İBRÂHİM GÜLŞENÎ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, İbrâhim bin Muhammed bin İbrâhim bin Şehâbeddîn bin Aydoğmuş bin Gündoğmuş bin Oğuz Atâ’dır. Lakabı Gülşenî olup, 830 (m. 1426)’da Azerbaycan’da doğdu, iyi bir tahsil gören İbrâhim Gülşenî, Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî’nin halîfelerinden Ömer Rûşenî’den feyz aldı. Şah İsmâil’in işkenceleri zamanında Mısır’a gitti. “Ma’nevî” adındaki kırkbin beyitlik mesnevîyi yazdı. Halvetî tarikatinin Gülşenî kolunun kurucusudur. 940 (m. 1534) senesinde Mısır’da vefât etti.

Babası Emîr Muhammed, asil bir Türk âilesindendir. Emîr Muhammed vefât ettiğinde İbrâhim’in yaşı küçüktü. Çocuk yaşta yetim kalan İbrâhim, amcası Seyyid Ali tarafından terbiye edilmeğe ve ilim öğretilmeye başlandı. Çok zekî ve kabiliyetli olan İbrâhim, kısa zamanda akranları arasında en ileri oldu. Tefsîr, hadîs ve fıkıh ilminde âlim oldu. Bilgisini daha da arttırmak için, o zamanın ilim, irfan merkezi olan Semerkand’a gitmek üzere yola çıktı. Yorucu yolculuklardan sonra Tebrîz’e geldi. Sultan Uzun Hasen’in Kâdı’l-kudâtı Mevlânâ Hasen ile sohbet etti. Mevlânâ Hasen, İbrâhim’in (r.a.) âlim ve faziletli bir kimse olduğunu anlayınca, ona çok hürmet göstererek, “Tebrîz’de kalırsanız, size maddî-ma’nevî hertürlü kolaylığı sağlar, hizmetinizi görmekle şerefleniriz” dedi. İbrâhim Gülşenî de kabûl edince, durumu Sultan Uzun Hasen’e bildirdi. Sultan ona, dîvân-ı hümâyûnunda nişancılık vazîfesi verdi. Böylece devlet hizmeti görmeye başladı. Fakat İbrâhim’in niyeti ve yaratılışı bu işe uygun değildi. Bu işe bir türlü ısınamadı. Haramlardan kaçmak, şüpheli korkusuyla mübahları dahî terketmek bu işte olamıyordu. Nitekim arzusuna uygun yaşayabilmek için, Seyyid Yahyâ Şirvânî’nin halîfesi Dede Ömer Rûşenî’nin hizmetine girerek, talebesi oldu. Onun her emrini yerine getirmek için canla başla çalıştı. Nefsini terbiye etmek için çok uğraştı. Nefsinin isteklerini yapmayıp, istemediklerini yaparak nefsine muhalefet etti. Onun bu gayreti sebebiyle, cenâb-ı Hak pekçok ihsânlarda bulundu. Kalb gözü açıldı. Kısa zamanda Ömer Ruşenî hazretlerinden icâzet (diploma) almakla şereflendi.

Hocası, Dede Ömer Rûşenî’nin kendisine Gülşenî diye hitâb etmesi üzerine, lakabı Gülşenî olarak kaldı, İbrâhim hazretleri, Gülşenî diye etrâfta tanınır oldu. Böylece, İbrâhim Gülşenî, hocasının emri üzerine tam olarak yetişmiş, kâmil ve taliblere feyz verecek bir hâlde, Tebrîz’deki medresede ders vermeğe başladı.

İbrâhim Gülşenî’nin Allahü teâlânın emirlerini yapmakta ve yasaklarından kaçınmaktaki gayreti pek ziyâde idi. Dünyâya zerre kadar meyletmez, şüpheli korkusu ile mübahların dahî fazlasını terkederdi. Allahü teâlâya olan korkusundan günlerce yemek yemek aklına gelmezdi. Eline geçen malları fakirlere dağıtır, kendisi kimseden birşey kabûl etmezdi.

