun baba üzerindeki hakkı: “Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Çocuğun baba üzerinde üç hakkı vardır: 1-Doğduğu zaman çocuğuna güzel bir isim koyması, 2- Aklı erdiği zaman Kur’ân-ı kerîmi öğretmesi, 3-Evlenecek yaşa gelince onu evlendirmesidir.”

Birisi Hazreti Ömer’e gelerek; “Bu benim oğlum bana karşı geliyor” diye şikâyette bulundu. Bunun üzerine Hazreti Ömer onun oğluna; “Allahtan korkmuyor musun, niçin ana-babana karşı geliyorsun. Ana-babanın evlâdı üzerinde şu kadar hakkı var” buyurdu. O zaman, o şahsın oğlu; “Hiç oğlun baba üzerinde hakkı yok mu?” diye sordu. Hazreti Ömer de; “Evet var. Çocuğuna doğunca güzel bir isim koyması, ona Kur’ân-ı kerîmi öğretmesi, evlenecek yaşa gelince evlendirmesi, çocuğun babası üzerindeki haklarındandır” buyurdu. O zaman çocuk; “Vallahi, babam, dörtyüz dirheme satın aldığı Hindistanlı bir kadınla evlendi. Bana güzel isim vermedi. İsmimi Cu’lâ koydu. Bana Kur’ân-ı kerîmden hiçbir şey öğretmedi” dedi. Bu sözler üzerine Hazreti Ömer, çocuğun babasına dönerek; “Oğlum bana itaat etmiyor, diyorsun. Hâlbuki, o sana karşı gelmeden önce sen ona karşı gelmişsin. Şimdi kalk ve oğluna karşı vazîfeni yap” buyurdu.

Yine şöyle anlatılır: “Birisinin, babasını dövdüğü görüldü. Çocuğa; “Niçin babanı dövüyorsun, onu bırak” dediler. Bunun üzerine babası; “Ona dokunmayın, beni dövsün. Çünkü ben babamı aynen bu yerde dövmüştüm. Ben nasıl babamı burada dövdü isem şimdi de aynı yerde oğlum beni dövüyor” dedi.

Resûlullah efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte şöyle buyurdu: “Çocuğunun, kendisine itaati husûsunda ona yardımcı olan kimseye, Allahü teâlâ merhamet eylesin.”

Sâlihlerden birisi, oğluna birşeyi yapması için hiç emretmezdi. Şayet bir ihtiyâç olursa, oğluna değilde başkasına emrederdi. O zâta bunun sebebi soruldu. O da şöyle buyurdu: “Oğluma birşey emredersem belki emrimi tutmaz da bana karşı gelebilir. Bu yüzden Cehennem ateşine müstehak olur. Hâlbuki ben oğlumun Cehennem ateşinde yanmasını istemiyorum. Onun için ona emretmiyorum.”

Resûlullah efendimiz (s.a.v.) hadîs-i şerîflerde buyurdu ki: “Kişide dört şeyin bulunması Se’âdetine vesiledir, 1- Zevcenin sâliha olması, 2-Kardeşlerinin sâlih olması, 3-Çocuklarının itaatkar olması, 4-Rızkının, içerisinde bulunduğu memlekette bulunması.”

“Hiçbir baba, çocuğuna güzel edepten daha üstün birşey vermemiştir.”

“Çocuklarınızla ilgilenin. Onlara güzel edep (terbiye) veriniz.

Ana-baba hakkı: “Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde sâdece kendisine ibâdeti emretti. Kendisine ibâdetten sonra ana-babaya itaati bildirdi. Çünkü insanın varlığının hakîki sebebi Allahü teâlânın yaratması, zâhiri sebebi de ana-babadır.

Allahü teâlâ, İsrâ sûresinin yirmiüçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; “Rabbin kesin olarak şunları emretti: Ancak kendisine (Allahü telâya) ibâdet edin, ana-babaya güzellikle muâmele edin, eğer onlardan biri veya ikisi senin yanında ihtiyârlık hâline ulaşırsa, sakın onlara “Öf” bile deme ve onları azarlama, ikisine de iyi ve yumuşak söz söyle” buyuruyor.

İbn-i Ömer (r.a.) âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken; “Ana ve babaya hitab ederken, babacığım, anneciğim demelidir” buyurdu.

Atâ bin Ebî Rebâh (r.a.) âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken; “Onların yanında konuşurken, gözü onlara doğru çevirmeden, bakmadan konuşmalıdır” buyurdu.

Mücâhid (r.a.) buyurdu ki; “Ana-babanın isimleri ile çağırmayınız. Onları yalanlamayınız. Onlarla yumuşak konuşunuz. Onlara boş söz söylemeyiniz.”

Ana-babaya iyilik yapmak, onlara dil uzatmamak, onlara karşı gelmemek onlara itâattandır. Ana-babaya böyle davranmamak büyük günahtır.

Dînen mahzurlu olmayan husûslarda ana-babaya karşı gelmemelidir.

İmâm-ı Kurtubî buyurdu ki: “Ana-babaya iyilikte bulunmak onlara itaat etmek, sâdece müslüman ana-babaya mahsûs değildir. Ana-baba kâfir bile olsalar, onlara iyilik yapılır.”

Gerek hayatta iken ve gerekse vefâtlarından sonra, ana-baba hakkına” riâyet edilir. Ana-babanın vefât ettikten sonra hakları, her namazın peşinden onlar için duâ etmekle olur.

Tabiînden bir zât buyurdu ki: “Hergün beş vakit namazda ana ve babasına duâ eden kimse, onların hakkını yerine getirmiş olur. Çünkü Allahü teâlâ Lokman sûresi ondördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allahü teâlâya ve ananıza-babanıza şükr edin” buyurmuştur. Günde beş defa Allahü teâlâya şükrediyoruz. Ana-babaya şükür ise, günde beş vakit namazda onlara duâ etmek sûretiyle olur.

