İBN-İ MÜNÎR

Şafiî mezhebi âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Abdürrahîm bin Münîr el-Ba’lî olup, lakabı Şemsüddîn’dir. Daha çok İbn-i Münîr diye tanınır. Suriye’de, Dımeşk’a (Şam’a) üç günlük mesafede bulunan ve acâib binaları ve eski eserleri ile tanınan Ba’lebek şehrindendir. Doğum târihi bilinmemektedir. 937 (m. 1531) senesi Safer ayının ikisinde, Pazar günü Ba’lebek’te vefât edip, talebelerine ders verdiği zaviyesinin bahçesinde defn olundu. Vefât senesinin 931 (m. 1524) olduğu da rivâyet edilmiş ise de, 937 (m. 1531) olması ihtimâli daha kuvvetlidir.

İbn-i Münîr, evliyânın büyüklerinden olan İbrâhim Metbûlî hazretlerinin yetiştirdiği talebelerin önde gelenlerinden, âlim, ârif, faziletler sahibi, zâhid bir zât idi. Yumuşak huylu, güleryüzlü, sevimli bir hâli vardı, insanlar, sohbetlerinden istifâde etmek, mübârek kalbinden yayılan feyz ve nûrlara kavuşmak için huzûruna gelirler, hazır bulunurlardı.

İbn-ül-Münîr, nafakasını te’min için, üstübeç, zercâr (bakır sülfat) gibi maddeler ve ıtriyat (güzel kokular) yapıp satardı. Hergün Ba’lebek çarşısında bu hazırladıkları şeyleri satar, kazandığı altın, gümüş ve bakır paraları bir kâğıdın içine koyardı. Böylece her satıştan kazandığı para, cebinde ayrı kâğıtlara sarılmış hâlde dururdu. Huzûruna fakir bir kimse gelip bir yardım talebinde bulunsa, elini cebine atar, içinde para bulunan dürülü kâğıtlardan ne kadar gelirse, hepsini o fakire verirdi. Verirken de, verdiği kâğıtların içinde ne kadar para bulunduğuna, fakire ne kadar verdiğine bakmazdı, iyilik, ihsân ve ikramları pekçok olup, çok sadaka verirdi. Bilhassa takvâ sahiplerine, iyi kimselere çok yardımda bulunurdu. Mescidleri i’mâr eder, dünyalık bir malı bulunmayarak vefât eden, garîb ve fakir kimselerin kefenleme masraflarını karşılardı.

Diğer insanlar yanında olduğu gibi, hâkimler ve makam sahipleri arasında da hürmet ve i’tibârı çok idi. Talebelerine ve herkese karşı edebe uygun bir şekilde emr-i ma’rûf ve nehy-i münkerde bulunurdu.

Diğer evliyâ zâtlar gibi, İbn-i Münîr hazretleri de nefsin arzularına uymayıp, ona zor gelen ibâdetleri çok yapmakta pek ileri idi. Çok ibâdet ederdi ve devamlı olarak Allahü teâlâyı zikrederdi.

Her sene hacca giderdi Bu gidişinin çoğu yaya olurdu. Omuzunda sâdece bir su kabı bulunur, onunla insanlara su dağıtırdı. Vefâtından evvel altmışyedi defa hacca gittiğini söylemiştir. Her sene hac vazîfesini ifâ ettikten sonra memleketine dönmeyip, Kudüs’e Mescid-i Aksâ’ya gider, orayı da ziyâret ederdi. Orada bir ay kadar kaldıktan sonra memleketine dönerdi. Tam otuz sene müddetle, devamlı olarak gündüz bir hatim, gece de bir hatim okumayı ihmâl etmedi. Sâde, gösterişsiz elbise giyerdi.

Hacca gidip gelirken, yolda ve orada kaldığı müddetçe birkaç hurmadan başka birşey yiyip içtiği görülmezdi. Oralarda yemek yenip su içilince, def-i hacet hâsıl olacağından o mukaddes yerlerde böyle bir işi edebe uygun bulmazdı.

Ba’zı senelerde de hacca giderken, hayvanına zâhire, şeker, iğne, iplik, sürme gibi ihtiyâç eşyalarını yükler, götürüp oradaki insanlara dağıtırdı, insanlar onu, şehrin dışına kadar çıkarak karşılarlardı.

Abdülvehhâb-ı Şa’rânî (r.a.), “Tabakât-ül-kübrâ” isimli eserinde şöyle anlatır: “İbn-i Münîr hazretlerinin vefâtının yaklaştığı haberi bana ulaşınca, Ebü’l-Abbâs el-Harîsî ve Ebü’l-Abbâs el-Gamrî ile birlikte onu ziyâret etmeye niyet ettik. Ertesi günü sabah erkenden, Bâb-ün-nasr denilen yerde buluşup yola çıkmaya karar verdik. Oraya kim erken gelirse, diğerlerimizi bekleyecekti. Sabahleyin ben geldiğimde, orada arkadaşlarımı bulamadım. Oradaki kapıcı dedi ki: “Onlar buraya geldiler. Epey müddet beklediler. Sonra da, Hânke yolundan çıkıp gittiler.” Ben de onlara yetişirim ümidiyle yola çıktım. Biraz sonra Yemen tarafından gelen bir derviş ile karşılaştım. Bana; “Nereye gidiyorsun?” dedi. “İbn-i Münîr hazretlerine gidiyorum” deyince; “Ben de aynı yere gidiyorum” dedi. Benim bindiğim hayvan topal, vakit de kış günü olduğu için, normalde akşama ancak varabilirdik. Fakat daha güneş az yükselmiş idi ki, birden kendimizi o zâtın yanında bulduk. Yanına girdik. Çok halsiz düşmüş, gözlerinde takat kalmamış idi. Üç günden beri konuşmadığını öğrendik. Bizim girdiğimizi hissetti. Fakat kim olduğumuzu tanıyacak hâlde değildi. “Kimsin?” diye sordu. “Abdülvehhâb” dedim. Bunu duyunca; “Kardeşim, buraya kadar niçin zahmet ettin?” dedi. “İnşâallah bu ziyâretimiz çok hayırlı olur. Sevâb kazanırız” dedim. Bana çok duâ etti. Öğle namazından sonra veda edip ayrıldım. Hânke’ye geldiğimde ikindi vakti olmuştu. Biraz sonra bulunduğum yere Ebü’l-Abbâs girdi. Benim henüz gitmediğimi yeni geldiğimi zannediyordu. “Haydi, hayvanına bin gidelim” dedi. “Ben oraya gittim, ziyâret ettim. Şimdi geri dönüyorum” dedim. Bu sözüme çok hayret ettiler. İnanmazsanız oraya vardığıma dâir işâretimi de size söyleyebilirim. Meselâ, İbn-i Münîr hazretlerinin yaslandığı yastık kırmızı idi. İsterseniz gidince kontrol edersiniz” dedim. Ben anladım ki, yanına giderken ve gelirken aradaki çok uzak mesafeyi Allahü teâlânın izni ile çok kısa zamanda almam, hep İbn-i Münîr hazretlerinin bir kerâmeti idi.

İbn-i Münîr hazretlerinin tasavvufa dâir, “Rekâik-ül-hakâik” isimli bir eseri vardır.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Tabakât-ül-kübrâ cild-2, sh. 130

2) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 178

3) Mu’cem-ül-müellifîn cild-10, sh. 158

4) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 226

5) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 234

6) İzâh-ül-meknûn cild-1, sh. 581