İnsanlara öyle tatlı, hoş, yumuşak davranırdı ki, dost-düşman herkes onu takdîr ederdi. Müslümanlar onun huzûruna geldikleri gibi, kâfirler bile İbrâhim Gülşenî’nin alçak gönüllülüğünü görüp seve seve müslüman olurlardı. Sultan, İbrâhim Gülşenî’yi sever, hürmet ederdi. Sultan bir gece acâib bir rü’yâ gördü. Rü’yâsında iri yarı siyah bir kimse, kendisini öldürmek kastıyla, elinde kılınç saldırdı. Sultan öldürülme korkusunda iken, İbrâhim Gülşenî hazretleri talebeleriyle geldi. Talebelerinin her birinin eline altın kılınç verdi. İbrâhim Gülşenî’nin talebeleri, o siyah kimseye kılınçlarını vurup, parça parça ettiler. Sultan ertesi gün İbrâhim Gülşenî’yi sarayına da’vet etti. Hürmet ve saygı gösterdi, izzet ve ikramda bulundu. Sultan daha rü’yâsını anlatmağa fırsat bulamadan, İbrâhim Gülşenî (k.s.) rü’yânın ta’birini söyledi. “Sadaka belâyı giderir, ömrü uzatır” buyurdu. Bu hâli gören Sultân’ın, İbrâhim Gülşenî’ye olan i’timâd ve bağlılığı arttı.

Birgün Şehzâdelerden biri, düşman olduğu birisinin zarar görmesini istedi. Bu maksad ile İbrâhim Gülşenî’ye gelip, o kimsenin zarar görmesi için bir yazı yazmasını istedi. İbrâhim Gülşenî de; “İşi Hak teâlâya havale etmek iyidir. Kin tutarak, öfkelenerek bir müslümana zarar vermeğe kalkmak, hattâ uğradığı bir zarara sevinmek caiz değildir” buyurdu. İbrâhim Gülşenî’den bu yazıyı alamayacağını anlayan şehzâde atına bindi, başka birinden böyle bir yazı almak kasdıyla yola çıktı. Yolda at şahlanarak, iki ayağı üzerine doğruldu. Şehzâde, atın arkasına düştü ve kendinden geçip bayıldı. Görenler yetişip, bu haliyle evine getirdiler. Şehzâde ayılıp kendine gelince: “İbrâhim Gülşenî’ye gidin, ben tövbe ettim, pişman oldum. Beni affetsin” diye haber gönderdi, iyi olup ayağa kalkınca, hemen İbrâhim Gülşenî’nin yanına gitti. Huzûrlarında tekrar tövbe etti. Sâdık talebelerinden oldu.

İbrâhim Gülşenî, Tebrîz’de va’z ve nasihat ediyordu. Yabancı biri gelip, İbrâhim Gülşenî’ye; “Senin akraban, kadı ile işbirliği yaparak bana zulmetti. Yüzelli altınımı aldı” dedi. İbrâhim Gülşenî va’z ve nasihati bıraktı. Mes’eleyi araştırdı ve şikâyetçinin haklı olduğunu anladı. Şemseddîn adındaki kadıyı huzûruna çağırttı. Kâdıya; “Niçin haksız yere hükmettin?” diye sordu. Kâdı da; “Sizin yeğeniniz olduğu için, hatırınıza riâyet ederek böyle karar verdim” dedi. İbrâhim Gülşenî; “Haksız yere karar verdiğin için bu hâlini her yere muhakkak duyurmak lâzımdır” dedi.

Kâdı Şemseddîn özür diledi. Pişman olduğunu, tövbe ettiğini bildirdi. Çevrede bulunan kadılar da araya girip, güçlükle Kâdı Şemseddîn’i bu zor durumdan kurtardılar, İbrâhim Gülşenî hazretleri, altınları yeğeninden alarak sahibine geri verdi.

