KARA DÂVÛD BİN KEMÂL

Kânunî Sultan Süleymân Hân devrinde yetişen Osmanlı âlimlerinden. İsmi Muhammed bin Kemâl İzmitî’dir. Halk arasındaki ismi Kara Dâvûd’tur. Doğum târihi bilinmemektedir, İzmitlidir. 948 (m. 1541) senesinde Bursa’da vefât etti. Yıldırım Bâyezîd semtinde yaptırdığı câminin bahçesine defnedildi.

Kara Dâvûd, İzmit Medresesi’nde; Mevlânâ Lütfî ve Müeyyed-zâde gibi birçok âlimden ilim tahsil etti. İlim tahsilini tamamladıktan sonra, Bursa’daki Kâsım Paşa Medresesi’ne müderris olarak ta’yin edildi. Sonra Trabzon Medresesi’nde görevlendirildi. Bu medresede ilk dersi Kara Dâvûd bin Kemâl verdi. Buradan Edirne’deki Üçşerefeli Medrese’ye daha sonra da İstanbul’daki Sahn-ı semân medreselerinden birisine müderris olarak ta’yin edildi 922 (m. 1516) senesinde Bursa kadısı oldu. Bu görevden emekliye ayrıldı. Bir süre sonra tekrar bu göreve getirildi Daha sonra kendi arzusu ile emekliye ayrıldı. Çok ihsân sahibi olup, kul haklarına çok dikkat ederdi. Hakkı söylemekten çekinmezdi. Fâzıl, kâmil ve ârif bir zât idi.

Çeşitli konulara dâir birçok eser yazdı. Bu eserlerden ba’zıları Bunlardır: 1-Şerhu Kasîde-i Nûniyye, 2-Hâşiye-i alet-tasavvurât, 3-Hâşiye-i alet-tasdîkât, 4-Hâşiye-i Şerh-i Metali’, 5-Hâşiye-i alâ Şerh-i Şemsiyye, 6-Telhîs-i takrîr-i Kavânin, 7-Hâşiye-i alet-Tehzîb, 8-Şerh-i Delâil-i Hayrat: Bu eser Kara Dâvûd ismi ile meşhûrdur. Muhammed Cezûlî’nin yazmış olduğu Delâil-i Hayrat adlı eserin şerhidir. Kara Dâvûd bin Kemâl, bu eseri şerh ederken, İslâm târihi ile ilgili birçok husûsları da yazmıştır. Bu eserden ba’zı bölümler:

