LÂMİÎ ÇELEBİ

Osmanlılar zamanında yetişmiş âlim ve evliyâdan. İsmi, Mahmûd bin Osman bin Ali en-Nakkâş bin İlyâs Lâmiî’dir. 877 (m. 1572)’de Bursa’da doğdu. Zamanının büyük âlimlerinden zâhirî ilimleri öğrendi. Tasavvufta Seyyid Emîr Ahmed Buhârî hazretlerine intisâb ederek, onun talebesi olmakla şereflendi. 938 (m. 1531)’de Bursa’da vefât etti.

Lâmiî Çelebi’nin babası Osman Çelebi, Sultan İkinci Bâyezîd’in hazîne defterdârı idi. Osman Çelebi’nin de babası Nakkaş Ali Paşa, devrinin en şöhretli san’atkârı idi. Tîmûr Hân onu Semerkand’a götürdü. Bir müddet orada kalan Ali Paşa, Bursa’ya döndüğünde, Yeşil Câmi ve Yeşil Türbe’nin iç nakışlarını yaparak büyük hizmetler yaptı. Lâmiî Çelebi’yi annesi Dilşâd Hâtun yetiştirdi. Lâmiî Çelebi, devrinin büyük âlimlerinden Molla Ehâveyn ve Molla Muhammed bin Hasen-zâde’den; tefsîr, hadîs, fıkıh ilimlerini öğrendi. Talebelik hayâtında tasavvufa karşı oldukça temayülü vardı. Bu sebeple Şâh-ı Nakşîbend Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin yolundaki evliyânın büyüklerinden İstanbul’da Seyyid Emîr Ahmed Çelebi’nin derslerine katılarak, ona talebe oldu. Tasavvuf yolunda, o büyük zâtın teveccühleri, feyz ve bereketleri ile olgunlaşıp, kâmil bir insan oldu.

Lâmiî Çelebi, Şeyh Rüstem Halîfe ile aralarında geçen bir hâtırasını şöyle anlattı: “Rüstem Halîfe, önceleri Zeyniyye tarîkatinde Hacı Halîfe’nin talebesi olmuş görünüyorsa da, davranışları, onun Üveysîlere benzediğini gösteriyordu. O sıralarda gözüme bir ağrı girmişti. Yaptırdığım tedâvilerden hiçbir fayda görememiştim. Rüstem Halîfe bana dedi ki: “Gençliğimde benim de gözüm ağrımıştı. Senin gibi çeşitli şeylere başvurmuştum. Fakat hiçbiri netice vermemişti. Birgün yolda giderken, karşıma biri çıktı. Daha birşey söylemeden bana dedi ki: “Evlâd! Gözlerinin ağrılarından kurtulmak istiyorsan, müekked sünnetlerin sonundaki rek’atlerde Mu’avvezeteyn’i (Felâk ve Nâs sûrelerini) oku. Allahü teâlânın izniyle şifâ bulursun.” Ben de onun dediği gibi hareket ettim. Hamdolsun ondan sonra gözlerim ağrımadı. Sizin de öyle yapmanızı tavsiye ederim.” Rüstem Halîfe’ye; “O yiğit kim idi?” diye sordum. Cevâbında; “Hızır aleyhisselâm idi” dedi. Ben de müekked sünnetlerin son rek’atlerinde Mu’avvezeteyn’i okudum. Rabbime sonsuz şükürler olsun, göz ağrılarından kurtuldum.”