Ana-babanın çocuğu üzerinde on hakkı vardır: 1- Ana-baba aç oldukları zaman onları doyurur. 2- Giyeceğe muhtaç oldukları zaman, eğer gücü yeterse, onları giydirir. 3- Hizmete muhtaç iseler onların hizmetini görür. 4- Onlar kendisini çağırdıkları zaman onların da’vetine icabet eder ve hemen yanlarına gider. 5- Birşey emrettikleri zaman emirleri günah olmadığı müddetçe yerine getirir. 6- Ana-baba ile konuşurken yumuşak konuşur. 7-Onları isimleri ile çağırmaz. 8- Onlarla beraber yürürken arkalarından yürür. 9- Kendisi için istediğini, onlar için de ister, kendisi için istemediği bir şeyi onlar için de istemez. 10- Kendisine duâ ettiğinde, onlar için de af ve mağfiret ile duâ eder.

Vefâtlarından sonra ana-babayı râzı etmek üç şeyle mümkün olur. 1-Çocuk, Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınmak sûretiyle sâlih olursa. Çünkü ana-baba çocuklarının sâlih olmasına sevinmesi kadar hiçbir şeye sevinmez. 2- Ana-babanın akraba ve dostlarını ziyâret etmekle, 3- Ana-baba için Allahü teâlâdan af ve mağfiret dilemek, onlar için sadaka vermek ve iyilik yapmakla onlar râzı olur.

Selemeoğulları’ndan birisi Resûlullah’a (s.a.v.) gelerek; “Yâ Resûlallah! Anam-babam vefât ettiler. Acaba onlara yapabileceğim bir iyilik var mı?” diye sordu. Peygamber efendimiz (s.a.v.); “Evet onlar için Allahü teâlâdan af ve mağfiret dilemen, onların verdikleri sözleri yerine getirmen, onların dostlarına ikramda bulunman, onlar tarafından olan akrabalarını ziyâret etmendir” buyurdu.

Birisi Resûlullah efendimize (s.a.v.) “Bi’at için sana geldim. Ana-babamı ağlıyarak bıraktım” deyince, Resûlullah efendimiz (s.a.v.); “Ana-babana dön onları ağlattığın gibi güldür” buyurdu.

Peygamber efendimiz (s.a.v.); “Burnu yere sürtülmüstür, burnu yere sürtülmüstür” buyurdu. “Kimin, yâ Resûlallah?” dediler. “Ana ve babasından birinin veya ikisinin, yanında ihtiyârladığı hâlde, Cennete gitmiyenin” buyurdu.

Bekr bin Hakem babasından o da dedesinden anlatır: “Yâ Resûlallah! En önce kime iyilik edeyim?” dedim. “Annene” buyurdu. “Sonra kime?” dedim. Yine “Annene” buyurdu. Üçüncü defa sordum. Yine “Annene” buyurdu. “Sonra kime?” dedim. “Babana ve sonra sırasıyla akrabalarına” buyurdu. Annenin, babadan önde tutulması, annenin çocuk için daha çok zahmet çekip yorulması, daha çok şefkatli olması ve çocuğa hizmetinin çokluğundandır.

Resûlullah efendimiz (s.a.v.); “Size günahların en büyüğünü bildireyim mi?” diye üç defa buyurdular. Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm):

“Evet bildir, yâ Resûlallah!” dediler. “Allahü teâlâya ortak koşmak, ana-babaya karşı gelmek ve yalan söylemektir!” buyurdu.

Avm bin Huveys isminde bir zât şöyle anlattı: “Bir köye gitmiştim. O köyün yanında bir kabristan vardı, ikindiden sonra, burada bulunan bir kabir açılır, başı merkep başı, bedeni insan bedeni gibi olan birisi çıkar, üç defa merkep gibi anırdıktan sonra kabir kapanırdı. Orada yaşlı bir kadın yün eğiliyordu. Kabirden çıkan şahsın annesi idi. Oğlunun durumunu şöyle anlattı. Oğlum içki içerdi. Ben de ona;

“Allahtan kork! Ne zamana kadar içki içmeğe devam edeceksin?” derdim. O da bana “Tıpkı merkepler gibi anırıyorsun” derdi. Bir ikindi vaktinden sonra öldü. İşte şimdi görüyorsun. Hergün ikindiden sonra böyle kabirden çıkar, üç kerre anırır. Sonra kabri kapanır” dedi.

Akıllı kimsenin, ana-babasına nasıl hürmet edileceğini öğrenmesi, onlara karşı gelmemesi, itaat etmesi gerekir. Allahü teâlâ Tevrat, İncîl, Zebur ve Kur’ân-ı kerîmde ve gönderdiği bütün kitaplarda, ana-babaya itaat edilmesini, onlara karşı gelinmemesini, ana-babaya hürmet edilmesini bildirmiş ve peygamberlerine de böyle emretmiştir.

Büyüklerden birisi şöyle buyurdu: “Çocuğun, ana-babasının yanında, onların izni olmadan konuşmaması lâzımdır. Onların önünde, sağlarında ve sollarında yürümemelidir. Ancak çağırdıklarında yanlarına gider. Onların arkalarından yürür.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 565

2) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 342

3) İbn-i Âbidin cild-1, sh. 29 cild-5, sh. 263

4) Brockelmann Gal-2, sh. 507

5) Osmanlı Müellifleri cild-2, sh. 54

6) Tebyin-ül-mehârim. Süleymâniye Kütüphânesi. Es’ad Efendi kısmı no: 596