Şeyh Ebû Hafs Amr bin Ebî Hasen Nişâbûrî, bir eserinde şöyle anlattı: “Resûlullah efendimiz (s.a.v.), gazâdan dönerken bir yerde konaklamışlardı. Eshâb-ı Kirâmdan Hâlid bin Velîd (r.a.), bir haceti için ordugâhtan ayrıldı. O, ordugâha gelmeden önce, Resûl-i ekrem ve Eshâb-ı Kirâm oradan ayrıldılar. Hâlid bin Velîd (r.a.) geri dönünce İslâm ordusunu bulamadı. Ordunun ne tarafa gittiğini görmek için yüksekçe bir dağın tepesine çıktı. Etrâfına bakınırken, bir savma (bir papazın tek başına yaşadığı yer) gördü. Etrâfında çok kalabalık bir insan topluluğu gördü. Onların yanına gidip, içlerinden birine neden toplandıklarını sordu. O da; “Bu savmada bir râhib vardır) senede bir sefer bize va’z ve nasihat eder. Bu rahip bize bugün nasihat edecek, onun için buraya toplandık. Onun dedikleri ile bir sene amel ederiz” dedi. Hâlid bin Velid (r.a.) rahibin neler söyliyeceğini dinlemek için orada bekledi. Savmadan genç bir rahip çıktı. O topluluğa doğru gelince, orada bulunanların hepsi ayağa kalktılar. Hepsi ona hürmette bulundular. O rahip yerine oturduktan sonra; “Dağılın. Bu sene ben size va’z etmeyeceğim” dedi. Bunun üzerine cemâat ağlaşarak; “Bir seneden beri sizin va’zınızı bekliyoruz. Hepimiz çok uzak yollardan geldik. Bize va’z etmemenizin sebebi nedir?” diye sordular. Rahip; “İçinizde Muhammed’in eshâbından bir kimse var. Zira ben, aklımda olan ve size söyliyeceğim şeyleri söyliyemiyorum. Onu bulup çıkarmadan size va’z etmem” dedi. Aradılar, fakat Hâlid bin Velîd’i (r.a.) bulamadılar. Çünkü o onlar gibi giyinmişti ve onların dillerini çok iyi konuşuyordu. Silâhlarını da, oraya gelmeden önce bir yere saklamıştı. Rahip oradakilere; “Hepiniz oturun, onu ben bulurum” dedi. Herkes oturup sustuktan sonra rahip; “Ey Muhammed’in eshâbı! Ben senin nerede olduğunu bilmem. Sâdece Allahü teâlâ bilir. Eğer dînini seviyorsan, dînin ve peygamberin Muhammed hürmetine ayağa kalk” dedi. Onun bu sözleri üzerine Hâlid bin Velîd (r.a.) o topluluğun kendisini öldürebileceğini düşünerek ayağa kalkmadı. Rahip yine; “Dînini ve Peygamberini seversen kalk” dedi. Hâlid bin Velîd kendi kendine; “Dînim ve Resûlullahın (s.a.v.) yolunda bin canım dahî olsa feda olsun” diye düşünerek ayağa kalktı. Oradakiler ona doğru hücum edince, Rahip; “Onun yanından çekilin. Zira bu kadar çok kişinin bir kişiyi öldürmesi doğru değildir” dedi. Rahip onu yanına çağırarak karşısına oturttu ve ona; “Sen Muhammed’in arkadaşlarının büyüklerinden misin, yoksa küçüklerinden misin?” diye sordu: Hâlid bin Velîd de (r.a.); “Ne büyüklerindenim, ne de küçüklerindenim. Orta mertebede olanlardanım” dedi. Rahip; “Birşey bilir misin?” diye sorunca, o; “Dînin emirlerini yerine getirecek ve işlerimi görecek kadar bilirim” dedi. Rahip; “Sana suâl sorsam cevap verebilir misin?” diye sordu. Hâlid bin Velîd (r.a.); “Bilirsem cevap veririm. Bilemezsem bile, dînimizde lâzım olmayan şeyleri bilmemek ayıp değildir. Zira her âlimden üstün bir âlim vardır.” Sonra Rahip şöyle sordu: “Duydum ki, sizin peygamberiniz Muhammed şu haberi vermiş: “Allahü teâlâ Cennet-i a’lâda her ne yarattı ise, onun benzerini dünyâda yarattı.” Bir seferinde de şöyle anlatmıştır: “Allahü teâlâ, Cennette Tûbâ isminde bir ağaç yarattı. Bu ağacın kökü bir olduğu hâlde, Cennetteki her köşkün, her sarayın ve her evin içinde o Tûbâ ağacının dallarından bir dal vardır.” Ben bunun benzerini bulamadım. Acaba dünyâda bunun benzeri var mıdır ve sen bunu bilir misin?” Hâlid bin Velîd (r.a.); “Evet bilirim. Onun dünyâda bir benzeri vardır. Allahü teâlâ onun benzeri olarak güneşi yarattı. Güneş doğup tam tepeye geldiği zaman yer yüzünde ne varsa oraya güneş girer” diye cevap verdi. Rahip bu cevâbı beğenerek; “Bu konuşmanla çok güzel cevap verdin. Peygamberinin sözünü doğruladın. Senin ilmin mi çoktur, yoksa Ebû Bekr’in ilmi mi çoktur?” diye sordu. Hâlid bin Velîd (r.a.); “Eğer sen Ebû Bekr’i (r.a.) görmüş olsaydın, onun ilim ve irfan hazînesi olduğunu görürdün” diye cevap verdi. Sonra rahip; “Sana birşey daha sorayım. Duydum ki, Muhammed şöyle demiş: “Cennette dört ırmak akar. Bunların biri şarap, biri bal, biri süt, biri sudur. Bu dört ırmak arasında ara ve hicab yoktur. Dördü de aynı yerden akar. Ama birbirlerine karışmazlar.” Ben bunun da dünyâda benzerini göremedim. Bunun dünyâda bir benzeri var mıdır?” dedi. Hâlid bin Velîd (r.a.); “Evet vardır. Allahü teâlâ, insanın dimağında birbirinden ayrı dört su yarattı. Onlardan biri kulaktan gelir, acıdır. Biri gözden gelir, tuzludur. Biri burundan gelir, kokmuştur. Biri ağızdan gelir tatlıdır. Asıl maddeleri dimağ iken asla karışmazlar” diye cevap verdi. Bu cevap üzerine rahip; “Güzel dedin. Peyamberinin sözlerini isbât ettin. Senin ilmin mi çoktur, yoksa Ömer-ül-Fârûk’un mu ilmi çoktur?” diye sorunca, Ebû Bekr (r.a.) için verdiği cevâbın aynısını söyledi. Rahip yine; “İşittim ki, Muhammed; “Cennette çok güzel tahtlar vardır ki, yüksekliği beşyüz senelik yoldur. Sahibi üzerine çıkmak isteyince taht eğilir ve sahibini üzerine alıp kalkar” demiş. Ben aradım, taradım, dünyâda bunun bir eşini bulamadım. Sen bunun bir benzerini bilir misin?” diye sordu. Hâlid bin Velîd (r.a.); “Evet bilirim. Sen deveyi görmüyor musun? Ne kadar yüksektir. Ona binmek çok zordur. Fakat bir çocuk yularından çekince boynunu aşağı eğer. Çocuk boynuna binince, başını kaldırır, çocuk sırtına doğru kayarak, sırtına biner. Hazret-i Süleymân aleyhisselâm bütün ordusu ile birlikte bir yere gitmek isteyince, rüzgârlar bulundukları sarayın altına girip onları kaldırdı. Bir günde iki aylık yol aldı. Bu, sizin kitabınızda yok mu?” dedi. Rahip; “Güzel cevap verdin ve Peygamberinin sözlerini isbât ettin. Sen mi âlimsin, yoksa Osman Zinnûreyn mi?” diye sorunca, Hâlid bin Velîd daha önce Hazreti Ebû Bekr ve Hazreti Ömer. İçin verdiği cevâbın aynısını söyledi. Rahip yine; “Duydum ki, Muhammed şöyle demiş: “Cennet ehli Cennette yerler, içerler, hiçbir zaman içlerinden herhangi birşey çıkarmazlar. Kusmağa bile ihtiyâç duymazlar.” Bunun benzerini dünyâda bulamadım. Sen bir benzerini biliyor musun?” diye sordu. Hâlid bin Velîd (r.a.); “Evet biliyorum. Allahü teâlâ ana karnında olan çocuğa dört veya beş aylık hâle gelince can verir. O ma’sûm yavru dünyâya gelinceye kadar, her ne arzu ederse Allahü teâlâ anasına o şeyi yemesini nasîb eder. Ananın yediği o şey, o çocuğa gıda olur. Çocuk ne dışarı çıkarır, ne de kusar” diye cevap verdi.