Lâmiî Çelebi, 918 (m. 1512)’de dörtbin akçelik bir vakıf kurdu. 938 (m. 1531)’de Bursa’da vefât edince, dedesi Nakkaş Ali’nin yaptırdığı mescidin avlusuna defnedildi. Şu anda sâdece baş taşı kalan mezarında, girift sülüsle “El-merhûm Şeyh Lâmiî bin Osman” yazısı vardır. Büyük âlim Molla Abdürrahmân Câmî hazretlerinin “Şevâhid-ün-Nübüvve” ve “Nefehât-ül-üns”ünü tercüme ettiği için, “Câmî-i Rûm” diye şöhret bulmuş idi. “Nefehâf’ı tercüme ettikten sonra, ona ilâveler de yaparak eseri daha da genişletti. Daha sonra Fettâh Nişâbûrî’nin “Hüsn-i dil”ini tercüme edip, Yavuz Sultan Selîm’e takdim etti. Tercüme ettiği kitaplar pekçoktur. “Şeref-ül-insan” isimli eserinin mukaddimesinde, yazmış olduğu kitaplarını şöyle kaydeder: Resâil, Şevâhid-ün-Nübüvve, Nefehât-ül-üns tercümesi, Risâle-i tasavvuf, Hüsn-i dil, Münâzarât-i Behâr-ü-Şitâ, Şerh-i Dîbâce-i Gülistan, Münşeâtı Mekâtip, Hall-i muamma-i Mîr Hüseyn, Risâle-i arûz, Menâkıb-ı Üveys-i Karnî, İbretnâme, Risâle-i usûl minel-fünûn, Mevlid-ir-Resûl, Maktel-i İmâm Hüseyn, Şem’u Pervane, Güy-ü-Çevgân, Ferhatnâme, Kıssâ-ı evlâd-ı Câbir, Lügât-ı Manzûme, Risâle-i bal, Şehrengiz, Dîvân-ı eş’ar. Bu eserleri dışında, İstanbul kütüphânelerinin ba’zılarında da birkaç risalesine tesadüf edilmiştir. Bunlar; Üniversite Kütüphânesi Türkçe yazmalar kısmı 3182 numarada kayıtlı Risâle-i nefs-ül-emr ile, Ali Emîri Kütüphânesinde 380 numarada kayıtlı Külliyât’tır Bu Külliyât’ın içinde; Fedâil-i şiir ve şâirân, Hayretnâme, Heft peyker ve Hirednâme isimli risaleleri vardır.

Eserlerinin büyük bir kısmı tasavvuf ile ilgilidir. Mevlânâ Câmî hazretlerinin Nefehât-ül-üns min Hadarât-il-kuds’ünü Türkçeye çevirip, Fütûh-ül-mücâhidîn li tervîhi kulûb-il-müşâhidîn ismini vermiştir. Şu beyt, şiirleri cümlesindendir:

Çağrışur gökte melekler âh-ü-zârımdan, meded!
Odlara bandım, bu âh, pür şirârımdan, meded!

Senin gitmez başından bu havalar,
Dimağın cümle toprak olmayınca.

Bu sergerdanlığın pâyânı yoktur.
Vücûdun serteser hâk olmayınca.

Lâmiî Çelebi’nin, Sultan Selim Hân için yazdığı bir şiir de şöyledir:

Çünki, destin ebrdir, hasmın niçindir eşkbâr?
Çünki deryadır dilin, âlem neden pür macera?

Kapına yüz sürdüğüyçün buldu bu kadri güneş,
Ey güneş hoş südde-i âliye ettin iltica.

Feyz-i ihsânın eder dürrü sadef içre yetîm,
Neşr-i lütfun gülşen-i bî berki eyler pür neva.

Sâye-i adlinde âlem rahat, illâ sim-ü-zer,
Dest-i lütfundan perişan olmuş eyler iştika.

Sen Muhammed âyetü Haydar dili medhedemez,
Lâmiî, Selmân değil, Hassan olursa Husrevâ.

Nûra garkettikçe dehri mihr-ü-meh şâm-ü-seher,
Tal’atın âyînesinden âlem olsun rûşenâ.

Lâmiî Çelebi’nin Osmanlıcaya tercüme ettiği Nefehât-ül-üns’de buyuruluyor ki:

“Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) peygamberliğine müjde olan alâmetlerden ba’zıları şöyledir:

Ka’b-ül-Ahbâr (r.a.) rivâyet etti: “Buhtunnasr, Benî-İsrâil’i katl ve esîr ettikten sonra, korkulu bir rü’yâ gördü. Fakat rü’yâsını unuttu. Bütün kâhinlerini, sihirbazlarını toplayarak, rü’yâsını ve ta’birini sordu. Onlar; “Rü’yâyı söylersen ta’bir ederiz” dediler. Buhtunnasr onlara kızarak; “Ben sizi böyle günler için saklıyorum. Üç gün içinde rü’yâmı bilip ta’birini yapmazsanız, hepinizi öldürürüm” diye tehdit etti. Bu haber halk arasına yayıldı. O sırada Danyal aleyhisselâm hapsedilmişti. Bu hâdiseyi o da işitmişti. Zindancı başına; “Beni Buhtunnasr’a götürebilirsen rü’yâsını ta’bir ederim” buyurdu. Bunu Buhtunnasr’a söylediler, o da kabûl etti. Danyal aleyhisselâm, Buhtunnasr’ın yanına girince secde etmedi. Onların âdetine göre, Buhtunnasr’ın yanına giren, önce ona secde ederdi. Buhtunnasr; “İçeride kim varsa dışarı çıksın” dedi. Sonra Danyal aleyhisselâma; “Niçin secde etmedin?” diye sordu. Danyal aleyhisselâm; “Benim Rabbim, başkasına secde etmemek şartıyla bana rü’yâ ta’birini öğretti” buyurdu. Bu sözü inceden inceye düşünen Buhtunnasr; “Rabbinin ahdine vefa ettiğin için sana i’timâd ederim. O hâlde gördüğüm rü’yâyı ve ta’birini söyle” dedi.

