Şam’da yetişen Şafiî mezhebi âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. Tasavvufta Kâdiriyye yoluna bağlı idi. Nesebi, Tâbi’în-i izamın büyüklerinden olan Sa’îd bin Cübeyr hazretlerine dayanmaktadır. İsmi, Muhammed bin Muhammed bin Halîl bin Ali bin Îsâ bin Ahmed es-Sumâdî ed-Dımeşkî olup, künyesi Ebû Müslim, lakabı Şemsüddîn’dir. 911 (m. 1505) senesinde doğdu. 994 (m. 1586) senesi Safer ayının onunda, Cum’a gecesi Şam’da vefât etti. Emeviyye Câmii’nde cenâze namazı kılındıktan sonra, Bâb-üş-Şâgûr’da bulunan zaviyesinde defn olundu.
Büyük âlimlerin ve velî zâtların ders ve sohbetlerinde bulunarak kemâle gelen Ebû Müslim Sumâdî, zamanında bulunan evliyânın önde gelenlerinden oldu. İlim ve evliyâlıkta emsal ve akranından ileri idi. Çeşitli ilimlerin yanında, Arabî lisânını da çok iyi bilir ve konuşurdu. Şiir söylemekte de mahir olup, tasavvufî şiirleri vardır. Çok ibâdet ederdi. Allahü teâlâdan çok korkar, huşû’ ile ibâdet ederdi. O zamanda bulunan büyük zâtlar, Ebû Müslim’i önde tutarlar, ona ayrı bir hürmet ve edeb gösterirlerdi.
Necmüddîn-i Gazzî (r.a.), ömründe dört kişi gördüğünü, onlardan daha nurlu kimseler görmediğini, bunlardan birisinin de Muhammed Sumâdî olduğunu bildirerek şöyle anlatır: “Bu dört zâttan her biri öyle idi ki, gözler onlara ilişince, onlarda, Allahü teâlânın kendilerine rahmet nazarıyla nazar ettiği gözleri görürdü. Bu zâtlar; babam, Muhammed Sumâdî, Muhammed Temîmî ve Mekke-i müşerrefede Kâ’be-i muazzamada gördüğüm sûfi kılıklı, saçları ağarmış olan bir zâttır. Bu zâtı orada gördüğümde, yanında ba’zı gençler bulunup kendisine hizmet ederlerdi. Onu görünce, hemen yanına gittim. Elini tutup müsâfeha ettim ve öptüm. Bana; “İhtiyâcın nedir?” dedi. “Duâ” dedim. Kâ’be-i muazzamaya yönelip, benim için fesahat ve belagat ile çok güzel duâlar etmeye başladı. Her duâsını bitirdiğinde ben gönlümden; benim için şu duâyı da yapsa diye geçirirdim. O da aynı şekilde söylerdi. Ne mübârek ve yüksek bir zât olduğunu anladım. Duâyı bitirip, elini yüzüne sürdü. Kendisine;
“Ey efendim! Beni duâdan unutmayınız” dedim. “Sen de aynı şekilde bizi duâdan unutma” buyurdu. Sonra ayrıldık.”
Kâdı ve vâli gibi, makam ve mevki sahibi kimseler de Muhammed Sumâdî’nin büyüklüğünü tanır, onu çok severlerdi. İnsanlar, uzak yerlerden kalkıp, onu ziyâret etmek, huzûr ve sohbetlerinde bulunmakla bereketlenmek için yanına gelirler, zaviyesinde onu ziyâret edip, bir müddet kaldıktan sonra giderlerdi. Ondan duâ isterlerdi.
Rivâyet edilir ki; Muhammed Sumâdî, babası ile birlikte Rûm beldelerinden birinde bulunuyordu. Bir defa vezirlerden birisi, istemediği, beğenmediği birisi için bir sofra hazırlatıp, sofraya murdar veya zehirli et koydurdu. Nasıl olduysa, Muhammed Sumâdî ve babası da o sofraya oturmuşlardı. Muhammed Sumâdî o eti görünce, kerâmet olarak etin durumunu anlayıp üzüldü ve babasına; “Yeme! Çünkü bu yemek şüphelidir” dedi. Kalkıp o yemeği döktü. Vezîr, yaptığını i’tirâf edip özür dilemeye başladı. Sonra normal bir sofra hazırlatıp, onlara ikram etti. O sofrada bulunan yemekleri yediler.
