Anadolu’da yetişen İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. İsmi, Mevlânâ Seyyid İbrâhim bin Muhammed bin Hüseyn bin Ali el-Horasânî olup, Mevlânâ Seyyid İbrâhim diye tanınır. Babası Horasan diyârının ileri gelenlerinden Sadrüddîn Muhammed isminde bir zât olup, Anadolu’ya gelerek, Amasya yakınında bulunan Yenice ismindeki köyde yerleşmiş idi. O köyde büyük bir zaviyesi olup, orada talebe okuturdu, İbrâhim Efendi bu köyde dünyâya geldi. Doğum târihi bilinmemektedir. 935 (m. 1528) senesinde vefât etti. Vefâtında yaşının doksanı geçmiş olduğu rivâyet edilmektedir.
Seyyid İbrâhim’in babası Muhammed Efendi, kerâmet sahibi, çok yüksek bir velî idi. Rivâyet edilir ki, ömrünün sonlarına doğru Seyyid Muhammed Efendi’nin gözleri zayıflayıp, görme hassası kaybolmuş idi. Birgün, o zaman daha genç yaşta bulunan oğlu Seyyid İbrâhim ile beraber otururlarken, birden oğluna hitaben; “Ey gözümün nûru evlâdım. Başını açma. Çünkü hava soğuktur. Üşürsün” dedi. O da çok hayret edip; “Babacığım, sen göremezdin, benim başımın açık olduğunu nasıl bildin?” diye merakla suâl edince, babası şöyle cevap verdi: “Evlâdım, seni görmek arzum o kadar şiddetlendi ki, gözümü açıp seni bana göstermesi için, cân-ı gönülden Allahü teâlâya duâ ettim. O da bu duâmı kabûl edip, seni bana gösterdi. Şimdi yine gözüm perdelidir, ya’nî kapalıdır. Göremiyorum.”
Muhammed bin Hüseyn (r.a.), o zamanlar Amasya’da vâli olarak bulunan şehzâde İkinci Bâyezîd Hân ile çok iyi görüşüp sohbet ederler idi. Aralarında baba-oğul gibi münâsebet vardı. Bâyezîd Hân ona ismiyle değil. “Baba” diye hitâb eder, başka zamanlarda da yine bu şekilde bahsederdi. Her zaman onun duâsını isterdi.
Yine Seyyid İbrâhim’in babasına âit olan bir menkıbe şöyledir: Sadrüddîn Muhammed bin Hüseyn, birgün Şehzâde Bâyezîd Hân ile sohbet ederlerken, bir ara ona, ava çıkmak husûsunda aşırı davranmamasını, hattâ ava hiç çıkmamasını tavsiye etmişti. Bâyezîd Hân bu söze uyarak birkaç gün ava gitmedi ise de, yine birgün av için hazırlanıp, avlanma yerine gitti. Av esnasında Şehzâde’nin hizmetçileri ve maiyetindekiler, buldukları av hayvanını onun bulunduğu tarafa doğru sürerlerdi. Böylece o da, önüne gelen avı kolayca avlayıverirdi. Bu avda da, güzel bir ceylanı Şehzâde’nin bulunduğu yere sürdüler. Şehzâde tam okunu atıp ceylanı avlayacaktı ki, birden vazgeçti. Onu vurmadı. Şehzâde’nin bu hâli orada bulunanları hayrette bıraktı. Bu garîb hâlin sebebi kendisinden suâl edildiğinde, şöyle cevap verdi: “Tam ceylanı avlıyacağım sırada gördüm ki, babam (Şehzâde Bâyezîd, Muhammed bin Hüseyn’den hep “Babam” diye bahsederdi) güzel bir ceylanın sırtına binmiş bana doğru geliyor ve; “Ben seni avdan men etmemiş miydim?” diyordu. Onun bu sözü bana çok te’sîr etti. Ben o korku ile avlanmaktan vazgeçtim.”
İlk tahsilini babasının huzûrunda yapan Seyyid İbrâhim, bundan sonra ilim öğrenmek maksadıyla Bursa’ya gitti. Orada; Şeyh Sinânüddîn, Hasen Samsûnî ve Hocazâde gibi meşhûr âlimlerin derslerinde ilim öğrenip yetişti. Zamanın âlimlerinden oldu.