Rahip; “Doğru söyledin. Senin mi ilmin çoktur, yoksa Ali bin Ebî Tâlib’in mi ilmi çoktur?” diye sordu. Hâlid bin Velîd (r.a.), ona; “Eğer sen Hazreti Ali’yi ve öteki sahâbîleri (r.anhüm) görseydin, bilgi hazînesinin ne demek olduğunu anlardın” dedi. Rahip birşey daha sormak niyetinde olunca, Hâlid bin Velîd (r.a.); “İnsaf et ey rahip! Sen bana dört soru sordun. Müsâade et de, ben sana birşey sorayım. Sen cevap ver, sonra istediğin kadar soru sor” dedi. Rahip sormasını söyledi. Hâlid bin Velîd (r.a.); “Cennetin anahtarı nedir? Bana söyle” dedi. Rahip; “Îsâ aleyhisselâma ve Meryem’e imân etmektir” dedi. Hâlid bin Valîd (r.a.); “Onları seversen, Cenneti açan nedir? Doğru söyle” dedi. Rahip cevap veremedi ve sustu. Orada bulunan halk; “Ey rahip, sen bu zâta dört soru sordun. O da hiç beklemeden cevâbını verdi. Şimdi sen niçin susuyorsun? Neden cevap vermiyorsun?” dediler. Rahip: “Ben cevâbını biliyorum. Fakat siz bunu kabûl etmezsiniz. Çünkü bu zâta doğru cevap vermekten başka çârem yoktur. O, ölüm tehlikesi varken, Peygamberi adına and verdiğim zaman hiç çekinmeden ortaya çıktı. Şimdi benden Îsâ aleyhisselâm adına doğru cevap vermemi istiyor. Ben cevap verirsem siz kabûl etmezsiniz. Hattâ beni öldürürsünüz. Onun için susuyorum” dedi. Orada bulunanlar; “Biz niçin râzı olmıyalım? Biz Cennetin anahtarını öğrenmek için buradayız. Doğruyu bildir ki, hepimiz Cennete girelim” dediler. Bunun üzerine rahip; “Miftâh-ül-Cenneti, bu kişinin peygamberi olan Muhammed aleyhisselâmdır. Çünkü O’nun peygamberliğini tasdik etmedikçe, Cennete girilmez! Nasıl anahtar olmayınca odaya girilmezse, anahtarsız Cennete de girilmez” dedi. Bunun üzerine oradakiler; “Biz şimdiye kadar boşu boşuna zahmetler çekip duruyormuşuz. Meğer Muhammed aleyhisselâm Cennetin anahtarı imiş ve O’nun peygamberliğine îmân ile Cennete girilirmiş. Şimdi biz de Allahü teâlânın Resûlünün nübüvvetini tasdik eyledik” dediler ve hep birlikte Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldular.

“Peygamber efendimiz (s.a.v.) mi’raca çıktığı zaman bir vadiye vardı. Bu vadiden güzel kokular geliyordu. Cebrâil aleyhisselâma; “Bu güzel kokular nedir?” diye suâl edince, Cebrâil (a.s.); “Burada Firavn’ın hanımının ve kızlarının, hizmetçisi olan hâtunun ve çocuklarının kabri vardır. Buraya Cennet meyvaları gelmiştir. Bu güzel koku o Cennet meyvalarının kokusudur” dedi.”

Atâî Horasanî şöyle anlattı: “Kim bir fenâlık yapar veya nefsine zulmeder de Allahtan mağfiret dilerse, Allahı çok bağışlayıcı, çok merhametli bulur” meâlindeki Nisa sûresi yüzonuncu âyet-i kerîmesi nâzil olunca, şeytan korkunç bir ses ile feryâd eyledi. Sesi öyle yüksek idi ki, yeryüzündeki bütün askerleri işitip, yanına geldiler ve; “Nedir bu hâlin? Bu şiddetli feryadın sebebi nedir?” diye sordular. O da; “Benim hilelerim ile bu ümmete işlettiğim günahların af ve mağfireti hakkında Muhammed’e bir âyet-i kerîme nâzil oldu” dedi. Askerleri bunun hangi âyet-i kerîme olduğunu sorunca, Nisa sûresi yüzonuncu âyet-i kerîmesini onlara okudu. Sonra şöyle dedi: “Bu âyet-i kerîmede Allahü teâlâ istiğfar edenlere af ve mağfiretini va’d etti. Allahü teâlânın va’dinde dönmek yoktur. Şimdi düşünün. Acaba buna bir hîle yolu bulabilir misiniz?” Onlar; “Hayır, biz böyle bir hîle yolu bilmiyoruz” dediler. Bunun üzerine şeytan onlara; “Hele siz gidip biraz düşünün. Belki bir hîle yolu bulabilirsiniz. Ben de bu arada düşüneyim” dedi. Şeytanın askerleri oradan ayrıldıktan bir süre sonra, şeytan yine bir nâra attı. Bütün askerleri tekrar toplanıp geldi. Şeytan onlara; “Bir yol bulabildiniz mi?” diye sorunca, onlar; “Hayır” cevâbını verdiler. Şeytan; “Ben bir hîle yolu buldum” dedi. Avânesi bunun ne olduğunu sorunca şöyle dedi: “O büyük Peygamber âhırete intikâl ettikten sonra, ümmetine güzel amel sûretinde çeşitli bid’atler işletelim. Bunları ne Peygamberleri, ne halîfeleri ne de eshâbı yapmış olsun. Böyle amelleri onlara güzel göstermek sûretiyle, onlar o bid’atleri sünnet sanıp ısrarla üzerine düşüp yaparlar. O yaptıkları amelden de tövbe ve istiğfar etmezler. Bu işledikleri bid’atlerle onların Cehenneme girmelerini sağlar, muradınıza erersiniz” dedi. Allahü teâlâ cümlemizi şeytanın şerrinden muhafaza eylesin. Âmin!