İbrâhim Gülşenî, birgün talebeleriyle sohbet ediyordu. Bir ara talebeler; “Efendim! Allahü teâlânın ihsânı ile kabirdeki ölülerin azâbda veya ni’met içinde oldukları bilinebilir mi? Duâ ederek azâbda olanın azâbı kaldırılır mı?” diye sordular, İbrâhim Gülşenî de: “Allahü teâlânın sevdiklerinden biri bir kabre uğradığında, kabirdekinin azap içinde olduğunu gördü. Aradan bir müddet geçtikten sonra, tekrar o kabrin yanına uğradı. Kabre teveccüh ettiğinde, azâbın kaldırılmış olduğunu gördü. Hayret ederek düşünceye daldı. O sırada kendisine bir hitâb geldi. Deniyordu ki: “Bu kabirde yatan kimsenin küçük bir çocuğu vardı. Annesi o çocuğu ilim öğrenmeye gönderdi. Çocuk Besmele’yi öğrenince, Besmele’nin hürmetine babasının azâbı kaldırıldı.”

Yine bunun gibi şâhid olduğum bir hâdise de şöyledir: Kâdı Îsâ’nın hocası Fahreddîn vefât etmişti. Kâdı Îsâ, hocasının kabrine teveccüh ettiğinde, onun azâbda olduğunu anladı ve gelip bana durumu söyledi. Kâdı Îsâ’ya dedim ki: “Hocanın sende hakkı var. Hocan için sadaka ver, Kur’ân-ı kerîm okut ve rûhuna hediye eyle.” Kâdı Îsâ denilenleri yaptı. Fukaraya yemek yedirdi. Sevâbını hocasının rûhuna hediye etti. O gece Kâdı Îsâ rü’yâsında hocasını gördü. Azap melekleri gelmişler, ona azap yapmak istiyorlardı. Tam o anda bir nûr onu kapladı. Bu nûru gören melekler, azâbdan kurtulduğunu anlayıp oradan ayrıldılar. Ertesi günü rü’yâsını bize ta’bir ettirmek için geldi. Biz de; “Okuduğun Kur’ân-ı kerîm ve yaptığın hayır-hasenât ona nûr oldu ve azâbdan kurtardı. Çünkü Kur’ân-ı kerîm nûrdur” dedik.

Sultan Hasen, oğlu Halîl’i iyi bir idâreci olabilmesi için Fâris vilâyetine ta’yin etti. Halîl, gittiği vilâyette halka zulüm etmeye başladı. Zulmünden bıkan halk, durumu Sultan Hasen’e anlattılar. Sultan, bu duruma çok üzülüp, İbrâhim Gülşenî ile Kâdı Hasen’i huzûruna istedi. Dedi ki: “Oğlum Halîl zulme başlamış. Yazdıracağım emri ona götürüp, insanların içinde korkmadan okuyun.” Sultan Hasen’in hanımı, durumu acele oğluna bildirdi Halîl haberi alınca, yollara adamlarını koyup; “Gelenleri yakalayıp derhâl huzûruma getirin” diye emir verdi. Sultan Hasen’den fermanı alan İbrâhim Gülşenî ile Kâdı Hasen yola çıktılar. O vilâyete yaklaştıklarında, Halîl’in adamları onları yakaladı ve vâlinin huzûruna çıkardılar. Halîl, İbrâhim Gülşenî’ye hürmet eder görünmeye çalıştı. Herkesin bulunduğu bir sırada İbrâhim Gülşenî’ye: “Efendim! Tebrîz’den çıkalı kaç gün oldu?” diye sordu. O da; “Onyedi gün oldu” deyince, Halîl alay ederek; “Efendim! Tebrîz’den buraya bir ayda ancak gelinir. Hele bu kış mevsiminde yollar buzlu ve karlıdır. Daha uzun zamanda gelmek gerekmez mi?” deyip, inanmadı, İbrâhim Gülşenî hazretleri; “Biz ömrümüzde hiç yalan söylemedik. Yalan söyleyeni de sevmeyiz. Fakat şunu iyi biliniz ki, Allahü teâlânın sevdiği kulların himmeti dağları eritir. Bizim bir aylık yolu onyedi günde gelmemiz şaşılacak şey değildir ki... İnanmıyorsanız işte mektûp. Bugünkü târihe, bir de mektûpdaki târihe bakınız” buyurdu. Bu ağır sözlerden bir an duraklayan Halîl, mektûbu aldı ve yanındaki dîvân beyine verdi. Târihi okudular. Tam onyedi gün olduğunu gördüler. Mahcûb olan Halîl; “Efendim! Bu, sizin kerâmetinizden başka birşey değildir” dedi. İbrâhim Gülşenî de; “Madem ki evliyânın tasarruf etme gücüne inanıyorsunuz, öyle ise babanıza karşı gelmemelisiniz. Eğer bozuk niyetinizi düzeltmezseniz, sizi bu gece cezalandırırız” dedi. O sırada Vâli Halîl; “Yarın İbrâhim Gülşenî’yi öldürteyim” diye düşünüyordu. O gece rü’yâsında, İbrâhim Gülşenî’nin kendi boğazını sıkarak; “Bre zâlim! Yaptığın zulümler yetmezmi ki, cenâb-ı Hakkın hâlis kullarına da kötülük düşünürsün?” dedi. Halîl boğulacak gibi oldu. Yattığı yerde ellerini kaldırarak tövbe etti. Uyandığında ter içinde kalmış, çok korkmuştu. Yatağından kalkıp düşünmeye başladı, İbrâhim Gülşenî, o gece Kadıasker Alâyi’nin evinde misâfir idi. Gece yarısı olduğunda, ev sahibini uyandırdı ve; “Haydi Vâli Halîl’in konağına gidelim” buyurdu. Gece yarısı Halîl’in konağına girdiler. Yattığı yerin kapısına gelince, yüksek sesle; “Ey Halîl! Tövbe ettin mi, yoksa hâlâ beni öldürme fikrinde misin?” dedi. Vâli Halîl, ağlıyarak kapıdan çıktı ve İbrâhim Gülşenî’ye; “Efendim! Yaptıklarıma pişman oldum. Tövbe ettim. Yalvarıyorum bana duâ buyurunuz. Bundan sonra hiç kimseye zulüm etmiyeceğim” dedi.