Danyal aleyhisselâm; “Rü’yânda bir put gördün, Üst kısmı altından, ortası gümüşten, uçları bakırdan, topukları demirden, ayakları kerpiçten idi. Bu puta hayran hayran bakarken, gökten, putun başına büyük bir taş düştü. Putu un gibi toz hâline getirdi. Altın, gümüş, bakır, demir ve kerpiç birbirinden ayrılmayacak hâlde karıştı Bir rüzgâr esse, ortada birşey kalmayacaktı. Sonra gökten inen taş, büyüdü, büyüdü, öyle oldu ki, yerde ve gökte o taştan başka birşey görünmez oldu.” Buhtunnasr; “Doğru söyledin. Şimdi de ta’birini yap” dedi. Danyal aleyhisselâm da; “Gördüğün put, çeşitli ümmetlerdir. Altın, senin içinde bulunduğun ümmettir. Gümüş, senden sonra oğlunun hâkim olacağı ümmettir. Bakır, Rûmlardır. Demir Acemlerdir. Kerpiç, Rumlara ve Acemlere hükümdâr olan iki kadındır. Gökten inen taş ise, âhır zamanda Arablardan bir Peygamberin getirdiği, bütün dinlerin hükümlerini yürürlükten kaldıran ve bütün dünyâya yayılan bir dîndir” buyurdu.

Cübeyr bin Mut’im (r.a.) anlattı: “Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Peygamberliğini ilân edince, Kureyşliler O’na çok eziyet etmeğe başladılar. Öyle ki, Peygamber efendimizi (s.a.v.) helak edecekler sandım. Birgün Şam’a doğru yola çıkmıştım. Bir kiliseye uğradım. Rahip, oradakilere emretti. beni üç gün misâfir ettiler. Üç gün sonra gitmeyince, rahip beni yanına çağırdı. Bana; “Mekke’de peygamberliğini iddia eden şahsı tanıyor musun?” diye sordu. Ben de; “Elbette tanırım” dedim. Rahip, benim elimden tutarak bir odaya götürdü. Orada pekçok insan sûretleri vardı. Hepsinin sûretlerini gösterdikten sonra; “Bunların içinde o Peygamberin sûreti var mıdır?” diye sordu. “Hayır” deyince, beni daha büyük bir odaya götürdü.

Orada daha fazla resim vardı. “Burada mutlaka olması lâzım” dedi. Hepsine baktım; Peygamber efendimizin (s.a.v.) ve Ebû Bekr-i Sıddîk’ın (r.a.) resimleri vardı. Rahip; “Gördün mü?” diye sorunca; “Evet” dedim. Fakat resmi onun göstermesini istiyordum. Parmağıyla işâret ederek; “Bu sizin Peygamberinizin, yanındaki halîfesinin resmidir” dedi. Ben, dünyâda aslına bu kadar benziyen bir resim görmemiştim. Rahip dedi ki: “Sen O’nun öldürüleceğinden korkuyorsun değil mi?” Ben de; “Evet, belki de öldürmüşlerdir” dedim. Bunun üzerine rahip; “Allahü teâlâ, O’nu düşmanlarına galip getirecektir. O’nu hiçkimse öldüremeyip, O, düşmanlarını öldürecektir. Hiç korkma” dedi. Bunun üzerine çok ferahladım.”

Hişâm bin el-Âs (r.a.) anlattı: “Ebû Bekr (r.a.), beni bir arkadaş ile, Rûm İmparatoru Herakl’e gönderdi. Onu İslama da’vet edecektik. Giderken Herakl’in vâlilerinden Cebele-i Gassânî’nin bulunduğu Gavta’ya geldik. Gavta, Suriye’de suyu ve ağacı bol, iklimi hoş olan bir yerdi. Cebele ile görüşmek istediğimizi söyledik, önce bizi kabûl etmedi. “Ne söyliyeceklerse söylesinler” demiş. Biz de gelen kimseye; “Söyliyeceklerimizi bizzat kendisine söylemek için geldik. Sana söylemeyiz” dedik. Mecbûr kalarak bizi vâliye götürdüler. Cebele; “Niçin geldiniz? Ne söyliyeceksiniz?” dedi. Biz de; “Sizi İslama da’vet için geldik” dedik. Cebele, üzerindeki siyah elbiselerini göstererek; “Sizi Şam’dan çıkarıncaya kadar bu elbiseleri üzerimden çıkamayacağıma and içtim” dedi. Biz; “Bu toprakların elimize geçeceğini Peygamber efendimiz (s.a.v.) bize haber verdi” dedik. Bunun üzerine Cebele; “Bu toprakları, elimizden ancak oruç tutan bir kavim alabilir” dedi ve bize oruçtan sordu. Biz de oruç ile ilgili Allahü teâlânın emirlerini anlatınca, yüzü simsiyah oldu ve yanımıza bir adam katıp Herakl’e gönderdi.