Şöyle anlatılır: “Peygamber efendimizin (s.a.v.) zamanında, yahudi âlimlerinin bir başkanı vardı. Bu bilgin Şam’da oturuyordu. Birgün kendi kendine; “Muhammed’in dîni gün geçtikçe yayılmaktadır. Onun sıfatları Tevrat’ta vardır. Bu yüzden ben tenhâ bir yerde oturup Tevrat’ı dikkatlice okuyayım, O’nun vasıflarının bulunduğu yaprakları yırtıp ateşte yakayım. Sonra benden O’nun sıfatlarını soran olursa; “O’nun sıfatları Tevrat’ta yoktur” diyeyim. Böylece yahudi taifesi ona inanmamış olur” diye düşündükten sonra, bir Cumartesi günü gizli bir odaya girdi. Tevrat’ı dikkatlice okumaya başladı. Resûlullah efendimizin (s.a.v.) mübârek sıfatlarının dört yaprakta yazılı olduğunu gördü. O dört yaprağı koparıp ateşte yaktı. Ertesi Cumartesi gözümden kaçmış yer olabilir düşüncesi ile yine gizli bir odaya girdi ve Tevrat’ı dikkatlice okumaya başladı. Bu sefer Resûl-i ekremin (s.a.v.) vasıflarını sekiz sahifede buldu ve onları yırtıp yaktı. Fakat bu durum kendisini şaşırttı. Ertesi Cumartesi yine bir odaya girip, Tevrat’ı baştan sona kadar okumaya başladı. Bu sefer Server-i âlem efendimizin (s.a.v.) sıfatlarını onaltı sahifede buldu. Bu durum üzerine kendi kendine şöyle düşündü:

“Bu ilginç bir sırdır, ilk hafta dört yaprakta O’nun sıfatlarını buldum. O yaprakları yaktım, ikinci hafta sekiz yaprakta O’nun sıfatlarını buldum. O yaprakları da yaktım. Bu hafta ise onaltı sahifede buldum. Onları da yakarsam, haftaya otuziki sahifede O’nun sıfatlarını bulurum. Bu durum, ancak Allahü teâlâ tarafından olan bir iştir. En iyisi Medîne-i münevvereye gidip, peygamberlik da’vâsında bulunan Muhammed’i göreyim. Eğer bu Tevrat’ta yazılan sıfatlar onda varsa, O’nu tasdik edip îmân edeyim. Şayet o sıfatlar O’nda yoksa; “O büyük Peygamber Tevrat’ta yazılıdır. Fakat sen o değilsin” diyeyim. Böylece bu müşkilimi çözmüş olayım.” Sonra hemen hazırlanmaya başladı. Şam’daki yahudiler ona engel olmak istedilerse de, onları dinlemeyerek; “Muhakkak gidip bu müşkilimi çözeceğim” dedi ve yola çıktı. Peygamber efendimizin (s.a.v.) âhırete intikâl ettiğinin üçüncü gününde, bilgin Medine’ye girdi. Yolda Eshâb-ı Kirâmdan birisine rastlayıp. Peygamber efendimizin (s.a.v.) nerede olduğunu sordu. O Sahâbî de onu mescide götürdü. Ebû Bekr (r.a.) ve Eshâb-ı Kirâmdan birçok zât mescidde oturuyorlardı. Yahudi bilgin içeri girip; “Selâm sana yâ Muhammed!” deyince, orada bulunan bütün Eshâb-ı Kirâm O’nun mübârek ism-i şerîflerini duydukları için ağlamaya başladılar. Bunun üzerine yahudi: “Muhammed’e ne oldu? Aranızda değil mi?” diye sorunca, Hazreti Ebû Bekr, “Peygamber efendimiz (s.a.v.) âhırete intikâl edeli üç gün oldu” dedi. Bu sözleri duyan yahudi; “Keşke anamdan doğmasaydım. Keşke Tevrat’ta O’nun vasıflarını görmeseydim, Ne olurdu O’nun mübârek cemâlini bir kere görmüş olsaydım” diyerek ağlamaya başladı. Onun bu feryadını duyan Hazreti Ali ona; Sen o yayudi değil misin ki, Resûl-i ekreme (s.a.v.) olan düşmanlığından ötürü, O’nun vasfı Tevrat’ta bulunmasın diye tenhâ bir yere girip, Tevrat’ı okudun. Sonra dört yerde O’nun sıfatlarını gördün ve o yaprakları yırtıp yaktın. Ertesi hafta sekiz yerde bulup onları da yaktın. Ertesi hafta onaltı yerde buldun. “Bu hikmet-i ilâhîdir” diyerek buraya gelen sen denilmişin? O hâlin ne idi? Şimdi bu muhabbet ve feryadın nedir?” diye söyledi. Yahudi onun bu sözleri üzerine; “Eğer Peygamberlik iddiasında bulunan Muhammed peygamber olsaydı, kelâmında ayrılık olmazdı. O; “Ben peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra hiç kimseye peygamberlik verilmez” diye buyurmadı mı?” deyince, Hazreti Ali; “Evet buyurdu” dedi. Bunun üzerine Yahudi; “Evet O haber verdi. Fakat şimdi âhırete intikâl etmiş bulunuyor.