Sultan Hasen’in devlet adamlarından ikisi, İbrâhim Gülşenî’yi (r.a) ziyârete geldiler. Gelenler daha hiçbir şey söylemeden, birisine; “Senin bu gece niyet ettiğin şey makbûldür. Fakat buradaki malından değil, köyden gelecek olandan ver. Kendi yerine gönderdiğin vekîlin sâlih bir kimsedir. İnşâallah senin için hac eder. Yalnız ücretini bol ver” dedi. Diğerine de; “Niçin sabah gusl edip tövbe etmedin? Burada oturma. Git, çabuk gusl abdesti alarak buraya gel” buyurdu. Meğer, o iki kimsenin birisi yerine hacca vekîl gönderecekmiş. Düşündüğü bir kimsenin bu işi yapıp yapamayacağı hakkında tereddüt ediyordu. Vereceği paranın helâlden olup olmadığında da şüphesi vardı, İbrâhim Gülşenî hazretlerinden bu kerâmetleri görünce, hemen Sultan Hasen’e gitti. Olanları anlattı. Sultan Hasen, İbrâhim Gülşenî’nin büyüklüğünü daha iyi anladı ve onu memnun etmek için Kâdı Hasen’i çağırdı. “Git, İbrâhim Gülşenî’yi ziyâret et. Bizden selâm söyle. Bizi duâdan eksik etmesin” diyerek pekçok hediyeler gönderdi Kâdı Hasen, İbrâhim Gülşenî’nin huzûruna gidip, selâmı söyledi ve hediyeleri arz eyledi. Selâmı alan İbrâhim Gülşenî, hediyeleri kabûl etmedi. Kâdı hediyeyi mutlaka vermek için zorlayıp duruyordu ki, İbrâhim Gülşenî; “Kâdı Efendi! Bana hediyeyi vermek için uğraşıp duracağına, acele ile evine git, kitapların yanıyor!” buyurdu. Kâdı sür’atle evine gitti. Baktı ki, mangaldan ateş sıçramış, kütüphânesindeki kitaplar yanmağa başlamış. Eğer yetişmese, kitaplarının hepsi ve evi yanacakmış. İbrâhim Gülşenî’nin bu kerâmetini de görünce, ona olan yakınlığı ve bağlılığı bir kat daha arttı. Gusl için gönderdiği kimse abdest alıp geldi. İbrâhim Gülşenî ona tövbe ettirdi. Tövbeden sonra o kimse evliyâlık hâllerine kavuştu.