Diğer taraftan vezir ve adamları, bir önceki sofrada bulunan bu gizliliği açıklayıp sırrı ifşa ettiği için ona kızmaya başladılar. Nihâyet bir bahânesini bulup, bir suç isnâd ederek kanını akıtmaya karar verdiler. Ceza verileceği gün yaklaşmış idi. Bu günlerde Muhammed Sumâdî, rü’yâsında dedelerinden birinin sûretinde bir zâtı gördü. O zât, elini Muhammed Sumâdî’nin yüzüne koyarak; “Bismillahilkâfî bismillahişşâfî bismillahillezî lâ yedurru mâ’asmihi şey’ün” duâsını okudu. Bu gecenin sabahında, o tehlikenin geçmiş olduğu, ceza verilmiyeceği öğrenildi.
Yine Necmüddîn-i Gazzî, Ebû Müslim Muhammed Sumâdî’nin komşusu olan Şeyh Sâlih Ali Lü’lüî’nin şöyle anlattığını haber veriyor: “Bir müşkil mes’elem vardı. Bunun hallolması için Resûlullah (s.a.v.) efendimizi vesile ederek Allahü teâlâya yalvardım. O gece rü’yâmda Resûlullah (s.a.v.) efendimizi gördüm. Bana buyurdu ki: “Komşun Şeyh Ebû Müslim Sumâdî’ye git! Bu yükü ona yükle. Ya’nî müşkilini o halletsin.” Sabah olunca erkenden Muhammed Sumâdî’ye gittim. Ben daha henüz birşey söylemeden; “Ben gaybi bilmem. Ben gaybi bilmem. Ama bana ihtiyâcını söyleyebilirsin” dedi. Ben, onun benim hâlimi kerâmet olarak anlayıp, bana böyle söylediğini anladım, ihtiyâcımı bildirdim. O ihtiyâcım, onun vesilesiyle halloldu.”
Ebû Müslim Sumâdî’nin büyüklüğünü tanıyan ve onu seven Muhammed bin Arab isminde bir zât, doğu beldelerinden koyun almak üzere yanında birkaç çoban ile gidiyordu. Çeşitli yerlerden koyunlar alıp yolda giderken, bir yerde gecelediler. Şiddetli fırtınanın estiği çok yağmurlu bir gece idi. Geceleyin koyunlar ürküp dağıldılar. İbn-i Arab ve yanında bulunan çobanlar, koyunları toparlamaktan âciz kaldılar. O esnada İbn-i Arab, Ebû Müslim Muhammed Sumâdî hazretlerinden imdâd isteyip; “Ey Ebû Müslim! Yardımına muhtacım” diye yalvardı. O sırada, civardaki nahiyelere kadar dağılmış olan koyunları toparlayan bir ses duyuldu. O ses, koyunların hepsinin bir araya tam olarak toplanmasına kadar devam etti. Allahü teâlânın izni ile ve Muhammed Sumâdî’nin kerâmeti bereketi ile koyunlarını toparlamaya muvaffak olan İbn-i Arab, Allahü teâlâya çok şükretti. Sumâdî’ye olan muhabbeti de böylece daha da artmış oldu.
İbn-i Arab’ın hanımı da, Muhammed Sumâdî’nin büyüklüğüne inanan veliyye ve sâliha bir hanım idi. Aile olarak da tanışırlar, birbirlerine gelip giderlerdi. İbn-i Arab’ın yolculukta koyunlarını toparlamaktan âciz kaldığı şiddetli yağmur ve fırtınalı geceden sonraki akşam, o da Sumâdî’nin evine gitmişti. Sumâdî o hanıma kapı aralığından; “Sana birşey söyleyeceğim. Ama ben ölmedikçe hiç kimseye anlatmıyacaksın” dedi. O da kabûl edince, şöyle anlattı: “Senin zevcen (İbn-i Arab) dün gece şiddetli bir gece geçirdi. Bir ara topladığı koyunlar ürküp, her tarafa dağıldılar. Zevcin ve yanında bulunan çobanlar, koyunları bir araya getirmekten âciz kaldılar. Bu esnada zevcin, bana nidâ ederek yardım istedi. Ben de ufak bir çakıl taşı alıp, o tarafa doğru attım. Bundan sonra koyunların hepsi bir araya toplandı. Bir zarar görmemiş olarak yakında sâlimen sana gelecek, hiç merak etme.”