Sen benim Şam’da kendi evimde hanımımın, evlâdımın ve hiç kimsenin haberi olmadan gizlice yaptığım bir işi nereden bilirsin? Sana vahy mi geldi? Yoksa sen Peygamber misin?” diye sorunca, Hazreti Ali şöyle dedi: “Ben peygamber değilim. Ama O’nun dâmâdı ve amcasının oğluyum. O, âhırete teşrîf etmeden önce bana şöyle buyurdu: “Yâ Ali! Ben âhırete teşrîf ettikten üç gün sonra, Şam’dan bir yahudi gelip sevgisini izhâr edecektir. O yahudiye gizlice işlediği kabahatten haber ver. Bana Cebrâil bildirdi. Bu mu’cize ona yeter. İmân etsin.” Ben de sana o büyük Peygamberin sözlerini söylüyorum.” Yahudi; “Bu. O’nun peygamberliğine bir delîldir. Bir delîl daha bulun, îmân edeyim. Şüphem kalmasın” dedi. Hazreti Ali ona ne, istediğini sordu! Yahudi. Resûl-i ekremin (s.a.v.) mübârek vücûdlarına giydiği gömleği istedi. Peygamber efendimizin (s.a.v.) giymiş olduğu bir gömleği getirdiler. Yahudi gömleğe bakıp kokladıktan sonra şöyle dedi: “Gerçekten, bu gömleği giyen, Tevrat’ta vasfı anlatılan âhır zaman Peygamberidir. Zîrâ, bu kokunun O’ndan başkasında bulunması mümkün değildir. Şimdi bana O’nun kabr-i şerîfini gösterin; Orada îmân edeceğim.” Yahudiyi oraya götürdüler. Orada îmân etti ve Allahü teâlâya şöyle niyazda bulundu: “Yâ Rabbi! O, Resûle aşkım ve muhabbetim çoğaldı. Rûhumu alıp, beni O’nunla görüştür.” O anda Kelime-i şehâdet getirip, rûhunu teslim etti. Namazı kılındıktan sonra Bâki’mezarlığına defn olundu.”

Şeyh Sa’dî Şirâzî bir eserinde şöyle bildirdi: “Eski sultanlardan biri, Hızır aleyhisselâmın ölü veya diri olduğuna dâir delîl istedi. Bu yüzden vezirini çağırıp ona; “Hızır aleyhisselâm diri midir?” diye sordu. Vezîr, diri olduğunu söyleyince sultan; “Onu da’vet et gelsin” dedi. Bunun üzerine Vezir; “Onun nerede olduğu bilinmez ve aramakla bulunmaz” dedi. Sultan bulunması için çok ısrar edince, vezir; “Bu iş benimle olmaz. Zîrâ bizden çeşit çeşit zulümler zâhir olmaktadır. Bunun için, onun bizimle görüşmesi mümkün değildir. Onu bulmasını şeyhülislâmdan iste. Bu iş için o daha münâsiptir. Bulursa ancak o bulur” dedi. Sultan, şeyhülislâmı huzûruna da’vet ederek, Hızır aleyhisselâmı bulmasını istedi. Şeyhülislâm bulamıyacağını söyleyince, sultan çok ısrar etti. Bunun üzerine şeyhülislâm sultandan bir süre tanımasını istedi. Bu arada fakir bir zât şeyhülislâmın huzûruna gidip; “Hızır aleyhisselâmı’ arıyormuşsunuz. Beni pâdişâhla buluşturun. Ben onu bulurum” dedi. Şeyhülislâm, o fakir zâtı sultânın huzûruna götürdü ve; “Bu kişi Hızır aleyhisiselâmı bulacak” dedi. Sultan ona; “Hızır aleyhisselâmı ne zaman getireceksin?” diye sorunca, o şahıs; “Bu iş için zamana ihtiyâç vardır. Bana kırk gün müsâade et Bu arada yiyecek bir şeyler de ta’yin eyle. Hiçbir şeye ihtiyâcım kalmasın. Ben de bu arada ihlâs ile ibâdet edeyim.

Böyle olunca, Hızır aleyhisselâmı bulup size getirebilirim” dedi. Sultan bu zâtın dediklerini kabûl etti ve hergün kendi yiyeceklerinden belli bir miktarının onun evine gönderilmesini emretti. Bir miktar da kendisine verdi. Eve gittiğinde, elindekileri hanımı görünce, onların ne olduğunu sordu. O da durumu hanımına anlatınca, hanımı; “Sen”, Hızır aleyhisselâmı tanıyor musun?” diye sordu. O zât tanımadığını söyledi. Bunun üzerine hanımı; “Kırk gün sonra nasıl bulup da sultâna götüreceksin?” diye sorunca, o zât; “Ben de bilmiyorum. Buna, ihtiyâcımızdan dolayı mecbûr oldum, fakat böyle yaptığıma pişmânım” dedi. Aradan otuzdokuz gün geçip, kırkıncı gün olunca, sultan o zâta; “Yarın Hızır aleyhisselâmı getirsin?” diye haber gönderdi. Ertesi gün sultan iki süslü atı o zâtın evine gönderdi. O zât hayâtından ümîdi keserek, güzelce bir abdest aldıktan sonra, iki rek’at namaz kıldı. Allahü teâlâya duâ etti ve Peygamber efendimizi (s.a.v.) vesile ederek kurtulmasını taleb etti. Sonra sultânın huzûruna gitti. Bu sırada o zâtın yanında ma’sûm bir çocuk zâhir oldu ve sağ tarafında durdu. Sultan; “Hızır ne zaman gelecek” dedi. Bunun üzerine o zât; “Sultânım, ben hayâtımda hiç Hızır aleyhisselâmı görmedim. Fakat fakirliğimden dolayı bu yola başvurdum. Hızır zor durumda olan insanları kurtarır. Beni fakirlikten kurtardığın için bana göre Hızır sensin” dedi ve sustu. Sultan hiddetlenerek; “Fakirim deseydin, sana birşeyler verirdik. Fakat sen Hızır aleyhisselâmı bulurum diyerek, kırk gündür bize niçin eziyet ettin?” dedikten sonra, başvezîre; “Şimdi buna ne ceza verelim?” diye sordu. Vezîr, sultâna; “Emîr ver, bunu parça parça etsinler ve her parçasını bir sokak başına assınlar. Böylece herkese ibret olur. Bundan böyle hiç kimse sultanın huzûrunda yalan söylemez” dedi; O zâtın yanında duran ma’sûm çocuk;

