Şam’da yetişen Şafiî mezhebi âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Muhammed bin Mûsâ el-Bikâ’î el-Hammâri olup, Urre diye tanınır. Tasavvufta Düsûkiyye koluna mensûb idi. Şam yakınlarında bulunan Bikâ’ beldelerinden Hammâre’de yetişen Muhammed Urre’nin, doğum târihi bilinmemektedir. 999 (m. 1590) senesi Rebî’ul-evvel ayının ondokuzunda, Salı günü sabahı vefât etti.
Muhammed Esed es-Safdî gibi zâtların sohbetlerinde ve derslerinde yetişen Muhammed Urre, zamanında bulunan evliyânın en büyüklerinden oldu. Her ân Allahü teâlâyı zikrederdi. Göz açıp kapayacak kadar zamandan daha az zaman da olsa, hiçbir ân Allahü teâlâdan gâfil olmaz ve O’nu zikretmekten geri kalmazdı. Çok ibâdet eden ve Allahü teâlâyı çok zikreden evliyâya mahsûs olan nura, ma’nevî güzelliğe sahip idi. Bu nûr, onun yüzünde her zaman belli olurdu. Mübârek yüzü gül gibi olup, ay gibi parlardı ve etrâfa nûr saçardı.
Necmüddîn-i Gazzî şöyle anlatır: “Muhammed Urre, birgün câmisinde zikir ile meşgûl olurken, Allahü teâlânın aşkı ve kendisini kaplayan tasavvufî hâl sebebiyle kendinden geçerek ve elinde olmayarak “Allah” diye bir sayha etti. Câminin hemen yakınında bir yerde de, ba’zı kimseler toplanmışlar, sohbet ediyorlardı. Bu kimseler arasında, Anadolu’dan gelmiş olan biri de bulunuyordu. O toplulukta bulunanlar, Muhammed Urre’nin sayhasını işittiler. Birisi dedi ki; “Bu sayha kimindir?” Başka birisi de; “Muhammed Urre’nindir” dedi. Anadolu’dan gelen zât, bu ismi duyunca hayretle; “Muhammed Urre bu beldeden midir?” diye sordu. Diğerleri “Evet” dediler. Anadolulu; “Allahü teâlâ ona uzun ömürler versin” dedi. Bu sefer diğerleri hayret edip; “Sen onu nereden tanıyorsun?” dediler. Bunun üzerine o kimse yemîn ederek; “Ben onu Rodos vak’asından tanıyorum. Rodos’un fethi sırasında, Muhammed Urre’yi Kanunî Sultan Süleymân Hân’ın önünde, işte bu gözlerim ile görmüştüm. Şimdi bu sırada acaba nerededir? Yerini bilseydik gidip kendisini ziyâret ederdik” dedi. Onlar da; “İşte şu yakındaki câmidedir” dediler. Anadolu’dan gelen zât, hemen o câmiye gidip Muhammed Urre’nin elini öptü. Duâsını ve gönlünü aldı.” Muhammed Urre hazretlerinin menkıbe ve kerâmetleri pekçoktur.
Bir sene hac mevsiminde, kendisi Şam’da bulunduğu hâlde, Hicaz’da, Arafat’ta vakfeye duran hacılar arasında görülmüştür.
Aynı gün Şam civarında, Bikâ’ beldelerinden olan Gazze beldesinden bir grup kimse, odun toplamak üzere Lübnan dağına gitmişlerdi. Bu toplulukta Ömer bin Hıdr isminde bir kimse vardı ve bu kimse cünüb olarak yola çıkmıştı. Gazzelîler dağda odun keserlerken, gizliden gelen hafif bir sesin kendilerine hitâb ettiğini ve; “Ey Gazze ehli! Size âsîler, yol kesici eşkiyalar geliyor” dediğini duydular. Bu sesi duyar duymaz paniğe kapılan insanlar, hemen kaçarak Gazze’ye döndüler. Fakat Ömer bin Hıdr gitmemiş, olduğu yerde kalakalmıştı. Bu arada, birden bire karşısında Muhammed Urre’yi gördü. Orada yüksekçe bir yerde, heybetli bir şekilde duruyordu. Ömer bin Hıdr onu görünce, biraz önce kendilerine seslenip îkâz eden zâtın o olduğunu anladı. Muhammed bin Urre, Ömer bin Hıdr’a bakarak; “Yâ Ömer! Hem cünüb olarak dağa gidiyorsun, hem de eşkiyalardan korkmuyorsun öyle mi? Biraz önceki sesi duymadın mı? Arkadaşlarınla birlikte sen niye Gazze’ye dönmedin?” dedi. Bunları hayretle dinleyen Ömer bin Hıdr çok utandı. O hâlde bulunduğuna çok pişman oldu. Mahcub bir şekilde ağlıyarak; “Ey Efendim! Bu hâlime pişman oldum. Allahü teâlâya tövbe ediyorum” diyordu.