Rûm İmparatoru’nun şehrine yaklaşınca, yanımızdaki adam bize; “Bu develerle şehre girmenize izin vermezler. Size başka binekler verelim de öyle giriniz” dedi. Biz; “Kendi bineklerimizden başka bir hayvana binmeyiz” diye cevap verdik. Durumu Herakl’e bildirdiler. O da kabûl etmiş. Develerimiz ve kılıçlarımızla şehre girdik. Saraya geldiğimizde, Herakl balkondan bize bakıyordu. Yüklerimizi indirdikten sonra; “La ilahe illallahü vallâhü ekber” dedik. O ânda balkon sallandı. Herakl hemen içeri girip, bize bir adam gönderdi. “Sakın dinlerini açıklamasınlar” demiş ve bizi yanına da’vet etmiş. Biz saraya girdik. Herakl’in tahtına doğru ilerledik. Elbisesi ve odadaki bütün eşyalar kırmızı idi. Etrâfında patrikleri sıralanmış, bize pürdikkat bakıyorlardı. Herakl’e yaklaştık ve mektûbu teslim ettik. Herakl bize; “Niçin birbirinize verdiğiniz selâm gibi bize selâm vermediniz?” dedi. Biz de; “Biz birbirimize verdiğimiz selâmı size vermeyiz. Sizin birbirinize verdiğiniz selâmı da biz söylemeyiz” dedik. Herakl; “Birbirinize verdiğiniz selâm nedir?” diye sordu. “(Esselâmü aleyküm) dür” dedik. Herakl; “Büyüklerinize nasıl selâm verirsiniz?” dedi. “Aynı sözle” diye cevap verdik. “Peki, büyükleriniz size nasıl cevap verir?” diye sorunca da; “Yine aynı sözle” dedik. Herakl; “Sizin en büyük sözünüz nedir? diye sordu. Biz de; “La ilahe illallahü vallâhü ekber” dedik. O ânda yine saray sallanmağa başladı ve durdu. Oradakiler şaşırdılar. Herakl tekrar sordu: “Büyüklerinizin yanında bu sözü söyleyince böyle sallanma olur mu?” Biz; “Hayır olmaz. Böyle birşeyi biz de burada görüyoruz” diye cevapladık. Herakl; “Ben isterdim ki, her söylediğiniz yerde böyle sallanma olsun!” Biz; “Niçin böyle isterdiniz?” diye sorunca, “Çünkü o zaman bu sallanma Peygamberlik alâmetlerinden olmaz, sihir olurdu” dedi. Ba’zı sorular daha sordu, onları da cevapladık. Namaz ve abdestten sordu. Onları anlattıktan sonra, istirahat etmek üzere bizi odalanmıza gönderdi. Üç gün orada misâfir olduktan sonra, bir akşam Herakl bizi çağırmış. Gittik, evvelki sordukları soruları tekrar sordu. Aynı cevapları verdik. Adamlarına emretti. bir sandık getirdiler. Sandığın içinde eskimiş pekçok küçük gözler, herbirinin kapağı ve üzerinde kilidi vardı. Bir kilit açtı ve içinden siyah renkli bir ipek parçası çıkardı. Bu ipeğin üzerinde, kırmızı yüzlü ve büyük gözlü, güleryüzlü, uzun boylu, siyah elbiseli ve sakalsız bir insan resmi bulunuyordu. Herakl? “Bunu tanıdınız mı?” diye sordu. “Hayır, tanıyâmadık” dedik. “Bu, Âdem aleyhisselâmdır” dedi. Bir kilit daha açtı ve içinden ipek üzerine yapılmış bir resim çıkardı. Beyaz yüzlü, kıvırcık saçlı, büyük başlı, güzel sakallı bir insan resmi vardı. Herakl; “Bu resimdekini tanıyor musunuz?” dedi. “Hayır” dedik. “Bu, Nûh aleyhisselâmdır” dedi. Bir göz daha açtı, bir ipek çıkardı. Üzerinde çok beyaz açık alındı, güzel gözlü, ak sakallı, sanki hayatta imiş de tebessüm ediyor gibi bir resim vardı. “Bunu tanıdınız mı?” diye sordu. “Hayır” dedik. “Bu, İbrâhim aleyhisselâmdır” dedi. Bir göz daha açtı. Bir ipek çıkardı. Üzerinde beyaz benizli bir insan resmi bulunuyordu. “Bunu tanıdınız mı?” dedi. Biz heyecanla yemîn ederek; “Bu, sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmdır. Sanki O’nu görüyoruz” deyip ağlaştık. Herakl; “Bu, Allah hakkı için sizin Peygamberinizdir ve bu bölüm, sandığın son gözüdür. Sizin ne yapacağınızı merak ettiğim için acele ettim” dedi ve sandığın diğer gözlerini teker teker açarak, diğer Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) resimlerini gösterdi. En sonda da, siyah sakallı, güzel yüzlü bir yiğit resmi çıkardı. “Bunu tanıdınız mı?” dedi. “Hayır” dedik. “Bu, Îsâ aleyhisselâmdır” dedi.” Biz; “Bu resimleri nereden buldunuz?” diye sorduk.