“Herşey aslına dönecektir” dedi. Sonra sultan, ikinci vezire; “Buna ne yapalım?” diye sordu, ikinci Vezîr, “Bunu bir dibeğe koyup, döve döve keşkek gibi yapalım. Sonra her sokak köşesine bir parça bırakalım. Böylece herkese ibret olur. Bundan böyle hiç kimse sultânın huzûrunda yalan söylemez” dedi. Yine o ma’sûm çocuk, önce söylediği gibi; “Herşey aslına dönecektir” dedi. Bu sefer sultan, üçüncü vezire aynı soruyu sorunca, üçüncü vezir; “Başvezîr ve paşa karındaşlarımız güzel söylediler. O, böyle cezaya lâyıktır. Fakat bu şahsın ihtiyâcı çok olmasaydı, kendisini böyle bir tehlikeye atmazdı. Devletli sultânımıza yakışan af ile muâmeledir. Emîr ve ferman sultânımızındır” dedi. Yine o ma’sûm çocuk; “Herşey aslına dönecektir” dedi. Pâdişâh, o zâta; “Bu çocuk senin neyin olur?” diye sorunca, o da; “Benim tanıdığım değildi!” Buraya geldiğim zaman, yanıma geldi durdu. Ben de sizin hizmetçiniz sandım” dedi, Sultan ona; “Sen kimsin? Bunlar birbirine benzemeyen söz söyledikleri hâlde, sen üçüne de aynı cevâbı verdin” dedi. O ma’sûm çocuk; “Bu şahıs sana kimi getirecekti?” diye sorunca, sultan; “Hızır aleyhisselâmı getirecekti” dedi. Bunun üzerine çocuk; “Sultânım, senin bu baş vezirin bir kasabın oğludur. Halkı kırmaktan başka hiçbir işe yaramaz, ikinci vezirin bir ahçı oğludur. Bu da halkı dövmekten başka bir işe yaramaz. Üçüncü vezîr ise, bir vezirin oğludur. Aslına çekip dâima suçluları af eder ve ihsânda bulunur. İşte Hızır benim. Hızır’la buluşmaktan maksad nasihattir. Eğer benden nasihat istersen, sana nasihatim şudur “Baş vezirini bu görevden alıp, kasapbaşı yap. Varsın hayvanları kesmeğe devam etsin, ikinci vezirini bu görevden alıp, ahcıbaşı yap. Keşkek yapmaya devam etsin. Üçüncü vezirini de başvezir yap. Senden bir ricam var. Bu zâta ta’yin ettiğin şeyleri kesme” dedikten sonra kayboldu. Sultan onu bulmalarını emretti. Aradılar fakat bulamadılar. Durumu o zâta sordular. O da; “Daha önce onu görmemiştim. Burada gördüm” dedi. Sultan, Hızır aleyhisselâmın söylediklerini hemen yerine getirdi ve o zâta gönderdiği şeyleri de kesmedi.”

İbrâhim aleyhisselâmın amcasının, Sârâ isminde çok güzel bir kızı vardı. Sârâ, İbrâhim aleyhisselâmın mu’cizelerini gördükten sonra, Hazreti İbrâhim’in yanına geldi ve îmân etti. Sonra İbrâhim aleyhisselâma; “Dilerim ki beni zevceliğe kabûl edersin” dedi. Hazreti İbrâhim de kabûl etti. Allahü teâlâ, ona şöyle vahyetti: “Yâ İbrâhim, Sârâ’yı da yanına al. Nemrûd’un yanına git Onu imâna da’vet eyle. Eğer îmân etmezse, ona bir azap edeyim görsünler.” Bu emir üzerine Hazreti İbrâhim, yanında Sârâ olduğu hâlde Nemrûd’un huzûruna geldi ve; “Ey Nemrûd, gel Allahü teâlâya îmân et O’nu bir olarak kabûl et. Eşi ve benzeri olmadığını söyle. Beni de O’nun gönderdiği hak peygamber bil. Yoksa Allahü teâlâ sana azap gönderecek” dedi. Bu sözler üzerine Nemrûd; “Ben, seni iki sefer öldürmek istedim. Fakat sen onlardan kurtuldun. Artık seninle işim yoktur. Sen buradan git” dedi. İbrâhim aleyhisselâm, Îmân etmesi için ısrar etti ise de, Nemrûd imân etmedi. O da Sârâ’yı alıp oradan ayrıldı. Sonra, Nemrûd gün geçtikçe küfrünü arttırdı. Allahü teâlâ şöyle vahy indirdi: “Yâ İbrâhim! Git, Nemrûd’u dîne da’vet eyle.” Bu emri yerine getirmek için, İbrâhim aleyhisselâm Nemrûd’un yanına gidip; “Ey Nemrûd! Allahü teâlâdan kork. Halkı azdırıp küfür ve dalâlete sokarsın. Kendini Allahü teâlâya şerik koşarsın. Benim Rabbim diridir, ölümsüzdür. Bütün noksan sıfatlardan da münezzehtir, îmâna gel. Allahü teâlâdan kork. Sana azap gönderir” dedi. Tam kırk gün Nemrûd’u îmâna da’vet eyledi. Fakat Nemrûd îmân etmedi. Sonra Cebrâil aleyhisselâm, Hazreti İbrâhim’in yanına gelip; “Allahü teâlâ sana selâm söyledi. Şu emri verdi. Nemrûd’a haber ver. Ne kadar askeri varsa alıp sahraya gelsinler, ona asker göndereceğim” diye bildirdi. Bu emir üzerine İbrâhim aleyhisselâm, hemen Nemrûd’un yanına gidip; “Ey Nemrûd, askerlerini al ve sahraya çık. Allahü teâlâ sana asker gönderecek” dedi. Nemrûd ona; “Ne askeri gönderecek?” deyince, İbrâhim (a.s.); “Allahü teâlâ yarattığı mahlûkâtın hepsinin en hakîri ve en zayıfı olan sivrisineği gönderecek” dedi. Nemrûd; “Sivrisinek Rabbinin askeri midir?” diye sorunca, İbrâhim aleyhisselâm;