Necmüddîn-i Gazzî şöyle anlatır: “Bir zaman şiddetli hasta olmuştum. Bu hastalığım esnasında, bir gece rü’yâmda Resûlullah (s.a.v.) efendimizi gördüm. Geniş bir halkanın başında oturmuşlar, Allahü teâlâyı zikrediyorlardı. Peygamber efendimizin (s.a.v.) bir tarafında Muhammed Sumâdî, diğer tarafında da Sumâdî’nin oğlu Müslim vardı. Halkanın diğer kısmında da Sumâdî’nin diğer talebeleri vardı. Zikir bittikten sonra Sumâdî, Resûlullah (s.a.v.) efendimize, talebelerinden suâl etti. Kendisinden sonra yerine kimin geçeceğini anlamak istiyordu. Peygamber efendimiz (s.a.v.) onun bu suâline; “Yâ Şeyh Muhammed! Onlar içinde senin yerine geçmeye en lâyık olan oğlun Müslim’dir” buyurdu.
Ben, bu rü’yânın heyecanıyla uyandım. Hastalığım da geçmiş idi. Böyle bir rü’yâ gördüğümü Sumâdî’ye bildirdim. O da bana haber gönderip; “Muhterem Necmeddîn Efendi, Rü’yân bana ulaştı. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, rü’yâ haktır. Fakat bir de bana anlatmanı istiyorum” dedi. Kendisiyle görüştüğümüzde, gördüğüm rü’yâyı bir de kendim anlattım. Bana dedi ki: “Vallahi rü’yân doğrudur, gerçektir.” Bu rü’yâyı görmemden az bir zaman geçmişti ki, Muhammed Sumâdî vefât etti ve yerine oğlu Müslim geçerek talebelere ders vermeye başladı.”
Dervişlerden bir zât anlatır: “Bir zaman iş için Şam’dan Kâhire’ye gidecektim. Yola çıkacağım zaman, Muhammed Sumâdî (r.a.), Muhammed Bekrî’ye vermem için bana bir mektûp verdi. Kâhire’ye ulaştığımda, Muhammed Bekrî’nin yanına vardım. Huzûruna girip, Muhammed Sumâdî’nin yanından geldiğimi söyledim. Onun ismini duyunca, derhâl ayağa kalkıp, büyük bir hürmetle Muhammed Sumâdî’ye olan muhabbetini, edebini bildirdi. Mektûbu verdiğimde, yine edeb ve hürmet ile alıp, mektûbu öpüp, yüzüne gözüne sürdü. Muhammed Sumâdî’yi çok övdü ve ondan; “Kardeşimiz, efendimiz” diye bahsetti. Muhammed Bekrî’nin bu davranışından, Muhammed Sumâdî’nin büyüklüğünü daha iyi anlamaya başladım.”
Muhammed Sumâdî (r.a.) Anadolu’ya geldiğinde, zamanın sultânı olan Kanunî Sultan Süleymân Hân ile görüştü. Kanunî, onun ilim ve evliyâlık yolundaki derecesini, yüksekliğini pek iyi anlayıp, Şam’a bağlı köylerden birinin gelirini ona ihsân etti. Ayrıca her sene ona seksen çuval buğday verilmesini, kırk çuvalının; zaviyede bulunan fakirler ve ziyâretçiler için, kalan kırk çuvalın da Muhammed Sumâdî’nin çocuklarına ve neslinden gelenlere verilmesini, onların ihtiyâçları için kullanılmasını istedi.
Muhammed Sumâdî’nin (r.a.) çok kerâmetleri görülmüştür. Kur’ân-ı kerîmden şifâ âyetlerini yazarak, rahatsızlığı olanlara verirdi. İnsanlar onunla bereketlenmek, mübârek eliyle yazdığı şifâ âyetlerinden biiznillah şifâ bulmak için, yazdığı âyet-i kerîmeleri yanlarında taşırlar ve hastalıklarından şifâ bulurlardı.
Muhammed Sumâdî (r.a.), 994 (m. 1586) senesinde, Safer ayının onunda, Cum’a gecesi Şam’da vefât etti. Meşhûr Emeviyye Câmii’nde cenâze namazı kılınıp, Bâb-üş-şâgûr’da bulunan zaviyesinin avlusuna defn olundu. Cenâze namazında; âlimlerden, devlet erkânından ve diğer insanlardan çok kalabalık bir cemâat hazır bulundu. İnsanlar onun vefâtına çok üzüldüler. Vefâtına; “Şan, şeref, yükseklik, asâlet sahibi ve bu yüksek vasıflarıyla, çok övülmüş olan, kendisinden ümîdli olduğumuz, şefaatine kavuşmayı arzuladığımız kutup, büyük âlim vefât etti” ma’nâsına gelen:
“Mâte kutbün min-er-recâi mümeccedün”
mısra’ını târih düşürmüşlerdir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 185
2) Şezerât-üz-zeheb cild- 8, sh. 435
3) Kevâkib-üs-sâire cild-3, sh. 16