Tefsîr ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Muhammed bin Muslihuddîn Mustafa olup, lakabı Muhyiddîn’dir. Doğum târihi ve yeri bilinmemektedir. 951 (m. 1544) senesinde vefât etti. Kocaeli-lzmit’tendir. Kabri İstanbul’da, Emîr Buhârî yakınında, Hoca Hayreddîn Mescidi avlusundadır.
Şeyh-zâde Muhammed’in babası Şeyh Mustafa Muslihuddîn Efendi, Bâyezîd-i Velî zamanı meşâyıhından olup, Abdullah-i İlâhî’nin halîfelerindendi. İstanbul’da Hırka-ı şerîf Câmii yakınında, Muslihuddîn Mescidi’ni yaptırmıştır. Buna, tahta minareli mescid de denir. Şeyh-zâde Muhammed, ilim tahsiline başladıktan bir süre sonra, tasavvuf yolunu seçti ve Emîr Ahmed Buhârî’nin halîfelerinden Muslihuddîn Efendi’ye halîfe oldu. Bir süre çeşitli medreselerde müderrislik yaptı. Daha sonra medrese müderrisliğini bırakarak, vefâtına kadar kendi hâlinde yaşadı.
Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesinde, Şeyh-zâde Muhammed hakkında şöyle yazmaktadır: “Şeyh-zâde Muhammed, Kocaeli evliyâsından Şeyh Muhyiddîn’in dâmâdıdır. Zamanında bulunan âlimlerden ilim öğrendi. Büyük âlim Efdâl-zâde’nin hizmetlerinde kemâle ulaştı, İstanbul’da Hoca Hayreddîn Medresesi’nde müderris oldu. Medresede ilim ile meşgûl olurken, uzlete meyli galip gelerek, emekliye ayrıldı. Ona günlük on akçe maaş bağlandı. “On akçe, benim mühim ihtiyâçlarım için kâfidir ve çoktur bile. Kâfi gelecek miktardan fazlasına rağbetim yoktur. Bundan fazlasını istemek isrâftır” buyurdu. Emekliye ayrıldıktan sonra, kendi yaptırdığı mescidinde ibâdet ve tâatle meşgûl oldu. Sâlih kimseleri çok severdi. Onun için, kâmil ve edeb sahibi olanlarla beraber olmaktan daha lezzetli birşey yoktu. Allahü teâlâya yalvarma, huşû’, hudû’ ve tevâzu, onun yaradılışında mevcûd idi. İhtiyâçlarını te’min için başkasına yük olmazdı. Pazardan aldığı eşyayı evine kendisi götürürdü. Meşakkat ve sıkıntılara tahammül ederdi. Onu sevenler, cân-ı gönülden ona hizmet etme şerefine kavuşmak isterlerdi. Fakat Allah için yaptığı tevâzudan dolayı, işlerini kendisi görür, başkasının yapmasına gönlü râzı olmazdı, ikâmet ettiği mahallenin mescidinde, tefsîr dersleri verirdi. Bu vesile ile, bereketli derslerinden ve nasihatlerinden pekçok kimse istifâde etti. Kâdı Beydâvî hazretlerinin tefsîrini şerh edip, onun derin ma’nâlarını, zor ibârelerini, daha açık ve kolay bir ifâde ile anlattı.”
Kendisi şöyle anlatır: “Kâdı Beydâvî’nin tefsîrini şerh ederken, bir âyet-i kerîmenin i’câzı hakkında müşkilim olunca, cenâb-ı Hakka cân-ı gönülden yönelirdim. Bu yönelmenin bereketi ile maksadıma kavuşurdum. Allahü teâlâya teveccühüm sırasında, sekînet hâlinde bulunan gönlümde, yeryüzü kadar bir genişlik meydana gelirdi. Onda, parıldayan iki ay görünürdü. Bunlardan öyle bir nûr meydana gelirdi ki, Levh-i mahfûzda yazılı olanlar görünüp, Kur’ân-ı kerîmin sırları bana zâhir olurdu. Bu fakîr, amellerimde azîmet yolunu tuttuğumda, kendimi çok yüksek derecelerde, ruhsat yolunu tuttuğumda ise, kendimi o yüksek mertebelerden mahrûm olarak görürdüm.”