Herakl; “Âdem aleyhisselâm, Allahü teâlâdan, evlâdından ne kadar peygamber gönderecekse hepsinin resimlerini görmek isteğinde bulundu. Allahü teâlâ da gönderdi. Bu sandık, Âdem aleyhisselâmın hazînesinde idi. Zülkarneyn, o resimleri garb tarafında bir yerde buldu. Danyal aleyhisselâma verdi. Danyal aleyhisselâm, o resimleri ipek parçalarına geçirdi” dedi. Sonra; “Mülkümden çıkıp, ölünceye kadar size kölelik yapmak isterdim” dedi. Sonra bize pekçok hediyeler vererek gönderdi. Oradan çıktık, günlerce yol aldıktan sonra ülkemize geldik. Emîr-el-mü’minîn Ebû Bekr’in (r.a.) huzûruna geldik. Olanları anlattık. Ağlayarak buyurdular ki: “Eğer Allahü teâlâ ona hayır iyilik ihsân etse idi, elbette dediğini yapardı.” Sonra Resûlullahın (s.a.v.); “Hıristiyan ve yahudiler benim sıfatlarımı Tevrât ve İncîl’de okurlar” buyurduklarını söyledi.”

Ka’b-ül-Ahbâr (r.a.) anlattı: “Babam bana, Tevrat’ın bir bölümü hâricinde her tarafını okuttu. O bölümü sandığa koyup, üzerini de kilitledi. Babam öldükten sonra, sandığı açtım ve okudum. Orada; “Âhır zamanda bir peygamber gelecektir. Elini ayağını yıkar, beline izâr bağlar. Mekke’de doğup Medine’ye hicret eder. Ümmeti her hâlde Allahü teâlâya hamd eder. Yüksek yerlerde tekbîr getirirler. Kıyâmet günü abdest a’zâları nurludur” yazılıydı.”

Abdullah bin Ömer (r.anhümâ) rivâyet etti: “Emîr-el-mü’minîn Ömer (r.a.), Kadsiye’de bulunan Sa’d bin Ebî Vakkâs’a bir mektûp yazdı. Hazret-i Mü’âviye’nin oğlu Nadle’yi (r.anhümâ) Irak’da Halvan’a göndermesini istedi. Sa’d, Nadle’yi (r.a.) Halvan’a göndererek emri yerine getirdi. Nadle, Halvan’ı İslâm topraklarına kattı, sayısız esîr ve ganîmet ele geçirdi. İkindi vaktinde bir dağın eteklerine inip, orada ezân-ı Muhammedî okumağa başladı. “Allahü Ekber” deyince, dağdan; “Tekbîrin büyük olsun yâ Nadle!” diye bir ses geldi. “Eşhedü en lâ ilahe illallah” deyince; “İhlâsı söyledin yâ Nadle!’ diye, yine bir ses geldi. “Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” deyince; “O kimseyi ve O’nun dînini bana Îsâ aleyhisselâm müjdeledi, o dîn, O’nun ümmetinde kıyâmete kadar bakî kalır” diye dağdan bir ses geldi. “Hayye alessalâh” deyince; “Devamlı namaz kılana’ ve câmiye gidene müjdeler olsun!” diye ses geldi. “Hayye alelfelâh” deyince; “İhlâsın hepsini tamamladın yâ Nadle!” diyerek bir ses daha geldi. Ezân-ı Muhammedî bitince; “Ey dağın içindeki! Allahü teâlâ sana rahmet eylesin, sen kimsin? sesini duyuyoruz, fakat kendini göremiyoruz. Biz Allahü teâlânın kulları ve Resûlünün ümmetiyiz. Ömer İbn-i Hattâb’ın da cemâatiyiz” dedik. Dağ yarıldı, içinden büyük başlı, uzun saçlı, ak sakallı, üzerine yünden eski iki kaftan giymiş birisi çıktı. Selâm verdi. Selâmını aldık. “Ben Zerib bin Yûşeli’yim. Îsâ aleyhisselâm benim, kendisinin yeryüzüne inip, hınzırları kesip, putları kırıp, hıristiyanların iftirasından kurtuluncaya kadar bu dağda yaşamam için duâ buyurdu. Muhammed aleyhisselâm ile görüşemedim. Hazret-i Ömer’e selâmımı söyleyin ve ona; “Yâ Ömer! Doğruluktan ayrılma, tatlı sözlü ol, kıyâmet yaklaşmaktadır” deyiniz diyerek kayboldu. Nadle, bu hâli Sa’d bin Ebî Vakkâs’a, o da hazret-i Ömer’e yazdı. Ömer-ül-Fârûk (r.a.) Sa’d’a bir mektûp yazarak; “Yanına Muhacirin ve Ensârdan ne kadar bulursan al. O dağa gidip selâmımı söyle! Çünkü Resûlullah efendimiz (s.a.v.) bana Îsâ aleyhisselâmın vasilerinden ba’zılarının o dağda yaşadıklarını buyurmuştu” dedi.