Muhammed Urre’yi sevenlerden, onun büyüklüğünü tanıyanlardan bir kimse, bir yolculuğa çıkmıştı. Geçeceği yollar gayet tehlikeli idi. Bu kimse kendi kendine niyet edip, eğer sağ sâlim Şam’a geri dönersem, Muhammed Urre hazretlerine Allah rızâsı için elbise vereceğim diye nezretti. Fakat bu niyetini kimseye söylememiş idi. Nihâyet, hiçbir sıkıntıya uğramadan Şam’a döndü. Sabah olduğunda, Muhammed Urre o kimsenin kapısını çaldı ve; “Haydi nezrini ver” dedi. O da hemen nezrettiği şeyi ona verdi. Muhammed Urre’nin bu apaçık kerâmeti karşısında çok hayret etti. Niyetini kimseye söylemediği hâlde, o büyük zâtın, kerâmet olarak bunu bildiğini anladı. Bu hâdise sebebiyle ona olan muhabbet ve bağlılığı daha da arttı. Bu bağlılığından dolayı da çok istifâde etti.
Rivâyet edilir ki, Muhammed Urre’nin talebelerinden, sevdiklerinden birisinin, çarşıda bir dükkânı var idi. Muhammed Urre, bu talebesini sever, arasıra dükkânına uğrardı. Birgün bu talebesine buyurdu ki: “Bu dükkânı boşalt. Buradan çık. Burada birşey olacak. Burası birkaç gün içinde yıkılacak.” O talebe, hocasının bu emir ve ikâzına uyarak derhâl dükkânı boşalttı. Bundan boşalan dükkâna da başka bir kimse girdi. Aradan birkaç gün geçmiş idi ki, Muhammed Urre yine o dükkânın bulunduğu yere uğramış idi. O dükkân herkesin gözü önünde çöktü. O zâtın bereketi ile, hiç kimseye birşey olmadı. O talebe, hocasının bu açık kerâmetine şâhid olmakla, hocasına olan muhabbet ve bağlılığı daha da arttı.
Muhammed Urre’nin zamanında bulunan bir kimse şöyle anlatır: “Muhammed Urre’yi (r.a.) ilk tanıdığım zamanlar, kendi kendime derdim ki: “Keşke şu zâtın durumuna, hâline muttali’ olsaydım. Hâlini iyice anlasaydım. Nasıl biridir? Namazlarını eda ediyor mu? Cum’a ve cemâate devam ediyor mu?” Bu düşünceler içindeydim. Çünkü çok gizli, kapalı bir hâli vardı. Hiç konuşmazdı, insanlarla pek sohbet etmezdi. Fakat kendisinde gördüğüm bir hâl sebebiyle, onun evliyânın seçilmişlerinden ve Şam’ın ileri gelenlerinden olduğunu anladım. Kendisinde gördüğüm hâl şöyle idi:
994 (m. 1586) senesi Şa’bân ayının ortalarında, Cum’a günü Cum’a namazı için erkenden câmiye gitmiştim. Bir de baktım ki, Muhammed Urre yanımda duruyor. Câmiye girince, önce tehıyyet-ül-mescid namazı kıldı. Sonra oturdu. Namaz vakti oluncaya kadar bekledi. Dikkat ettim. Hep zikir ile meşgûl oluyordu. Onun zikretmesi, hatîb hutbeye çıkıncaya kadar devam etti. Hutbe başlayınca zikri kesip hutbeyi dinledi. Ben onun bu hâlinden anladım ki, başkalarıyla çok lüzum olmadıkça konuşmamasının sebebi, dilinin hep zikir ile meşgûl olması idi. Kendisini ta’kib ettim. Bütün edeblerine riâyet ederek namazını çok güzel bir şekilde kılıyordu. Namazdan sonra herkes çıktığı hâlde, o çıkmadı. Ben de kendisini bekledim, İmâm da çıktıktan sonra, câmide ikimiz yalnız kalmıştık. Kalktı, ben de kalktım. Benimle müsâfeha etti. Tebessüm ederek; bana bakıyor ve sanki; “Bende görmek istediğin hâli iyice tahkîk ettin değil mi?” diyordu, işte onda gördüğüm bu hâl sebebiyle, büyüklüğünü ve üstünlüğünü kavradım. Onun, muhabbet ve üstünlüğünü kalbime yerleştirmesini Allahü teâlâdan istediğim yüksek velîlerden olduğunu böylece anlamış oldum.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 193
2) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 440