İbrâhim Gülşenî, birgün uyurken aniden uyandı; “Bana bir haşere iğnesini sokmak istedi. Araştıralım bakalım” dedi. Orada bulunanlar araştırırken, bir akrebin İbrâhim Gülşenî’nin üzerine doğru geldiğini gördüler. Hemen öldürdüler.

O sıralarda Erdebil hânedanına mensûp Safevî Eshâb-ı Kirâm düşmanları, Tebrîz’deki Ehl-i sünnet müslümanları ortadan kaldırmak ve İbrâhim Gülşenî’ye zulmetmek için harekete geçtiler. Ateşe tapan mecûsîler ile birleşerek, Tebrîz’i işgal ettiler. Her tarafı yakıp yıktılar. Önlerine gelen genç, yaşlı, kadın, erkek demeden herkesi öldürmeğe başladılar, İbrâhim Gülşenî hazretleri bu fitneden kurtulmak için oradan hicret etmeğe karar verdi. Fakat hazırlanacak vakit bulamadan yakalandılar, İbrâhim Gülşenî; “Cenâb-ı Hak, İbrâhim aleyhisselâmı, Nemrûd’un ateşinden nasıl kurtardı ise, inşâallah bizi de öyle kurtarır” diyerek, Allahü teâlâya tevekkül eyledi. Tebrîz’i işgal eden komutan, kimsenin kaçmaması için çeşitli tedbirler alıp, her mahalle başına karakol kurdu. Sıkı tedbirler aldı. İbrâhim Gülşenî’yi de idâm etmek üzere alıp götürdüler ve başına bir nöbetçi koydular. Allahü teâlânın bir ihsânı olarak, onu bekleyen nöbetçi, İbrâhim Gülşenî’nin talebelerinden birinin yakını idi. İbrâhim Gülşenî’yi simâen tanımazdı, fakat ismini duymuştu. Ona karşı kalbinde büyük bir muhabbet vardı.. Karşısında duran elleri bağlı nûr yüzlü zâta sordu: “Siz kimsiniz?” O da; “İbrâhim Gülşenî’yim!” buyurunca, nöbetçi asker şaşırdı. Derhâl hürmet eden bir hâle girerek, ondan özür dilemeğe, kusurlarının affedilmesi için yalvarmağa başladı. “Size nasıl yardım edebilirim?” diye sordu, İbrâhim Gülşenî de; “Bağlarımı çözünüz” buyurunca, asker denileni yaptı. Kaçırma yollarını araştırdı ve başardı, İbrâhim Gülşenî oğluyla kaçarken, eşkiyalar önünü kesti. Onlara sordu: “Kimi arıyorsunuz?” Onlar da; “İbrâhim Gülşenî’yi kaçırdık onu arıyoruz” diye cevap verdiler. Onlara; “Ben de İbrâhim Gülşenî’yi arıyorum. Bulursanız bana haber verin!” deyince, eşkiya reîsi; “Aradığımız bunlar değilmiş” diyerek oradan ayrıldılar. Oğlu Ahmed Hayâlî ile Diyarbakır’a hicret eden İbrâhim Gülşenî’ye, şehrin “hâkimi, Âmir Bey ile kardeşi Kayıtmaz Bey son derece hürmet gösterdiler. İzzet ve ikramlarda bulundular. Fakat orada fazla kalmayıp, yollarına devam ederek Mısır’a gittiler.