Bir ara, Karamanlı vezîr Mehmed Paşa tarafından, oğlunun ta’lim ve terbiyesi için ta’yin olundu. Bundan sonra Fâtih Sultan Mehmed Hân zamanında Sultan Bâyezîd’in oğlu Şehzâde Korkut’un hocalığına me’mûr oldu.
Merzifon, Karahisar ve diğer ba’zı şehirlerde müderrislik yaptıktan sonra, Amasya’da Sultan Bâyezîd Medresesi’ne müderris oldu. Bundan sonra da Amasya kadılığına ta’yin edildi. Sultan Bâyezid Hân’ın saltanatının son zamanlarında emekli oldu. Kardeşleri Hüseyn ve Abdâh efendiler de âlim ve veli zâtlar olup, Amasya’da Bâyezîd Medresesi’nde müderris idiler.
Yavuz Sultan Selim Hân, İstanbul’da Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin türbesinin yakınında bir ev satın alıp, Seyyid İbrâhim’e hediye etmişti. O da emekliliğinden sonra İstanbul’a gelerek bu eve yerleşti ve vefâtına kadar o evde ikâmet etti. Vefâtından evvel, kendisinden sonra bu evi, Ebû Eyyûb Medresesi müderrislerine mahsûs olmak üzere vakfetti.
Seyyid İbrâhim hazretleri, gayet uzun boylu, gür sakallı, heybetli bir zât idi. Güzel ahlâklı idi. Diğer evliyâ zâtlar gibi, o da az yemek, az uyumak ve az konuşmak kaidesine tam uygun yaşardı. Hiçbir zaman yatakta yatarak uyuduğu görülmezdi. Oturarak bir miktar uyuyup, uyku ihtiyâcını giderirdi. Çok kerâmetleri görülmüştür.
Devamlı olarak ibâdet ve tâat ile meşgûl olmayı, başka hiçbir şey ile alâkadar olmamayı tercih etti. Bu sebepten hiç evlenmedi.
Rivâyet edilir ki: Seyyid İbrâhim’in babası, talebelerinin ve yakınlarının da ısrarları ile, oğlu Seyyid İbrâhim’i sâlihlerden bir zâtın kızı ile evlendirmek istedi. O ise evlenmemek niyetinde idi. Fakat babasının bu husûstaki ısrarının pek fazla olması sebebiyle, sırf onun yüksek hatırı için bu işe râzı oldu. Tam bu sırada hiç beklenmedik birşey oldu ve Seyyid İbrâhim’in babası, evlendirme işinden vazgeçtiğini bildirip, bu işten el çekti. Sebebi bilinemiyen bu ani karar değişikliğine, Seyyid İbrâhim çok sevindi. Çünkü o, evlenmeyi zâten istemiyordu ve istemiye istemiye kabûl etmiş idi. Aradan bir zaman geçtikten sonra, yakınları Seyyid İbrâhim’in babasına suâl edip, bu husûsta çok ısrarlı olduğu hâlde, birden değişip ve aniden karar verip vazgeçmesinin hikmetini sordular. O da şöyle cevap verdi: “Rü’yâmda Resûlullah efendimiz (s.a.v.) bana hitâb edip; “Hak celle ve alâ hazretleri sana Seyyid İbrâhim gibi bir evlât vermiş iken, bununla kanâat etmeyip, onun evlâdını dahi görmeyi mi istersin?” buyurdular. Efendimizin (s.a.v.) bu ikâzından, evlenmesi husûsunda oğluma daha fazla ısrarda bulunmamamı işâret buyurduklarını anlayıp, bu işten derhâl vazgeçtim.”
Seyyid İbrâhim, bu hâdiseden sonra insanlarla münâsebetten yüz çevirip, gösterişten, bozuk niyetten uzak bir şekilde, hâlis bir kalb ile Allahü teâlâya ibâdet ve tâat etmeye başladı. Hâl ve gidişatında; salâh, doğruluk, iffet ve takvâ üzere ve dînimizin emirlerine tam uymakta son derecede titiz olup, zühd ve vera’ sahibi pek yüksek bir zât idi.
