Osmanlı âlimlerinin meşhûrlarından. İsmi, Muhammed bin Abdülazîz olup, Maraşlıdır. Mu’îd-zâde diye tanınır. Baba ve dedeleri de zamanlarının âlim ve fâzıl zâtları olup, sülâleleri Âl-i Bektût (Bektûtoğulları) diye tanınır. Bunun için Mu’îd-zâde Muhammed Efendi’nin bir nisbeti de Bektûti’dir. 922 (m. 1516) senesi Receb ayında, Eshâb-ı Kehf’in beldeleri olan Tarsus’ta doğdu. 983 (m. 1575) senesi Zilhicce ayında, Kudüs kadısı iken vefât etti. O sırada bulunan Hanefî mezhebi âlimlerinin büyüklerinden ve fazilet sahibi yüksek zâtların meşhûrlarından idi. Vefâtına, “Vah, yazık Bektûtoğullarına” ma’nâsına gelen; “Hayf İbn-i Bektût’a” cümlesi târih düşünmüştür.
İlk tahsilini doğum yeri olan Tarsus’ta, o beldenin âlimlerinin derslerine devam ederek yaptı. Mu’îd-zâde, dînimizin temel bilgilerini öğrendikten ve tasavvufda bilgi sahibi olduktan sonra, Anadolu’da yetişen âlimlerin yükseklerinden olan; Mi’mâr-zâde ve Sinân efendilerin derslerine devam etti. Bunların ders ve sohbetlerinde kemâle geldi. Bundan sonra, yine büyük âlimlerden olan ve pâdişâh hocalığı yapmış olan Hayreddîn Efendi’nin ders verdiği âsitâneye (dershâneye, dergâha) girdi.
Bu büyük âlimlerin sohbet ve hizmetlerinde bulunmakla, üstün gayret ve azmi ile, istidâd ve kabiliyetinin yüksekliği ile, asâletine uygun olarak çok güzel şekilde yetişip kemâle gelen Mu’îd-zâde Efendi, ilim tahsilini tamamladıktan sonra, ilk olarak Edirne’de İbrâhim Paşa Medresesi’ne müderris oldu. Daha sonra Câmi-i Atîk ve Kepenekçi medreselerinde müderrislik yaptı. 971 (m. 1563) senesi Safer ayında, Pîrî Reîs yerine Bursa’da Manastır Medresesi’ne, dört sene sonra Cemâzil-evvel ayında, Edirne’de bulunan Dâr-ül-hadîs Medresesi’ne ta’yin olundu. Bu medreselerde altı sene vazîfe yaptıktan sonra, 980 (m. 1572) Rebî’ul-âhır ayında, Akyazılı Sinân Çelebi yerine Şam müftîliğine ta’yin olundu.
O civarın, ilim ve fazilet kaynağı en yüksek âlimi olarak ders ve fetvâ vermek hizmetini üç sene müddetle çok güzel bir şekilde îfâ etti. 983 (m. 1575) senesi Receb ayında Kudüs kadılığına ta’yin olundu. Aynı senenin Zilhicce ayında âhıret âlemine irtihâl etti. Onun vefâtıyle boşalan vazîfeye, Mazlûm Melek diye tanınan Ahmed Çelebi ta’yin olundu.
Mu’îd-zâde Muhammed Efendi, ilim deryasının gayretli ve mahir bir dalgıcı idi. Aklî ve naklî ilimlerde ihtisas sahibi idi. Edebli, faziletli, kâmil bir zât idi. Şiir söylemek ve güzel yazı yazmakta da çok kabiliyetli idi. İlmi ve irfanı ile bid’at karanlıklarını aydınlatan bir nûr misâli idi. Fetvâları güvenilir ve sağlam, suâllere verdiği cevaplar tatmin edici ve anlaşılır idi. Gayet fasîh ve belîğ konuşan bir zât idi. Arabî lisânının inceliklerine hakkıyla vâkıf idi.
İlimleri nakletmekte kendisine i’timâd edilir sağlam bir kaynak idi. Akıl, zekâ ve hafızası pek kuvvetli idi. Kendisi, en sağlam, güvenilir ve faziletli bir âlim olarak tanınırdı.
Kâdı Beydâvî tefsîri ile Keşşâf tefsîri arasında bir mukayesesi, Hidâye ve Miftâh-ül-ulûm isimli eserlere ilâveleri vardır. Fetvâlarından bir kısmı, Şam mahkemesinde muhafaza edilmektedir. Kitaplarında; “Gece-gündüz Allahü teâlâya duâ edip yalvaran Muhammed bin Mu’îd (Abdülazîz) el Kadirî el-Bektûtî el-Mer’âşî” ma’nâsına gelen; “Ed-dâ’î bil-gadâti vel-aşiyyi, Muhammed bin Mu’îd el Kadirî el-Bektûtî el-Mer’âşî” beytini imzâ olarak kullanır, kitaplarının dışına bu beyti yazardı.
Mu’îd-zâde Muhammed Efendi’nin talebelerinden biri şöyle anlatır: “Birgün Muhammed bin Abdülazîz’den Şerh-i Akâid okurken, konu kabir azâbının izahına gelmiş idi. Hocam kabir azâbının hak olduğunu vesîkaları ile çok güzel izah etti. Orada bulunanlardan biri, kabir azâbını inkâr etti. Kabir azâbının olmadığını kuvvetli delîllerle izah edebileceğini söyledi. Hocam buna üzüldü ise de, bir cevap vermedi. Bu konuşmadan kısa bir zaman geçtikten sonra, o kimse, Mer’aş’ın yakın bir köyüne gitmek için yola çıktı. Köye giderken, yolu bir kabristana uğradı. Eski bir kabrin başında durdu. Baktı ki, kabire açılan bir delik var. Elini bu delikten kabre soktu. Sokması ile beraber feryada başlaması bir oldu. “Yandım, ölüyorum, elimi kurtarın!” diye avaz avaz bağırıyordu. Yanında bulunan yol arkadaşları donup kaldılar. Ne yapacaklarını şaşırdılar. Hiçbiri ne yardıma, ne de bir söz söylemeye kadir olamadı. Kabir azâbını inkâr eden o kimse; “Ben kabir azâbının hak olduğuna inandım, önceki bozuk i’tikâdıma tövbe ettim” dedi ve kolunu kabirden çıkardı. Baktılar ki, elinde ve kolunda yanık izleri vardı. Yanında bulunanlar anladılar ki, bu hâl, o inkarcı kimseye bir ders ve ibret olarak meydana gelmiş idi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 254
2) Sicilli Osmânî cild-4, sh. 121
3) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî) sh. 236