“Evet bütün yaratıklar Rabbimin askeridir” dedi. Sonra Nemrûd, askerlerine hazır olmalarını emretti. Hepsi zırh giydiler. Başlarına da miğfer geçirdiler. Sonra da sahrada toplandılar. Askerlerin adedi. Çok fazlaydı. Nemrûd, bu askerlerin arkasında duruyordu. Allahü teâlâ, sivrisineklerin başkanına; “Askerini al. O Nemrûd’u ve askerlerini yiyip helak eyle” diye emir verdi. Bu emir üzerine bütün sivrisinekler sahraya toplandılar. O kadar çok sivrisinek geldi ki, güneş görünmez oldu. Çeşit çeşit korkunç sesler çıkararak, askerlerin üzerine hücum ettiler. Nemrûd, üzerine konan sivrisineklerin öldürülmesini emretti. Sivrisinekler, askerlerin zırhlarının altlarına girerek hepsini helak eylediler. Nemrûd bunu görünce, hemen saraya kaçtı ve her tarafın kapatılmasını emretti. Nemrûd’un öldürülmesi için, bir kanadı olmıyan bir sivrisinek ta’yin olmuştu. O sinek Nemrûd’un peşine takılıp, anahtar deliğinden içeri girdi.

Nemrûd’un yüzünün hizasına gelerek vızıldamaya başladı. Nemrûd, gece gündüz uyumadan o tek kanatlı sivrisinekle savaştı. Fakat bir türlü sivrisineği öldüremedi. Sivrisinek, zafer kazanıp onu soktu. Soktuğu anda, orası şişti. Nemrûd onun ağrısından feryâd ederken, sinek burnundan içeri girdi ve beynine kadar ulaştı. Sinek orada vızıldayıp, beynini yemeğe başladı. Nemrûd, hizmetçisine gece-gündüz başını ovdurmaya başladı. Çünkü sineğin vızıltısından beyni zonkluyordu. Kırk gün başını ovdurmaya devam etti; Bundan sonra, sinek içerde büyüdüğü için, artık, ovmak fayda etmiyordu. Bezden tokmak yaptırıp, gece-gündüz kafasına vurdurmaya başladı. Kırk gün de böyle geçti. Sinek daha büyüyünce, bunlar da fayda vermedi. Daha büyük tokmak yaptırdılar. Vurmaya devam ettiler. Hizmetçiler bu işten bıktılar. Aralarında; “Tanrılık da’vâsı ediyor da, başından bir sineği çıkarmağa gücü yetmiyor” diyorlardı. Tokmakları büyüttüler. Nemrûd’un kuvvetli bir hizmetçisi vardı. Hizmetçiler birgün ona gidip; “Öyle kuvvetli vur ki, bizi bu azaptan kurtar” dediler. Onların ısrarlarına dayanamıyarak, tokmağın içine taş koyup, var kuvvetiyle Nemrûd’un kafasına vurdu. O anda, Nemrûd’un kafası ikiye bölündü, içinden, serçe büyüklüğünde bir sivrisinek çıktı. Allahü teâlâ ona diğer kanadını da ihsân etti. O uçup oradan gitti. Nemrûd da Cehennemi boyladı.

