Rumeli evliyâsının büyüklerinden. Rumeli’nde Rusçuk yakınlarında Yergöğü kasabasında doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Annesi sâliha bir hanım olup, asrının Râbi’a’sı diye bilinirdi. Her ikisinin de birçok kerâmetleri görüldü. Mehmed Dede, 990 (m. 1582) senesinde vefât edip, Yergöğü kasabasında annesinin yanına defnedildi. Her ikisinin kabri de ziyâretgâh olup, onları vesile ederek yapılan duâların kabûl olduğu çok kere müşâhede edilmiştir.
Küçük yaşta ilim tahsili ile meşgûl olan Uryânî Dede, çeşitli dallarda ilim sahibi olduktan sonra, aşk-ı ilâhî’nin cezbesine kapılıp kendinden geçti. Dizkapağı ile göbeği arası hâriç, diğer taraflarına birşey giymez oldu. O şekilde etrâfta dolaşmaya başladı Mısır’a kadar gitti. Birkaç sene Kâhire çevresinde kalıp, sıkıntı ve riyâzetler çekti Vahşîlerle birlikte nice yıllar geçirdi. Yıllar sonra Kâhire’ye girdi. Gülşenî dergâhına vardı. O sırada İbrâhim Gülşenî hazretleri vefât etmiş, oğlu Emîr Ahmed Hayâlî onun yerine kalmıştı. Emîr Ahmed Hayalî, Uryânî Dede’yi görünce; “Hüner, insan olmaktır, hayvan gibi ot otlamak değildir” deyip, nasihatte bulundu. O da orada kalıp, Hayâlî’nin (r.a.) feyz ve himmetinden istifâde etti. Zâhir ve bâtın ilimlerinde kemâle geldi. Ahlâkı güzelleşti. İbâdet ve hâlleri düzeldi. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını, Resûl-i ekremin (s.a.v.) yolunu yaymak vazîfesi ile memleketine geri gönderildi. Yergöğü’nde ikâmet edip, İbrâhim Gülşenî hazretlerinin mesnevî tarzında yazdığı “Ma’nevî” adlı eserini okuyup açıkladı, insanlara nasihatlerde bulundu. 990 (m. 1582) senesinde Yergöğü’nde vefât edip, oraya defnedildi. “Yergöğü’nun kutbu vefât eyledi” şeklinde vefâtına târih düşürüldü.
Uryânî Dede, Yergöğü’nde birçok talebe yetiştirip, güzel nasihatleri, tatlı dil ve güleryüzü, güzel ahlâkı, faydalı ilmi ile insanlara doğru yolu gösterdi. Kendisinde görülen hâl ve kerâmetler, Allahü teâlânın izniyle birçok kimsenin sâlih müslüman olmakla şereflenmesine sebep oldu.
Talebelerinden olan, “Şah-ü-Gedâ” adlı eserin müellifi Taşlıcalı Yahyâ Bey, “Gülşen-i envâr” adlı manzûm eserinde, hocası Uryânî Dede için ayırdığı bölümde;
“Sâlik-i meczûbların yoldaşı, Başı kabak yalın ayaklar başı. Zâhirî virane ve uzletinde, Bâtınî ma’mûr Mehmed Dede.”
Kıt’ası ile söze başlayıp, şöyle anlatır: “Mehmed Dede, bizim vilâyetimizi şereflendirmişti. Yolda giderken karşılaştık. Elini göğsüme koydu. Beş parmağını kalbimin üstüne adetâ resmetti. Bir gece önce rü’yâmda beş Arabca beyit söylemiştim. Fakat hatarlayamıyordum. Mehmed Dede’nin elini göğsüme koymasıyla birlikte beyitleri hatırladım. Ondan aldığım bu feyz ve bereketle, daha birçok şiirler yazdım.
Taşlıcalı Yahyâ Bey, Mehmed Dede ile karşılaşmasını bir şiirinde şöyle anlatır:
Yergöğü’nün mühr-i bülendi ahteri,
Ya’nî Mehmed Dede hazretleri.