Sevgili Peygamberimize (s.a.v.) muhalefet edenlerin, sünnet-i şerîfine karşı edebsizlikte bulunanların uğradıkları felâketler ve cezalar da Resûlullahın mu’cizelerinden sayılır. Bunlardan ba’zıları aşağıdadır.

“Resûlullah efendimizin (s.a.v.) zamanında bir hıristiyan vardı. Müslüman oldu. Bekâra ve Âl-i İmrân sûrelerini okudu. Vahy kâtipliği yaptı. Daha sonra dinden çıkıp mürted oldu. Tekrar hıristiyanlığa geçti, önüne gelene İslâmiyeti kötüler, Peygamber efendimize (s.a.v.) iftiralar ederdi. Öyle ki, “Muhammed, benim yazdığım şeylerden başka birşey bilmez” demeğe başladı. Kısa bir zaman geçmişti ki, korkunç bir ölümle dünyâdan göçtü. Kabrini kazıp defnettiler. Sabahleyin pis cesedini kabirden dışarı atılmış buldular. Bunu müslümanlar yapmıştır diye tekrar kabre koydular. Ertesi gün yine dışarı atılmış buldular. Tekrar koydular, ertesi gün yine kabirden dışarı atıldığını gördüler. Artık bunun bir insan işi olmadığını anladılar, öylece bırakıp gittiler.”

Münâfıklardan biri, Resûlullahın (s.a.v.); “Melekler, ilim öğrenenler için kanatlarını yere döşerler” buyurduğunu işitti. O münâfık; “Ben o meleklerin kanatlarını kıracağım” diyerek, ayakkabılarının altlarına çiviler çaktırıp, Enes bin Mâlik’in (r.a.) ilim öğrettiği yere doğru gitti. Yolda ayaklarını yere vurarak; “Meleklerin kanatlarını kırıyorum” diyordu. Aniden ayağı birbirine dolaşıp düştü ve ayağa kalkamadı. Evine kucaklıyarak götürdüler. Ayaklarına çok şiddetli bir ağrı saplandı. Doktorlar ne kadar uğraştılarsa da ağrıyı dindiremediler. Her geçen saniye daha da çoğalıyordu.

Çaresizlikten iki ayağını da kestiler. Kötürüm kaldı. Hâlbuki önceleri ceylan gibi hızlı koşardı. Kısa bir müddet sonra da öldü.”