İbrâhim aleyhisselâm, hanımı Sârâ ile oradan ayrılıp Mısır’a hicret etti. O zamanlar Mısır’da zâlim bir pâdişâh vardı. Bu pâdişâh, kadın meraklısı idi. Nerede güzel bir kadın olduğunu duysa, onu sarayına getirtirdi. İbrâhim aleyhisselâm, bu durumu öğrenince çok üzüldü. Hazreti İbrâhim, hanımı Sârâ’yı bir sandığa koyup deveye yükledikten sonra, bir kervan ile Şam’a doğru gitti; Yolda pâdişâhın adamları önlerine çıktı. Herkesin malına bakıp, ona göre haraç alıyorlardı. Sıra İbrâhim aleyhisselâma gelince, sandığı açmak istemedi. “Ne kadar haraç isterseniz vereyim” dedi. Onlar kabûl etmediler. Hazreti İbrâhim ne kadar üsteledi ise de, onlar sandığı açtırdılar. Sandığın içinde çok güzel bir kadın olduğunu gördüler ve; “Bizim pâdişâhımız böyle güzel kadınları arar. Onun için bu kadını ona götürmek zorundayız” dediler, İbrâhim aleyhisselâm ve Sârâ’yı alıp, pâdişâhın huzûruna çıkardılar. Pâdişâh, İbrâhim aleyhisselâma; “Bu senin neyin oluyor?” diye sordu. Hazreti İbrâhim pâdişâhın sorusuna “Kardeşimdir” dedi. Çünkü karısı olduğunu söyliyeni öldürüyordu. Burada kardeşimdir demekle; “Dinde kardeşim” demeği murâd etti. Padişâh, Sârâ’yı haremine gönderdi. İbrâhim aleyhisselâm bu duruma çok şaşırdı. Allahü teâlâ, Sârâ’nın bulunduğu köşkün bütün duvarlarını billur gibi saf ve şeffaf eyledi. İbrâhim aleyhisselâm, Sârâ’yı ve pâdişâhı rahatlıkla görüyordu. Akşam, pâdişâh Sârâ’yı dileyerek elini uzatmak istedi. Sârâ onun bu hâlini görünce; “Benden uzak dur, ey pâdişâh, yoksa sen bilirsin” dedi. Pâdişâh, Sârâ’nın sözünü dinlemedi. Tekrar elini uzatmak istediği anda, eli ayağı kurudu. Bütün bedeni ve a’zâları tutuldu. Köşk şiddetli bir şekilde sarsılmaya başladı. Bu durumu gören pâdişâh; “Ey Sârâ! Yüce Hak teâlâya niyaz eyle. Bu köşk dursun. A’zâlârım da eski hâlini alsın. Bir daha sana karşı kötü niyet beslemem. Seni İbrâhim’e teslim ederim” dedi. Bunun üzerine Sârâ, Allahü teâlâya niyaz etti. Köşkün sallanması durdu. Pâdişâhın a’zâları eskisi gibi oldu. Tekrar Sârâ’ya el uzatmak isteyince, Pâdişâhın elleri ve ayakları kurudu. Tekrar Sârâ’ya yalvardı. Bu hareket birkaç kere tekrar etti. Sonunda pâdişâh cân-ı gönülden tövbe etti ve Sârâ’ya; “Şimdiden sonra, benim kızkardeşim ol” dedi. Sârâ’dan af dileyerek, câriyesi Hacer’i ona hediye olarak verdi. Hacer, Sâlih aleyhisselâmın soyundan geliyordu. Sârâ da bu câriye’yi İbrâhim aleyhisselâma hediye etti. O da Hacer’i nikâh ile kendisine hanım olarak kabûl etti. Hacer’den İsmâil aleyhisselâm doğdu. Bu duruma çok üzülen Sârâ’ya, Allahü teâlâ İshâk aleyhisselâmı ihsân eyledi.

İshâk aleyhisselâmın doğuşu şöyle anlatılır: “İbrâhim aleyhisselâmın, misâfirsiz yemek yememek mübârek âdeti idi. Eğer misâfir bulamazsa, o gün oruç tutardı. Bir seferinde, onbeş gün süreyle evine götürecek misâfir bulamadı. Bu yüzden çok üzüldü. Tam bu sırada bir grup melek geldi. Bunlar, Lüt kavmini helak etmek için yeryüzüne inmişlerdi. Çok güzel insan sûretinde idiler. Başlarında Cebrâil, isrâfil ve Mikâil vardı, İbrâhim aleyhisselâmın yanına gelip selâm verdiler. O, selâmlarını alarak çok sevindi. Küçük bir buzağıyı kesip, pişirdi ve misâfirlerin önüne çıkardı. Fakat onlar yemeğe ellerini sürmediler. Onlara; “Niçin yemiyorsunuz?” diye sordu. Onlar; “Biz değerini vermeden yemek yemeyiz” dediler, İbrâhim aleyhisselâm; “Benim taâmımın değeri, başında Besmele çekmek, sonunda Elhamdülillah demektir. Böyle deyin ve buyurun yiyin” deyince, Cebrâil aleyhisselâm, diğerlerine bakarak; “Bu İbrâhim (a.s.), Allahü teâlânın onu kendisine Halîl yapmasına gerçekten lâyıktır” dedi ve önlerinde bulunan pişmiş buzağı etini eliyle sıvayınca, Allahü teâlânın izni ile buzağı dirildi ve koşarak annesinin yanına gitti, İbrâhim aleyhisselâm onların bu hâlini görünce, melek olduklarını anladı ve kendi kendine; “Acaba niye geldiler?” diye düşündü. Cebrâil (a.s.), Hazreti İbrâhim’in korkusunu anladı. Kendilerini tanıttılar ve Lût kavmini helak etmeye gittiklerini anlattılar, İbrâhim’in (a.s.) hanımı Sârâ da orada bulunuyordu. Cebrâil (a.s.) ona dönerek; “Ey Sârâ, Allahü teâlâ senden İshâk isminde bir erkek çocuk dünyâya getirecek. Onun da Ya’kûb isminde bir oğlu olacak” deyince, Sârâ; “Ben çocuk doğurabilir miyim? Ben doksandokuz yaşındayım. Kocam İbrâhim ise yüzyirmi yaşındadır. Bizden çocuk olması çok acâib olur” dedi. Melekler ona; “Sen Allahü teâlânın işine acâib mi diyorsun? Allahü teâlâ herşeye kâdirdir. Onun işine ve emrine teaccüb edilmez. Allahü teâlânın rahmeti, üstün ni’metinin devamı ve bekâsı, her ân artıp çoğalması sizedir” dediler. Onlar gittikten bir süre sonra Sârâ, Allahü teâlânın izni ile İshâk aleyhisselâma hâmile kaldı ve sonra İshâk aleyhisselâm doğdu.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 400

2) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 399

3) Kara Dâvûd