Şakâyık-ı Nu’mâniyye sahibi Taşköprü-zâde şöyle anlatır: “Hayâtımın ilk zamanlarında, hayâtımın sonlarına dâir ahvâlimi düşünürdüm. Bana kadılık nasîb ve müyesser olursa, bunu kabûl etmeme husûsunda kendi kendime kesin karar vermiştim. Şeyh-zâde Muhammed birgün bana; “Eğer sana bir zaman kadılık makamı verilirse, kazaya rızâ lâzımdır. Çünkü kadılık mendub bir iştir ve teşvik olunan bir yoldur. Şayet böyle bir vazîfe verilirse, muhakkak kadılığı kabûl etmelisin” diye nasihat ettikten sonra, şöyle bir hâdiseyi anlattı: “Sâlih bir kadı dostum vardı. Kâdılıktan ayrıldıktan bir süre sonra tekrar kadı oldu. Sebebini sorduğum zaman şöyle dedi. “Kâdı iken Resûlullah efendimizin (s.a.v.) rûhâniyetleri ile tam bir irtibâtım var idi. Haftada bir kerre rü’yâmda görmekle şereflenirdim. Fakat, kadılık vazîfesini bıraktığım zaman, Resûlullah (s.a.v.) efendimiz ile irtibâtım tamamen kayboldu. Ben, tekrar kadılık vazîfesine dönmüştüm. Bir gece yine Resûlullah efendimizi (s.a.v.) rü’yâmda görmekle şereflendim. Resûl-i ekreme (s.a.v.), kadılıktan ayrılınca niçin kendilerini rü’yâmda görmekle şereflenemediğimin sebebini sordum. O zaman Resûlullah efendimiz (s.a.v.); “Kâdıların, benim ile ma’nevî yakınlıkları ve rûhanî münâsebetleri, diğer zamanlardakinden daha fazladır. Çünkü hüküm makamında, sünnet-i seniyyem üzere yürürler. Nefslerini ıslâh ettikten başka, fakirlerin ve zaîflerin haklarını korumaya yardımcı olurlar. Bu sebeple kadılar, çok sevâba kavuşurlar. Şefaatime nail olurlar, rûhanî nazarıma kavuşurlar. Fakat hüküm makamını terk ettiklerinde, sâdece kendi nefsleri ile meşgûl olup, ümmetimin fakirlerinin durumları ile alâkalanıp, zayıfların istek ve dilekleri ile meşgûl olamazlar. Bu sebeple, bana yakın olma mertebesinden uzaklaşırlar. Allah ve Resûlünün rızâsı, güzel hâl üzere olanların üzerindedir” buyurdu. Şeyh-zâde nasihatinden sonra, Şakâyık-ı Nu’mâniyye müellifîne nasîhatta bulunup, kadılık vazîfesini kabûl etmek, mühim işlerdendir buyurdu.
Şeyh-zâde Muhammed, birçok eser yazdı. Bu eserlerden ba’zıları şunlardır: 1- Hâşiyetün alâ Envâr-it-tenzîl lil-Beydâvî: Tefsîr kitaplarının ve Beydâvî haşiyelerinin en kıymetlilerindendir. Bekâra sûresini ihtivâ eden birinci cild, 1306 (m. 1888) senesinde İstanbul’da Matbaa-i Osmaniyye’de ve 1397 (m. 1977) senesinde Hakîkat Kitabevi tarafından bastırılmıştır. 2- Şerh-ül-Vikâye fî mesâil-il-Hidâye, 3- Şerh-ül-Ferâid-is-Sirâciyye, 4- Şerh-ül-Miftâh lis-Sekkâkî, 5- Şerhu Kasîdet-il-Bürde, 6-Hâşiyetün alâ Meşârık-ıl-Envâr lis-Sâgânî, 7- Envâr-ut-tenzîl üzerine başka bir haşiye, 8- İhlâs sûresi üzerine bir tefsîr, 9- Ta’lîkâtün alâ şerh-ıl-Hidâye li İbn-i Mektûm.
Hâşiyetün alâ Envâr-it-tenzîl lil-Beydâvî isimli eserinden ba’zı bölümler:
Dinde küfür: Resûlullahın (s.a.v.) getirdiği açıkça bilinen şeylerden birisini inkâr etmektir. Çünkü bir kimse, Resûl-i ekremin (s.a.v.) getirdiği açıkça bilinen şeylerin hepsini tasdik ederse mü’min olur. Bir kimse Resûl-i ekremin (s.a.v.) getirdiklerinin bir kısmını veya hepsini tasdik etmezse, o kimse imansızdır. İctihâdî ve tevâtür olarak bildirilmeyen hükümleri inkâr eden imansız olmaz. Tevâtür ile Resûlullah efendimizin (s.a.v.) getirdiği ve dinden olduğu bilinen şeyleri inkâr eden imansız olur. Allahü teâlânın varlığını, O’nun alîm, kadir, muhtâr olduğunu veya Resûlullah efendimizin (s.a.v.) Peygamberliğini, Kur’ân-ı kerîmin sıhhatini, namazın, orucun, zekâtın, haccın, farz olması, zinânın ve içkinin haramlığı gibi, dinden olduğu açıkça bilinen husûsları inkâr eden kimse imansızdır. Çünkü bu kimse, dinden olduğu zarurî olarak ve açıkça bilinen birşeyde Resûl-i ekremi (s.a.v.) tasdik etmemiştir.
Suâl: Zünnar kuşanmak (ve benzerlerini yapmak) ile Allahü teâlânın emirlerini yapmamak ve yasak ettiği şeyleri yapmak, onlardan sakınmamak arasındaki fark nedir ki, birincisini yapan imansız oluyor, ikincisinde ise kâfir olmuyor, sâdece günahkâr oluyor?