Hem anne, hem de baba tarafından asâlet sahibi temiz ailelere mensûb, çok edebli, aklı ve zekâsı fevkalâde olan bir kimse idi. Dünyâya düşkün olmaması o derecede idi ki, onun yanında altın ile saksı parçası bir idi. Dünyalık şeylerden eline geçenlerin, kendisine zarurî lâzım olan kadarlık kısmını bırakıp, fazlasını ihtiyâç sahiplerine verirdi. Bir ân Allahü teâlâdan gâfil olmazdı. Hizmetçileri dâhil, hiçbir zaman hiçbir kimseye şu işi şöyle yap diye emr etmez, zarurî lâzım olursa, yine emretmeyip imâ yoluyla bildirirdi. Meselâ su kabını boş görse, hizmetçisine bunu doldur demez; “Bunu yapan kimse su koymak için yapmıştır” derdi.
İlim sahibi olanlara ve bu ilimleri ile yalnız Allah rızâsı için çok ibâdet edenlere mahsûs nûrlar, Seyyid İbrâhim’in yüzünde gün ışığı misâli parlardı, insanlarla konuşmasında ender rastlanan bir husûsiyete sahip idi. Sözde ve fiilde, büyükler ile küçükleri bir tutar, küçükleri de büyükler gibi vekarla, ağırbaşlılıkla karşılardı. Bu da tevâzu’nun çokluğundan idi. Beş vakit namazı câmide cemâatle kılar, akşam ile yatsı arası mescidde bulunup, ibâdet ile meşgûl olurdu.
İnsanın anlatmaktan âciz kaldığı güzel sıfatları ve faziletleri yanında, hüsn-i hatta (güzel yazı yazmakta) da mehâret ve ihtisas sahibi idi. Birçok mu’teber eseri, kendi hattı (yazısı) ile yeniden yazmıştır.
Ömrünün sonlarına doğru gözlerinin görme hassası gidip, iki gözü birden a’mâ olmuş idi. Bir ilâç yapılıp, Allahü teâlânın izni ile bir gözü açıldı, ömrünün sonuna kadar, o bir tek gözü ile yetindi. Hiçbir zaman dünyâya rağbet gözüyle bakmadı.
Osmanlı âlimlerinden Taşköprüzâde diye tanınan Ahmed bin Mustafa, Şakâyık-ı Nu’mâniyye isimli meşhûr eserinde, Seyyid İbrâhim’i anlatırken buyuruyor ki: “Ölüm hastalığında Seyyid İbrâhim’i ziyârete gittim. Vefâtı yaklaşmış idi. Geldiğimi anlayınca gözünü açıp; “Hak teâlâ hazretleri çok kerîm ve latîfdir. O’nun, ta’rîf ve tavsifin çok üstünde, hadsiz ve hesapsız olan lütuf ve keremi bana müşâhede olundu” buyurdu. Bundan sonra yine kendinden geçip gözlerini kapadı. Hep, Allahü teâlânın yüce ismini tekrarlıyordu. Ben biraz sonra, kendisine duâ ederek yanından ayrıldım. O gece vefât ettiğini öğrendim. Cenâzesi, Ebû Eyyûb-i Ensârî (r.a.) hazretlerinin câmiine yakın bir yerde defn olundu.”
Rivâyet edilir ki, zamanında bulunan haddîni bilmez bir kimse, Seyyid İbrâhim’e dil uzatıp gıybetini yapar, hakkında uygun olmayan şeyler söylerdi. Bu kimsenin yaptıkları, söyledikleri, defalarca Seyyid İbrâhim’e haber verildiği hâlde, o bir cevap vermeyip hep sükût eder ve sabrederdi. Yine bir gün o kimsenin, haddi aşarak ve daha da ileri giderek söylediklerini kendisine haber verdiler. Önceki söyledikleri yara olarak kalbinde durduğu ve hiçbir şey söylemeyip hep sabrettiği hâlde, bu defa çok üzülüp gayrete gelerek; “Acaba şu anda lisânı (dili) döner, hareket eder mi ki?” dedi. Mübârek gönlü çok incinip, o kimseye; “Dili kurusun” diye bedduâ etti. O gece, o kimsenin dili tutuldu ve ölünceye kadar hiç konuşamadı. O kimsenin bu acıklı hâlini görenler, Allahü teâlânın velî kullarına dil uzatmanın, karşı gelmenin ve edebsizce sözler söylemenin ne kadar tehlikeli olduğunu ve ne ağır belâ ve musibetlere uğranacağını anladılar.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye cild-1, sh. 343
2) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 319
3) Şezerât-ül-zeheb cild-8, sh. 206
4) Sicilli Osmanî cild-1, sh. 92
5) Kâmûs-ül-a’lâm cild-1, sh. 531
6) Amasya Târihi cild-3, sh. 225