İbn-i Mende-i İsfehânî anlattı: “Şam’a hadîs âlimlerinden birinin yanına hadîs-i şerîf öğrenmek için gitmiştim, önünde bir perde vardı. Perdenin ön tarafına oturdum. Perde arkasından hadîs-i şerîf okumağa başladı. Kendi kendime; “Acaba niçin önüne perde tutuyor?” diyordum. Bir müddet sonra hadîs-i şerîf okuması bitti. Bana; “Ey Ebâ Abdullah! Benim perde arkasında oturmamın sebebini biliyor musun?” dedi. Hayır” dedim. “Sen ilim ehlisin ve hadîs-i şerîf ile meşgûl oluyorsun. Sana anlatayım ki, benim hâlime düşmeyesin. Birgün hocalarımdan birinin huzûrunda hadîs-i şerîf dinliyordum. Resûlullah efendimizin (s.a.v.); “Başını İmâmdan evvel kaldıran kimse, başının merkep başına çevrileceğinden korkmaz mı?” buyurduğunu söyledi. Bu hadîs-i şerîfi, çeşitli yollardan da rivâyet etti. İçimde şekavetten olacak ki, bu nasıl olur? diye bir şüphe uyandı. O gece uyudum, sabahleyin başım merkebin başına döndürülmüştü. Bunun için ilim meclislerinden uzak kaldım, ilim talebesi yanıma geldiğinde, onunla böyle perde arkasından konuşabiliyorum. Senin ilim ve dindeki dereceni bildiğim için sana bu sırrı açıklıyorum. Yalnız, ben hayatta olduğum müddet içinde kimseye söyleme, öldükten sonra söyle ki, ibret alsınlar da, hadîs-i şerîf dinlerken edebde kusur etmesinler ve şüphede bulunmasınlar” dedi. Ben de; “Bu durumu siz hayatta olduğunuz müddet içinde hiç kimseye söylemiyeceğime Allahü teâlâya söz verdim” dedim. Bunun üzerine perdeyi kaldırdı, kendini bana gösterdi. Vücûdu insan, başı merkep kafası gibi idi. Bu durumu, o hayatta iken hiç kimseye söylemedim. Herşeyin doğrusunu ancak Allahü teâlâ bilir.”

İmâm-ı Müstagfirî, Selef-i sâlihînden birinden rivâyet etti: “Sefere çıkmış idim. Bir yerde cenâze defni için uğraşıyorlardı. Yardım ederim diye yanlarına gittim. O sırada, saçı sakalı ağarmış, güzel kokulu bir ihtiyâr geldi. “Bu cenâze kimindir?” diye sordu. “Bu bir müslümandır” dediler. “Bunun yakını var mıdır?” diye sordu. Oradakiler, birisini göstererek; “Bu, bu cenâzenin kölesidir” dediler, ihtiyâr köleye; “Senin efendin, hiçbir kavme reîs olmuş mudur? Veya sultânın yaptığı bir işi yapmış mıdır?” diye sordu. Köle; “Benim efendim, ganîmet mallara ihânet ederdi” deyince, ihtiyâr kimse; “Bunun namazını kılmayınız” dedi ve oradan ayrıldı. Biz meyyiti kabre defnettikten sonra, köle; “Eyvah! Kazmayı kabirde unuttum. “Kazma da emânet idi. Mutlaka sahibine vermem lâzım” diyerek kabri açmaya başladı. Kabir açıldığında, o şahsın oturmuş, kazmanın demirinin yılan gibi boynuna dolanmış, sapından da tutmuş olduğunu gördük. Onu öylece bırakıp, kazmanın sahibine haber verdiler. Geldi aynı vaziyeti o da gördü ve kazmayı almaktan vazgeçti.”

İmâm-ı Müstagfirî, Selef-i sâlihînden birisinden rivâyet etti: “Annem ve babam kabir azâbına inanmazlardı. Onlarla çok münâzaralar edilip, hak olan anlatıldı ise de, yine de kabûl etmediler. Bir gece babam beni yanına çağırıp lâmbayı yaktırdı. Büyük bir ızdırap içinde ayağını gösterdi. Ayağı yanmıştı ve yer yer de kabarmıştı. Bana şöyle anlattı: “Rü’yâmda bir mezarlığa girdim. Yürürken ayağım bir kabrin içine geçti. Meğer mezarın içindeki günahkâr bir kimse imiş ve kabrinde ateş varmış. Ayağım o ateşe girince yandı. Bu gördüğün yanık, biraz önce gördüğüm rü’yâdaki yanıktır” dedi. Bundan sonra kabir azâbına îmân etti.”

