MUHAMMED BİN MUHAMMED BİN ABDÜRRAHMÂN

Tefsîr âlimi ve evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Muhammed bin Abdürrahmân bin Ahmed el-Bekrî’dir. Lakabı Alâüddîn olup, künyesi Ebü’l-Hasen’dir. 899 (m. 1493) senesinde Kâhire’de doğdu. 952 (m. 1545) senesinde Kâhire’de vefât etti.

Ebü’l-Hasen Muhammed, fıkıh ve diğer ilimleri; Kâdı Zekeriyyâ, Burhâneddîn bin Ebû Şerîf ve daha birçok âlimden öğrendi. Tasavvuf yolunu, Radıyyüddîn Gazzî, Âmiri ve Abdülkâdir Deştûtî’den öğrendi.

Abdülvehhâb-ı Şa’rânî, onun hakkında şöyle demektedir: “Ebü’l-Hasen Muhammed, fıkıh, tefsîr, hadîs ve diğer dînî ilimlerde çok yükseldi. Bir ilim dalında konuştuğu zaman, onun o ilimde derya gibi olduğu görülürdü. Bir kere onunla beraber hacca gitmiştim. Bu sırada onun ahlâkının çok yüksek olduğunu gördüm. Gizli ve açıktan çok sadaka verirdi. Büyük-küçük, herkes ona hürmet ederdi.”

Ebü’l-Hasen Muhammed, tasavvuf yolunda hâl ve ilim bakımından çok yüksekti. Allahü teâlâ, ona derin ilim ve ma’rifetler ihsân etmişti. Nûrânî yüzlü ve görünüşü heybetli idi. Büyük-küçük, herkesin hakkına riâyet ederdi.

Şöyle rivâyet edilir: Annesi ona hâmile iken, bir rü’yâ gördü. Sanki güneş ve ay şehâdet parmağında idi. Uyandıktan sonra rü’yâsını kocasına anlattı. Büyük âlim olan Muhammed bin Abdürrahmân şöyle dedi: “Doğacak olan oğlumuz, doğu ve batıyı ilim ile dolduracak.” Nitekim öyle oldu. İlimde ve tasavvuf yolunda yüksek derecelere kavuştu. Tatlı ve hoş sohbetinden dolayı, insanlar onun meclisine koştu. Allahü teâlâdan bahsedince, en katı kalbler bile yumuşardı. Onun meclisinde bulunanlar kendilerinden geçerdi. Ebû Bekr-i Sıddîk’ın (r.a.) soyundandır. Aynı zamanda soyu, Hazreti Hasen tarafından da Resûlullah (s.a.v.) efendimize varıyordu. Kerâmetlerinin ba’zıları şöyle anlatılır:

Mekke-i mükerremenin kadılarından birisi anlattı: “Bir kâfile ile beraber Medîne-i münevvereye gidiyordum. Kâfilede Ebü’l-Hasen Muhammed Bekrî de vardı. O, taht-ı revana binmiş olarak gidiyordu. Kalbimden, Ebü’l-Hasen Muhammed Bekrî’nin Medîne-i münevvere gibi mübârek bir şehre böyle taht-ı revanda gitmesinin hoş olmadığını geçirdim. Kendi kendime; “Onun gibi tasavvuf yolunda yüksek bir mertebeye kavuşmuş olan birinin, Resûl-i ekremin (s.a.v.) ziyâretine taht-ı revana binmiş olarak gitmemesi gerekir” dedim. Ben bu düşünceleri hatırımdan geçirip bitirmiştim ki, Ebü’l-Hasen Muhammed Bekrî, taht-ı revanın kapısını açıp, bana doğru bakarak selâm verdi ve şöyle dedi: “Taht-ı revana binmem gerekiyor. Çünkü özürüm var. Vallahi, eğer Resûlullah efendimizi (s.a.v.) yürüyerek ziyâret etmek mümkün olsaydı, hiçbir şeye binmeden yürüyerek ziyâretine giderdim. Eğer taht-ı revandan başkasına binmeye gücüm yetse idi, ona binerdim. Fakat, taht-ı revandan başkasına binmem mümkün olmadığı için taht-ı revana bindim.”

Muhammed Zafarî anlattı: “Birgün akşam namazından sonra, Ebü’l-Hasen’in huzûrunda bulunuyordum. Bir ara Ebü’l-Hasen Muhammed uyumaya başladı. O sırada hatırımdan; “Yatsı namazından önce nasıl uyuyor? Hâlbuki öyle uyumak iyi değildir” diye geçti. Vallahi bu düşünceler hatırıma gelir gelmez, Ebü’l-Hasen Muhammed gözlerini açıp; “Resûlullah efendimiz (s.a.v.) uyurlar, fakat kalbleri uyumazdı” dedi. Onun bu sözleri karşısında tüylerim diken diken oldu ve utandım.”