İbrâhim Gülşenî’nin hocası Ömer Rûşenî hazretlerinin talebelerinden Tîmûrtaş ile Şahin efendiler de daha önce Mısır’a gelip yerleşmişlerdi. Mısır halkı onlara değer veriyor, saygı ve hürmette kusur etmiyorlardı, İbrâhim Gülşenî’nin Mısır’a gelmesini halk büyük bir sevinçle karşıladı. Kâdı’l-kudât Abdülberr bin Şahna, Tîmûrtaş ve Şahin efendilerin ricası üzerine Kubbet-ül-Mustafâ denilen yerde yerleşti. İnsanlara nasihate, ibâdetleri yapmanın, haramlardan kaçmanın faziletini anlatmağa başladı. Kısa zamanda Sultan Gavrî başta olmak üzere herkes onu çok sevdi. Onun kalblere şifâ olan sözlerini hep dinlemek, hiç kaçırmamak için huzûrunda bulunmağa gayret ettiler. Gelenlerin çok olması üzerine, hükümdâr ona, Müeyyediye’de bir medrese yaptırdı, İbrâhim Gülşenî oraya giderek, insanlara Ehl-i sünnet i’tikâdını ve Gülşenîye yolunu anlatmaya başladı.

Sultan Selim Hân Mısır’ı zaptettiğinde, İbrâhim Gülşenî hazretleri onu; “Azîzim, hayr-ı mukaddem ömrünün vârı safa geldin. Keremler eyledin gönlüniün sultânı safa geldin” diyerek karşıladı. Sultan Selim Hân, Ehl-i sünnet âlimi olan İbrâhim Gülşenî’ye çok saygı ve hürmet gösterdi. Pekçok yeniçeri ve sihâpiler sohbetiyle şereflendi. Onun duâsını alarak, feyz ve bereketlerinden istifâde etmeye çalıştılar.

Mısır’da İbrâhim Gülşenî hazretlerinin talebeleri ve sevenleri çoğaldı. Nâmı, zamanın sultânı Kanunî Sultan Süleymân Hân’a erişti. Sultan Süleymân Hân, onu İstanbul’a da’vet eyledi. İstanbul’a gelen İbrâhim Gülşenî hazretlerine çok hürmet gösterdi, ikramlarda bulundu. O sıralarda İbrâhim Gülşenî yüzdört yaşlarında idi. Gözlerinde bir rahatsızlık hissediyordu. Görmesi çok zayıflamıştı. Durumu Pâdişâh’a arz eyledi. Sultan da Kahhâlbaşı’na (Sürmeci başına) emrederek, gerekli ihtimâmı göstermesini emretti. Kahhâlbaşı da bütün gayretini sarfederek, Allahü teâlânın izniyle kısa zamanda yeniden gözlerinin açılmasına sebep oldu. İbrâhim Gülşenî sıhhate kavuşunca, Çıkrıkçılar başındaki Atîk İbrâhim Paşa Câmii’nde halka va’z ve nasihat etmeye başladı. Kısa zamanda İstanbulluların gönlünde taht kuran İbrâhim Gülşenî’ye, devlet erkânından ve halktan pekçok kimse talebe olmakla şereflendi. Pâdişâh, şeyhülislâm, âlimler ve evliyâ, onun ilimdeki üstünlüğünü çok takdîr ettiler. Bir müddet İstanbul’da kalan İbrâhim Gülşenî hazretleri, Pâdişâh’tan izin alarak tekrar Mısır’a döndü.

İbrâhim Gülşenî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin mesnevîsi tipinde, ona eş olarak, kırk gün içinde kırkbin beyitlik Farsça bir mesnevî yazdı ki, “Ma’nevî” ismini verdiği bu kitabı çok kıymetlidir.

İbrâhim Gülşenî’nin geleceğini ve onun çok büyük bir âlim ve velî olacağını, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri ikiyüzelli sene önce, Allahü teâlânın izniyle kerâmet olarak bildirmiştir. Beyt:

“Gülşenî dervişi güldür, goncalardır Mevlevî,
Bülbülü şeydâ okur ki, Mesnevî ki Ma’nevî.”

İbrâhim Gülşenî, 940 (m. 1534) senesi Şevval ayının dokuzuncu gününde, Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Yerine oğlu Ahmed Hayâli geçerek, Gülşenî yolunu devam ettirmeğe çalıştı.