Nûr-i cemâliyle salıp cana tâb,
Girdi derihâneden ol âfitâb.
Nâzil olup rahmet-i Mevlâ gibi,
Verdi selâm ol şefkat sahibi.
Eyledi ben bendesine iltifât,
Lutfile sundu elime bir devât (divit).
Ya’nî ki ol rehrev-i mülk-i bekâ,
Onu hediye diye verdi bana.
Saf edince âyine-i rûşenim,
Hatırıma geldi ol lahza benim.
Bir gece evvelce görülmüş meğer,
Var idi. bir vâkıa-i pür-ı ber (ibret dolu).
Arza kılıp hazret-i pîrânî,
Söyledim ol vâkıa-i rûşenî.
Lutfile ol pîr-i bülend-i i’tibâr,
Eyledi ta’bîr abîrin-nisâr (anber saçan).
Dedi. yürü mezde-i himmet sana,
Nazımla tahrîre icâzet sana.
Bend olunup rüşte der faal,
Geldi o cem’iyyete çün inhilâl.
Çekti hemen şu’le-i şevkim ilim,
Kalıbıma sığmadı kalbim o dem.
Verdi gönül ahterine iştigâl,
Dembedem ol hâtıra-i bî-misâl.
Gönlüm açıldı nefes-i pîrden,
Bâd-ı sabâdan nitekim yasemin.
Oldu vekâlet dediği galiba,
Hidmet-i seccâde-i şer’i Hudâ
Dahî kefalet dediğinden murâd,
Hemdemim olan fukarâ-yı ibâd.
Kim beni etmişti Hudâ-yı celîl,
Vech-i maaşine okumak kefil.
Bildim onu herkese bi-irtiyâb,
Kendi, tarîkinden olur feth-i bâb.
Gâlib edip himmet-i merdânemi,
Etti kavî pençe-i şirânemi.
Kendim olup hüsrev âver-nazm,
Hamse içtin eyledim âhenin nazm.
Ni’met-i gaybiyyeye bismil-künân,
Hums-i mübârek diye sundum hemân.
Açıp eski yolu basdım kadem,
Köhne rakam üzre yürüttüm kalem.
Nev’î-zâde Atâî de bir hâtırasını şöyle nakleder:
“1020 (m. 1611) senesinde Rusçuk kadısı iken, Yergöğü kasabasına gittim. Uryânî Mehmed Dede’nin evlâtları ile görüştüm. Onların mütâlâa edip okuttukları “Mesnevî”yi gördüm. Her köşesinde acâib işâret ve rumuzlar vardı. Orada yazılanları ilm-i kaile (söz ilmi ile) anlamak mümkün değildi. Ancak hâl ilmine sahip olanlar bunun üstesinden gelebilirlerdi. Onun büyüklüğüne kanâat getirip, kabr-i şerîfini ziyâret etmekle şereflendim. Kabri açıktaydı. Sevenleri, kaç defa üstüne bir türbe yapalım diye niyetlendilerse, hepsinde de rü’yâlarında aldıkları işâretlerle vazgeçmişler. Kabr-i şerîflerini ziyâret ettiğimiz günün gecesinde, rü’yâ âleminde pek acâib şeyler gördüm.”