Cevap: Zünnar kuşanmak (ve benzerleri) kâfirlere mahsûs bir şekil ve görünüştür. Mü’min bunları kullanmaya cesâret edemez. Fakat emirleri yapmamak, nehyedilen şeyleri yapmak böyle değildir. Çünkü bunlar, dînen mahzurlu görülen şeylerdir. Ancak insanın yaratılışında nefs-i emmâresine uymak, nefsinin arzu ve isteklerinin aklına galip gelmesi bulunduğu için, mü’minden, ba’zan nefsine uyması, hevasının galip gelmesi sebebiyle dînen mahzurlu şeyler meydana gelebilir. Bunlar dinde tekzîb ve imansızlık alâmeti sayılmamıştır. Bunlar yapıldığı zaman küfür ile hüküm olunmamıştır. Fakat birincisinde, ya’nî zünnâr kuşanmak ve benzerlerini kullanmak ise, dinde i’tikâd bozukluğu olarak sayılmış, dinde tekzîb (inkâr) alâmeti olarak kabûl edilmiş, onu yapanın imansız olduğuna hükmolunmuştur.”
Sa’îd bin Cübeyr’in şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: “Zikir, Allahü teâlâya tâattir. Allahü teâlâya ibâdet eden, O’nu zikretmiş olur. Allahü teâlâya itaat etmeyen, O’nu zikretmiş olmaz. Allahü teâlâ Bekâra sûresi yüzelliikinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Artık beni zikredin (anın). Ben de sizi zikredeyim (anayım)” buyuruyor. Allahü teâlânın kullarını zikretmesinden (anmasından) murâd, kullarına lütufta bulunması, ihsân, hayır ve saadet kapıları açmasıdır.
Zikir, ba’zan dil, ba’zan kalb, ba’zan a’zâlar ile olur. Kulların Allahü teâlâyı dilleri ile zikretmesi; O’nu tesbîh etmeleri (meselâ; Sübhânallah, Elhamdülillah ve Allahü ekber demeleri), Kur’ân-ı kerîm okumalarıdır.
Kulların Allahü teâlâyı kalbleri ile zikretmeleri üç nev’idir. 1- Allahü teâlânın zâtına, sıfatlarına delâlet eden delîlleri tefekkür etmek (düşünmek). 2- Allahü teâlânın hükümleri, emirleri, nehiyleri, va’d ve va’îdinin keyfiyetleri hakkında tefekkür etmektir. 3-Allahü teâlânın mahlûklarının esrârı (sırları) hakkında tefekkür etmek.
Kulların Allahü teâlâyı, a’zâları ile zikretmesine gelince, a’zâlarını, devamlı Allahü teâlânın emirlerini yapmakla meşgûl edip, yasak kıldıkları işlerden uzak tutmalarıdır.
Âyet-i kerîmedeki; “Beni anınız” emri, bütün tâatleri içerisine almaktadır. Bu sebepledir ki, Sa’îd bin Cübeyr, âyet-i kerîmeyi; “Beni tâatle zikrediniz” şeklinde açıkladı. Zikrin içerisine tefekkürün bütün nev’ilerini ve kısımlarını kattı. Zikir, bu ma’nâ ile şükürdür.
Allahü teâlâ, kullarına bol bol lütufta bulundu. Zâhirî ve bâtınî ni’metlerine şükür olarak, kullarına tâat ve ibâdeti vâcib kıldı. İbâdet ise, nefse ağır gelen şeylerdendir. Allahü teâlâ, kullarının râzı olduğu şükrü yapabilmeleri, ibâdetlerin nefse ağır gelmesine tahammül edebilmeleri için, kullarını sabır ve duâ ile yardım istemeye teşvik buyurmuştur. İnleyip sızlamadan, meşakkatlere tahammül demek olan şükür, her hayra vesiledir. Çünkü tövbenin evveli günahlara sabır, zühdün evveli mübahlara sabır, irâdelerin evveli Allahü teâlâdan başkasına istememeye sabırdır. Bunun içindir ki, Resûlullah (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: “Baş bedene göre ne ise, sabır da îmâna göre o mertebededir.”
Sabrın tamâmı hayırdır. Sabır ile mücehhez olan kimseye, tâatleri yapmak ve yasak edilen şeylerden sakınmak kolay gelir. Namaz da böyledir. Çünkü namazın Allahü teâlâya tezellül ve hudû’ içinde (kendini aşağı ve küçük görerek, acizliğin idrâki içerisinde) yapılması gerekir. Namazda bu hâle gelen kimse, diğer ibâdetlerdeki meşakkate nefsini boyun eğdirir. Resûlullah efendimiz (s.a.v.) meşakkatli bir durum ile karşılaşınca, namaz kılmak sûretiyle o meşakkati giderirler ve Bekâra sûresi yüzelliüçüncü âyet-i kerîmesini okurlardı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-12, sh. 32
2) El-Kevâkib-üs-sâire cild-2, sh. 59
3) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 408
4) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 238
5) El-A’lâm cild-7, sh. 99
6) Keşf-üz-zünün cild-1, sh. 188 cild-2, sh. 1247, 1689, 2022
7) Brockelmann Sup-2, sh. 650
8) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 334
9) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 88, 1074, 1217
10) Eshâb-ı Kirâm sh. 396