İbrâhim Gülşenî vefât ettiği gün, Münteci Muhammed Efendi’nin evinin önündeki bir servi ağacı yere devrildi. Muhammed Efendi; “Bu hayra alâmet değil” deyip, duâ almak niyetiyle İbrâhim Gülşenî’nin evine doğru gitti. Eve vardığı zaman, vefât ettiğini öğrendi. Evinin önünde bir servi ağacının devrildiğini, Gülşenî’nin oğlu Ahmed’e anlattı. Orada bulunanlar hayret ettiler. Çünkü, yakınları tabut yapmak için her tarafa servi ağacı aramağa çıkmışlardı. Orada bulunanlar “Biz servi ağacı bulmağa etrâfa adam göndermiştik. Meğer sizin servinizin düşmesi İbrâhim Gülşenî hazretlerinin tabutu içinmiş” dediler. Bana teselli geldi. O serviden tahta biçtirerek, tabut yaptırıp getirdim. Onunla defn ettiler. Yıkarken etrâfa öyle güzel bir koku yayıldı ki, misk gibi... Bu kokuyu, orada bulunan herkes hissetti. “Bu, Cennet kokusudur” dediler.

İbrâhim Gülşenî’nin oğlu Ahmed Hayalî, babasından otuzyedi sene sonra vefât etti. İbrâhim Gülşenî’nin türbesine defnedildi. Kabri kazılırken etrâfa öyle güzel bir koku yayıldı ki, orada hazır olanlar bu kokunun Cennet kokusu olduğunu ve İbrâhim Gülşenî’nin kabrinden geldiğini anladılar. Sandukayı kaldırıp, toprağı kazmaya başladılar. Aşağı inildikçe koku arttı. Kokunun İbrâhim Gülşenî’nin mübârek kabrinden geldiği aşikâr oldu. Kabre inen şöyle anlattı: “Merak ederek İbrâhim Gülşenî’nin kabrini açtım. Aradan otuzyedi sene geçmesine rağmen, kefeninde leke bile yoktu. Mübârek başına doğru bakarak hürmetle selâm verdim. Kabirden şöyle cevap verdi: “Aleyke selâmullah yâ İbni!” Tahammül edemeyip, elimde olmayarak diz çöktüm. Yanımda Şeyh Ali’nin lalası vardı. O, korkudan yukarı çıktı. Ben Ahmed Hayâlî’nin cesedini kabre koydum. Üzerimdeki bütün yorgunluk ve korku gitti.”

İbrâhim Gülşenî hazretlerinin “Ma’nevî” isimli mesnevîsinden ayrı olarak, Arabî, Fârisî ve Türkçe dîvânları da vardır. “Ma’nevî’nin bir kısmını, talebelerinden Muhammed Fenâî Efendi Türkçeye tercüme etmiştir.

İbrâhim Gülşenî hazretlerinin yazdığı bir kaside şöyledir:

Aşk ile den hâlimi, n’olasıdır akıbet,
Nem var ise çün ânın, olasıdır akıbet.

Aşk ile, mecnûnluğum, vâlih-ü-meftûnluğum,
Faş oluben hâs-ü-âm, bilesidir akıbet

Aşk alıberî aklımı, unutturup naklimi,
Deli gibi dağlara, salasıdır akıbet.

Aşk ile şeydâlığım, ağlar iken güldüğüm,
Yâd-ü-biliş görüben, gülesidir akıbet.

Aşka olup mübtelâ, bir deme yüzbin belâ,
Başıma ondan kaza, gelesidir akıbet.

Dilin ile varlığın, sal yerine yokluğ al,
Almaz isen bîmakaal, alasıdır akıbet.

Aşk İzini izleyen, doğru yolun gözleyen,
Rûşenî’den Gülşenî, bulasıdır akıbet.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 26

2) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî) sh. 67

3) Kâmûs-ül-A’lâm cild-1, sh. 580

4) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1008

5) Rehber Ansiklopedisi cild-8, sh. 43

6) Menâkıb-i İbrâhim Gülşenî

7) Sefînet-ül-evliyâ cild-3, sh. 106