Mehmed Dede’yi sevenlerden Rusçuklu Murâd Beyzâde Mustafa Bey isminde ihtiyâr ve gâzî bir sipâhi, Mehmed Dede’den şöyle nakleder: “Riyâzetle meşgûl olduğum sırada, birgün bir başka âleme dalıp gittim. Önümde ucu-kıyısı belirsiz bir boşluk peyda oldu. Zemini baştanbaşa yemyeşil, ortasında bir nehir vardı. Adetâ Cennetten bir köşe idi. Bir müddet seyreyledim. Nehrin kenarında bir ev gördüm. Evi ayakta tutan direkler suyun içinde idi. Direklerden birinde bir adam ayaklarından asılmış, başı suyun üstünde “Su, su!” deyip bağırıyor, susuzluktan yandığını söylüyordu. Hâlbuki birkaç santim aşağısında sular akıp gidiyordu. Beni görünce; “Lütfeyle, benim derdime derman ol, susuzluktan canımın çıkmasına ramak kaldı. Ayağımı çözmek için uğraşma, hemen avucunla bir iki damla suyu dudağıma değdiriver” diye yalvardı. Ona şöyle bir bakınca, merhametimden acele ile koşup onu kurtarmak istedim. O sırada gâibden bir ses gelip: “Koşma! Ona yardımdan sakın” dedi. Etrâfa baktım kimseyi göremedim. Yalnızlıktan hâsıl olmuş vehimdir diye düşündüm. Yoluma devam ettim. Aynı ses, daha yüksek bir tonda aynı sözleri tekrarladı. Yine aldırmadım. Yine men edildim. Bu duruma çok üzülüp, o kimseye bu hâlin sebebini sordum. “Behey dertli kişi, sen ne bedbaht kimsesin ki, böyle tenhâ yerde sana Hızır erişmiş iken yardım etmek mümkün olmuyor? Muhakkak sen başka bir iş, Allahü teâlâ indinde affedilmeyen bir günah işlemiş olmalısın. Benden bunun sebebini gizleme. Başından geçen hâdiseyi anlat” dedim. Bu sözlerimi duyan adam, âh, vah edip iki gözünden yaşlar akarak; “Benim günahımla şeytanın günâhı aynı mertebededir. Bütün insanlar, ömür boyu nefslerine tâbi olup günah işleseler, benim günâhımın onda birine bile yetişemezler. Ben Resûlullahın (s.a.v.) mübârek Eshâbına (r.anhüm) dil uzatıp, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) mübârek torunu Hazreti Hüseyn’in Kerbelâ’da fecî şekilde şehâdetine rızâ gösteren bir kimse idim. Mahşere kadar bana böyle azap olunsa gerektir. Sen bana yaklaşma, yoluna git” deyip, hâline ağladı. Ben de istiğfar ve lâ havle okuyarak oradan uzaklaştım.”
Yine Mustafa Bey anlatır: “990 (m. 1582) senelerinde İran’a yapılacak bir sefere katılmak için gidecektim, İzin ve duâ alıp, veda etmek için Mehmed Dede’nin yanına vardım. Hayır duâlarını istirhâm edip, ellerini öptüm. Himmet edip nasihat buyurduktan sonra hitâb edip; “Mustafa Çelebi, sefere gidersen bir çift Macar bıçağını yanından ayırma, zor zamanda insana ondan üstün silâh olmaz” buyurdu. Emîrlerini yerine getirip, yola revân oldum. Günler sonra Demirkapı kalesine ulaştık. Orada iki sene kaldık. Birgün buğday tedâriki için kaleden dışarı çıkıp, bir köyde geceledik. Düşmandan ses seda olmadığı için, herbirimiz bir köşeye çekilmiş, silâhlardan uzaklaşmış, uyumakla meşgûl idik. Birden kapı kırılıp, içeriye bir İran askeri girdi. Hiç aman vermeyip üstüme saldırdı. Uyku mahmurluğu ile yerimden fırladım. Yanımda hiç silâh yoktu, ölümle aramda bir bıçak boşluğu kadar yer kalmıştı. O anda iki senedir Mehmed Dede’nin emriyle yanımdan hiç ayırmadığım bıçağım hatırıma geldi. Elime alıp, hasmımın boşluğunu bekledim. Allahü teâlânın takdîri ile, beni öldürmek için saldıran düşmanın kılıcı evin direğine denk gelip kırıldı. Benim bıçağım vazîfesini yaptı, adamın işini bitirdi. Mehmed Dede’nin kerâmeti zâhir oldu.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî) sh. 365