SÜRÛRÎ MUSTAFA EFENDİ

Osmanlı Devleti’nde yetişen büyük âlimlerden. İsmi, Mustafa bin Şa’bân es-Sürûrî er-Rûmî’dir. Lakabı Muslihuddîn olup, “Sürûrî” diye meşhûr oldu. Hoca Şa’bân adında zengin bir tacirin oğlu olup, 897 (m. 1491) senesinde Gelibolu’da doğdu. 72 yaşında kısa bir hastalığı müteakiben, 969 (m. 1562) senesi Cemâzil-evvel ayının yedinci günü, İstanbul’da vefât etti. İnşâ ettirdiği mescidin avlusunda, mihrabın önüne rastlayan yere defnedildi. Bugün bu mescid yıkılmış, Sürûrî Efendi’nin mezarı da ortadan kalkmıştır. Bugün mezarın yeri bilinmemektedir.

İlme çok meraklı olan babası, oğlunun ilim ve fazilet sahibi olması için her türlü maddî fedâkârlıklarda bulunmaktan hiçbir zaman geri kalmamıştı. Hattâ ilk tahsiline başladığında, nahivden “Kâfiye”nin metnini ezberlediğini haber aldığı zaman, sevincinden hem hocasını, hem de oğlunu ni’metlere gark etmişti. Ondan sonra da, ne zaman oğlunda böyle gelişme ve ilerleme eserleri görse, dâima yeni yeni hediyelerle taltif etmeyi âdet edinmişti. Babasının, oğlunun yetişmesi husûsunda gösterdiği ihtimâm sayesinde, medrese tahsiline başlayarak, sırası ile; Nihâlî Ca’fer Çelebi, Bursa’da Kâsım Paşa Medresesi müderrisi Kara Dâvûd Efendi, Taşköprü-zâde Mustafa Efendi, Abdülvâsi’ Efendi gibi âlimlerin yanında ilim tahsîl etti. Fenârî-zâde Muhyiddîn Efendi’nin mülâzimi (yardımcısı) oldu.

927 (m. 1521) senesinde Fenârî-zâde Muhyiddîn Efendi İstanbul kadısı olduğu zaman, onu, o sırada ihdas edilen Bâb nâibliği (Kâdı yardımcılığı) hizmetine getirdi. Fenârî-zâde Muhyiddîn Efendi, 929 (m. 1522) senesi başlarında Anadolu kadıaskeri olunca, Sürûrî Mustafa Efendi’yi yanından ayırmayıp, “tezkirecilik” hizmetiyle mükafatlandırmıştı. (Tezkireci: Kâtiplik ile meşgûl olan görevli kimse demektir.) Bir müddet sonra, bu makama âit gizli bilgileri, eski hocası Abdülvâsi’ Efendi’ye ifşa etmekle itham olunduğundan, Fenârî-zâde ile aralarında bir soğukluk peyda oldu. Bu hizmetinden ayrılarak, Emîr Buhârî tekkesi şeyhi Mahmûd Efendi’ye talebe oldu. Daha sonra da hac farizasını yapmak üzere Mekke-i mükerremeye gitti. Hac dönüşünde, Fenârî-zâde’den çok iltifât gördü. Bu sefer, onu müsteşar olarak yanına aldı. 930 (m. 1523) senesinde, Muhaşşî Sinân Efendi’nin yerine, Gelibolu’da Saruca Paşa Medresesi’ne müderris oldu. 933 (m. 1526) senesinde Pîrî Paşa zaviyesinde şeyh olan Cemâl Efendi vefât etti. Bu vakfın sahibi hâlâ hayatta bulunduğundan, bu zaviye, vakfedenin arzusu üzerine medreseye tahvil edildi ve müderrisliği de Sürûrî Efendi’ye verildi.

944 (m. 1537) senesinde Vezir Kâsım Paşa, İstanbul Haliç’de bir medrese yaptırdı ve müderrisliğini, kayd-ı hayat şartı ve 50 akçe ile Sürûrî Efendi’ye verdi. On sene sonra, 954 (m. 1547) senesinde hocası Fenârî-zâde Muhyiddîn Efendi’nin vefât etmesi, kendisini büyük üzüntülere boğduğundan, bu üzüntülere dayanamayıp, medresedeki görevinden istifâ ederek, Emîr Buhârî tekkesi şeyhi Mahmûd Efendi’nin dâmâdı olan Abdüllatîf Efendi’ye talebe oldu. O târihte Mora yarımadasında Sancakbeyi bulunan Kâsım Paşa, Sürûrî Efendi’nin bu istifâsından derin bir teessüre kapılmıştı. Kendisine bir rica mektûbu yazdı ve bu mektûbunda: “Biz, o medreseyi, sırf sizin şerefinize bina etmiştik. Eğer makbûl olmazsa, yıktırmayı bile düşünmekteyiz. Sizin makamınızda bir başkasını görmeye tahammül etmemize imkân yoktur” gibi şeyler söyledi. Sürûrî Efendi, Kâsım Paşa’nın ısrarı üzerine, haftanın muayyen vakitleri için ve ikindiden sonra “Mesnevî” okutmak şartıyle, tekrar eski vazîfesini kabûl etmek mecbûriyetinde kaldı. Bu sırada evini ve bütün mallarını satıp, kendi adına nisbetle “Sürûrî Mescidi” nâmı ile bir mescid yaptırdı ve tekrar hacca gitti.