Ebü’l-Hasen Muhammed Bekrî’nin annesi sâliha bir hâtun idi. Hergün Allahü teâlâyı zikr ederdi. Oğlu Ebü’l-Hasen Muhammed’in doğumundan bir müddet geçmişti. Birgün annesi, Allahü teâlâyı zikri unutmuştu. O sırada Ebü’l-Hasen şehâdet parmağını kaldırarak, Allahü teâlânın zikrini annesine hatırlatmak için; “Allah, Allah, Allah” dedi. O sırada yakınlarında bulunan ve Ebü’l-Hasen’in konuştuğunu işiten bir kişi, çocuğun bu durumuna hayret ederek, kaç yaşında olduğunu sordu. Annesi oğlunun hâlini belirtmemek için, başka sözlerle durumu geçiştirdi.

Kendisi anlattı: Devası, çâresi olmıyan bir iş başıma geldiği zaman, Allahü teâlâya sığınırdım. Devletin ileri gelenleri, benim çok meşakkat içerisinde olduğum hâlde Harem-i şerîfe gitmeme, her sene orada üçbin dinara ulaşan masraf yapmama çok şaşarlardı. Hattâ bana; “Efendim! Hicaz’a ne kadar da çok gidiyorsunuz?” dediler. Ben de onlara şöyle dedim: “Siz memleket işleri ile alâkalı bir işiniz olduğu zaman ne yaparsınız?” Onlar; “Onu arz etmek için sultânın kapısına gideriz” dediler. Bunun üzerine ben de onlara; “İşte benim de hacetim, dileklerim olduğu zaman, Sultânın kapısına gidiyorum. Bu kapı Allahü teâlânın kapısıdır” dedim.

İbrâhim Ubeydî anlatır: Ebü’l-Hasen Bekrî’nin annesi Hadîce hanım, geceleri ibâdet edip, gündüzleri oruç tutan sâliha bir hanımefendi idi. Fakat oğlu Ebü’l-Hasen Bekrî’yi ba’zı husûslarda beğenmezdi ve onu kırardı. Bu durum bir müddet devam etti. Ebü’l-Hasen, bu duruma rağmen annesine hürmette kusur etmez, ona hürmet ve saygıda a’zami gayret gösterirdi. Ebü’l-Hasen Bekrî’nin annesi bir gece uyuyunca, rü’yâsında kendisinin Resûlullah efendimizin (s.a.v.) mescidine girdiğini gördü. Ravda-i mutahherada pekçok kandil vardı. Bunlardan bir tanesi hem parlak, hem de daha güzeldi. O büyük ve güzel kandilin kime âit olduğunu sorunca; “Oğlun Ebü’l-Hasen’e âittir” denildi. Sonra, Hücre-i Se’âdete gitti. Orada Resûli ekrem (s.a.v.) ile oğlunu gördü. Oğlu, uygun görmediği elbiselerle Resûlullahın (s.a.v.) yanında duruyordu. Kendi kendine; “Oğlumun, Resûlullahın (s.a.v.) huzûrlarında bu elbise ile bulunması hiç uygun değil” diyordu. Bu sırada Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Bu elbiseleri oğlunun giymesinde hiçbir mahzur yoktur” buyurdu. Bunun üzerine o; “Oğlumun bu hâlini kınadığım için tövbe ediyorum yâ Resûlallah!” dedi. O günden sonra annesi Ebü’l-Hasen’i hiç kınamadı.

Ebü’l-Hasen Bekrî, çok kıymetli eserler yazdı. Eserlerinden ba’zıları şunlardır: 1- Teshîl-üs-sebîl: Yazmadır Kur’ân-ı kerîm tefsîrine dâirdir. Buna Tefsîr-ül-Bekrî de denir. 2- Şerh-ül-lubâb lil-müzeccid, 3- Şerhu Minhâc-in Nebevî, 4- Tuhfetü vâhib-il-mevâhib fî beyân-il-makâmât vel-merâtıb: Tasavvuf ilmine dâir yazma bir eserdir. 5 Ed-dürret-ül-mükellile fî feth-i Mekket-il-mübeccele, 6- İkd-ül-cevâhir-ul-Behiyye: Resûlullah efendimize (s.a.v.) salevât-ı şerîfe okumaya dâirdir. 7- İrşâd-üz-zâirin li Habîbi Rabb-il-âlemin (s.a.v.), 8- Şerhu Ravdı İbn-i Mukrî, 9- Şerh-un-nefhat-ül-verdiyye.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 229

2) El-A’lam cild-7, sh. 57

3) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 292

4) El-Kevâkıb-üs-sâire cild-2, sh. 192

5) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 181