Halîfe Mütevekkil, birgün yardımcıları ve devletin ileri gelenleriyle oturuyordu. Birdenbire gülmeğe başladı. Yüzüne hayretle bakanlara; “Niçin güldüğümü sormayacak mısınız?” dedi. Onlar da; “Allahü teâlâ seni sevindirsin. Niçin güldüğünüzü anlatır mısınız?” dediler. Vâsık ve İbni Dâvûd da orada idi. Mütevekkil; “Kur’ân-ı kerîmin mahlûk olması hakkında çok düşündüm. Bu husûsa ihtimâm göstererek halkı bu fikre da’vet ettim. Bir kısmı malıma ve mevkîme tama’ edip kabûl ettiler. Bir kısmı da, hapse atmak ve işkence etmekle dahî kabûl etmediler. Bu iki grubun hâlini görünce, kalbime bir şüphe düştü. Bu i’tikâdın yanlış olduğunu anladığım için terk etmek istiyorum” dedim. Kur’ân-ı kerîme mahlûk diyen İbn-i Dâvûd; “Ey emîr-el-mü’minîn! Ortaya çıkararak herkese kabûl ettirmeye çalıştığın bu mes’eleyi söndürmek mi istiyorsun? Senden evvelkilerin yapamadığını sen yaptın. Allah, bu mes’ele üzerinde durduğun için sana hayırlı karşılıklar versin” dedi. Vâsık da; “Haydi geliniz, Kur’ân-ı kerîmin mahlûk olduğuna yemîn edelim” dedi. İbn-i Dâvûd; “Eğer Kur’ân-ı kerîm mahlûk değilse felç olayım” dedi. Vâsık; “Eğer Kur’ân-ı kerîm mahlûk değilse, dünyâda yanayım” dedi. Birisi; “Benim de vücûduma demir çiviler batsın” dedi. Biri; “Vücûduma kötü bir koku gelsin, başkası yanımda duramasın” dedi. Biri; “Allahü teâlâ beni dar bir yerde öldürsün” dedi. Başka biri; “Kur’ân-ı kerîm mahlûk değilse, Allah beni suda boğarak öldürsün” dedi.

Allahü teâlâ ile ahd edenlerin herbiri söyledikleri gibi oldular. İbn-i Dâvûd felç oldu. Birinin vücûdunu çivilediler. Biri ölüm hastalığında terledi. Bu ter öyle fenâ koktu ki, hiç kimse yanına yaklaşamadı. Her ne kadar güzel kokulu buhur yaktılarsa da hiç faydası olmadı. Birisine yarım metre yüksekliğinde daracık bir yer yaptılar, onun içinde öldü. Biri Dicle nehrine düşerek boğuldu. Vâsık hastalandı, ağrıları şiddetlendi. Doktorlar; “Zeytin ağaçlarını bir tandırda o kadar çok yakmalı ki, tandırın duvarları akkor hâline gelmeli. Tandırı boşaltıp, içine kepek doldurmalı. Vâsık bu kepeklerin üzerinde üç saat yatmalı ki, ağrıları dursun. Sonra tandırdan çıkartmalı. O zaman dışarının havası onun ağrılarını arttıracaktır ve tandıra tekrar girmeyi isteyecektir. Tandıra koymazlarsa ölebilir” dediler. Akrabaları bu denilenleri yaptılar. Vâsık’ı tandırda üç saat beklettikten sonra, yanacak diye korktukları için dışarı çıkardılar. Derisi yer yer yanmış idi. Dışarı çıkarılan Vâsık, havanın değişikliğinden sığır gibi bağırarak; “Beni tandıra sokun. Burada durmak yanmaktan daha zor” dedi. Akrabaları feryadına dayanamayıp tekrar tandıra attılar. Orada sesini kesti. Vücûdunun yanan yerlerinden sular çıkmağa başladı. Derisi kömür hâline geldiğinde tekrar dışarı çıkardılar. Burada inleyerek can verdi. Böylece Allahü teâlâ, onlara yemînlerine uygun muâmelede bulundu. Kur’ân-ı kerîme mahlûk demenin cezasını daha dünyâda iken çekmiş oldular.”

Biliniz ki, dîne karşı çıkanların, beğenmiyenlerin, küçük görenlerin uğradığı cezalar ve felâketler, yazmakla, söylemekle bitmez. Her vakitte, her memlekette, dînin emirlerinden dışarı çıkanlar, dinde reform yapıp bozmak isteyenler olmuştur. Bunlar âhırette uğrayacakları azaplardan başka, dünyâda da cezâlarını çekmişler ve çekeceklerdir, îmânın nûruyla aydınlanmış bir kimse, biraz düşünürse, ibâdet yapmak ile günah işlemek arasındaki büyük farkı görür. Çünkü ibâdetlerin neticesi zevk, huzûr, iyi ahlâk ve beğenilen işlerdir. Günahların neticesi de üzüntü, hüsran, huzûrsuzluk, kötü ahlâk ve fenâ işlerdir. İbâdetin, iyi işlerin karşılığı sevâb kazanmaktır. Günahların karşılığı da azap çekmektir.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 431

2) Sehî Beğ Tezkiresi sh. 50

3) Tezkiret-üş-şu’arâ cild-2, sh. 830

4) Latifi Tezkiresi sh. 293

5) Sicilli Osmânî cild-4, sh. 86

6) Kâmûs-ül-a’lâm cild-5, sh. 3973

7) Rehber Ansiklopedisi cild-11, sh. 35-36