955 (m. 1548) senesinde, Kanunî Sultan Süleymân’ın Van seferine çıkışı sırasında, Amasya vâlisi bulunan Şehzâde Sultan Mustafa’ya muallim (hoca) ta’yin edildi. Bu vazîfeyi kabûl ederek, Amasya’ya Şehzâde’nin yanına gitti. Sürûrî Efendi, etrâfına seçme ilim adamlarını toplayan, edebiyat ve ilme karşı büyük bir alâka gösteren Şehzâde için, muhtelif eserler kaleme aldı. Asırlarca elden ele dolaşan “Bahr-ül-me’ârif” adındaki eseri bunlardan biridir. Sürûrî Efendi, Şehzâde’nin sır dostu ve en yakın yardımcısı olmuştu. 960 (m. 1553) senesinde, Şehzâde Mustafanın ölümünden çok derin bir üzüntüye kapılan yaşlı ve büyük âlim Sürûrî Efendi, bu elim vak’a üzerine inzivâya çekildi. Dokuz sene, hemen hemen hiç ortaya çıkmadı. Şehzâde için tercümeye başlayıp, onun ölümü ile yarıda bıraktığı “Kitâb-ül-acâib vel-garâib” adındaki eseri, ona karşı sevgi ve bağlılığını ifâde eder. Bu vak’adan sonra, hiçbir resmî vazîfeyi kabûl etmedi. Elinin emeği ile kazanarak geçimini te’min etti. Tersanedeki görevlilerin ve buradaki gemi sahiplerinin yardımıyla, mescidinin giderlerini de karşılamaya çalıştı. Mesciddeki hizmetinden de bir an geri durmadı. Tedris ve te’lîf işleri ile meşgûl oldu. Hemşehrisi olan tarihçi Gelibolulu Âlî, bu devrede bir ara onun talebeliğini yapmıştır.

Arabça, Farsça ve Rumcayı çok iyi bilen Sürûrî Efendi; tefsîr, hadîs, fıkıh, mantık, tıb, edebiyat gibi çeşitli sahalarda meydana getirdiği 36 eseri ile, yaşadığı asrın âlimleri içinde çok büyük bir şahsiyet olarak temayüz etmiştir. Eserlerinin bir kısmını Arabca ve Farsça olarak kaleme alan müellifîn te’lîfâtı, daha ziyâde şerh ve haşiye mahiyetindedir. Sürûrî Efendi, bir yandan talebe yetiştirirken, Arabca ve Farsçaya büyük vukûfiyyeti sebebiyle, şarkın ilmî ve edebî muhtelif klasik eserlerini, daha kolay anlaşılır bir hâle getirmeye ve onlardaki güçlükleri gidermeye çalışmıştır. Mesnevî, Gülistan, Bostan ve Hâfız’ın Dîvân’ı için yaptığı şerhler, edebî sahada en başta gelenlerdir. Mesnevî’nin 6 cildi üzerindeki büyük şerhi “Şârih-i Mesnevî” ünvanı ile meşhûr olmasını te’min etmiştir. Bunların yanında; Beydâvî tefsîri, Sahîh-i Buhârî, Hidâye, Telvîh, Misbâh, Şerh-ı Mevâkıb gibi birçok kaynak eserler üzerine yaptığı şerh ve haşiyeler ise, ilmî sahadaki te’lîflerinin en mühimlerini teşkil eder. Ayrıca o, Fettâh-ı Nişâbûrî’nin “Şebistân-ı Hayâl”i ile, Hazreti Ali’ye izafe edilen “Mu’ammeyât”, Molla Câmî ve Mîr Hüseyn’in “Mu’ammeyât”larına da ayrı ayrı şerhler tertîb etmiştir. Tıb ilmine dâir yazılmış “Mûciz” adındaki esere şerh yapmıştır. Ayrıca ba’zı eserleri Türkçeye tercüme etmiştir.

Sürûrî Efendi’nin te’lîf eserleri içinde “Bahr-ül-me’ârif’, Arab ve bilhassa Fars şiirlerindeki örnekleri ile birlikte, tedvin eden bir rehber olması bakımından husûsî bir ehemmiyet arzeder. Büyük bir rağbete mazhar olan bu kitap, Türk edebiyatında asırlar boyunca sahasında yegâne eser olarak değerini muhafaza etmiştir. Aruz ve kâfiye bilgisini, şiir san’atlarını ve edebiyat terimlerini ihtivâ eden değerli bir te’lîf olarak, dilimizde bu türde meydana getirilmiş eserlerin hem ilki, hem de en mükemmelidir. Sürûrî, bütün bu eserlerinden başka, Türkçe bir de “Dîvân” sahibidir. Kendi ifâdesine göre, çoğu gençlik çağının mahsûlü olan 500 gazeli vardır. Âşık Çelebi, Âlî ve Riyâzî, onun Dîvân’ını görmüşlerdir.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-12, sh. 256

2) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 356

3) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 434

4) El-A’lâm cild-7, sh. 235

5) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî) sh. 23

6) Sicilli Osmânî cild-3, sh. 12

7) Kâmûs-ul-a’lâm cild-4, sh. 2558

8) Amasya Târihi cild-3, sh. 306

9) Evliyâ Çelebi Seyahatnamesi cild-1, sh. 426

10) Keşf-üz-zünûn sh. 189, 208, 497, 554, 729, 1651, 1709, 2039