Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. İsmi, Hüseyn bin Ali el-Kâşifî el-Beyhekî es-Sebzevârî el-Hirevî olup, meşhûr “Reşehât ayn-ül-hayât” kitabının sahibi olan Ali Hirevî’nin babasıdır. Lakabı Kemâleddîn’dir. Kâşifi, Vâ’iz-i Hirevî, Veli Hüseyn Kâşifi gibi isimlerle tanınır. Şiirlerinde Kâşifi mahlasını (takma adını) kullanırdı. Aslen Horasan’da bulunan Sebzevâr beldesindendir. Doğum târihi tesbit edilememiştir. 910 (m. 1504) senesinde Hirat’ta vefât etti.
Zamanında bulunan âlimlerin derslerinde bulunarak, zâhirî ve bâtınî ilimlerde kemâle gelen Hüseyn Vâ’iz; tefsîr, hadîs, fıkıh, edebiyat ilimlerinde ve tasavvuf yolunda zamanının önde gelen büyüklerinden oldu. Sultan Hüseyn Baykara zamanında Hirat’ta vâ’iz idi.
Hayâtı hakkında kaynak eserlerde, teferruatlı ma’lûmat bulunamayan Hüseyn Vâ’iz-i Kâşifi çok kitap yazmış olup, Fârisî dilde yazdığı Mevâhib-i aliyye tefsîri meşhûrdur. Bu tefsîre Tefsîr-i Hüseynî de denmektedir, İsmâil Ferruh Kırımî, 1246 (m. 1830) senesinde Türkçeye tercüme edip, Mevâkib ismini vermiştir. Ayrıca Muhammed bin İdrîs-i Bitlisî başka bir tercümesini yapmıştır.
Diğer eserlerinden ba’zılarının isimleri şunlardır: 1) Ahlâk-ı muhsinî (Bu kitap İngilizce’ye de tercüme edilmiştir), 2) El-Erbeîn fî ehâdîs-il-mev’ıza, 3) Esrâr-ı Kâsımî, 4) Envâr-ı Süheylî, 5) Bedâi’ul-eşkâr fî sanâyi’ıl-eş’ar, 6) Tuhfet-üs-salât, 7) Tuhfet-ül-âliyye, 8) Tefsîr-i sûre-i Yûsuf (bi-lisân-il-ırfan), 9) Cevâhir-ül-esrâr ve zevâhir-ül-envâr fî şerh-ı Mesnevî, 10) Cevâhir-ut-tefsîr li-tuhfet-il-emîr, 11) Er-Risâlet-ül-âliyye fil-ehâdîs-in-nebeviyye fî şerh-i Erbe’în, 12) Ravdat-üş-şühedâ, 13) Seb’at-ül-kâşife, 14) Fadl-üs-salât alen-Nebiyyi (s.a.v.), 15) Feyz-ün-nevâl fî beyân-iz-zevâl, 16) Levâih-ül-kamer, 17) Mir’ât-üs-safâ, 18) En-Nikâveti fî beyân-it-tilâveti, 19) Letâif-üt-tavâif, 20) Matla’ul-envâr.
Hüseyn Vâ’iz-i Kâşifî’nin yazdığı Ahlâk-ı muhsinî isimli eserden ba’zı kısımlar:
Güzel ahlâkın alâmetleri: Hikmet sahipleri demişlerdir ki, güzel ahlâkın alâmetleri ondur: 1- İyi insanlara muhalefet etmemek, 2- Fedâkârlığı hep başkalarından beklemeyip, kendi nefsinden fedâkârlıkta bulunmak, 3- Hiç kimsenin aybını araştırmamak, 4- Bir kimsede uygun olmayan bir hâli gördüğü zaman onu iyiliğe te’vil etmek, sû-i zanda bulunmamak, 5- Kabahati olan bir kimse özür dilediğinde özrünü kabûl etmek, 6-Yapabildiği kadar muhtaçların ihtiyâçlarını gidermek, 7- İnsanlardan gelen eziyet ve sıkıntılara sabır ve tahammül etmek, 8- Kendi ayıplarını görmek, kendi ayıplarını araştırıp onları düzeltmekle meşgûl olmak, başkalarının ayıplarıyla uğraşmamak, 9-Herkese tatlı dil, güleryüz göstermek, 10- İnsanlarla yumuşak konuşmak ve onlara yumuşak muâmelede bulunmak.
Eski zamanlarda sultanlardan biri, oğlunun süslü, zînetli ve kıymetli elbiseler giymiş hâlde gittiğini gördü. Ona dedi ki, “Ey oğlum! Senin giydiğin elbiselerin eşi, benzeri bulunur. Fakat sultanlar öyle elbiseler giymeli ki, başka kimse onun gibi elbise bulamamalıdır.” Oğlu hayretle; “Babacığım, o dediğiniz elbisenin aslı nedir ki, benim şu giydiklerimden daha kıymetli ve daha süslü olsun?” deyince, babası çok güzel cevap verip; “O dediğim elbise, atkısı iyilik ve güzellikten, çözgüsü de adâletten dokunmuş kumaştan olmalıdır” deyince, oğlu buradaki ince ma’nâyı çok iyi anladı. Mehâretin, pahalı kumaşlardan süslü elbiseler giymekte değil, zâhirini ve bâtınını İslâmın güzel ahlâkı ile süslemekte olduğunu anladı. Güzel ahlâk sahibi olmaya, dinimizin emirlerine tam uygun yaşamaya gayret etti. Hakikî saadet ve rahatlığın İslâmiyete tam uymakla mümkün olduğunu, gösteriş ile ve haram işleyerek yapılan işin ve bundan zevk aldığını zannetmenin hakîkatte sıkıntı ve rahatsızlık olduğunu, kendi tecrübesi ile çok iyi kavramış oldu.
İyi kimselerle beraber bulunmak: Dâima hayır sahibi iyi kimselerin sohbetlerinde bulunmak, özü sözü doğru, fazilet ve kerem sahibi zâtlar ile beraber olmak, saadetin kimyâsıdır. Ya’nî insanı saadete kavuşturan en kıymetli sermâyedir. Dînine bağlı sultanların âdetleri öyle idi ki, onlar hiçbir zaman meclislerinden hikmet ve fazilet sahibi âlimleri eksik etmezler idi. Onlar ile meşveret etmeden, onlara danışmadan herhangi bir hüküm vermezlerdi. Bu sebeple saltanattan adâlet ve istikâmet üzere devam ederdi. Bu sultanların hemen hemen hepsi de ilim sahibi faziletli kimseler idi.
Büyükler buyurmuşlardır ki: “Sâlih dost, attâr (güzel kokular satan kimse) gibidir. Itriyattan sana birşey vermese dahî, hiç olmazsa güzel kokusundan nasîb alır, istifâde edersin. Sâlih olmayan, uygunsuz ve kötü arkadaş ise, demirci gibidir. Kendisiyle beraber bulunduğunda, seni demirci ocağına (ateşe) atmasa bile, dumanından ve buharından rahatsız olursun. İsi ve dumanı üzerine siner.”
Hakîkî âlim ve ârif zâtlar bulunmadığı, bulunsa da beraber olup, sohbetinde bulunmak imkânı olmadığı zamanlar, bir meclisde bulunabilecek en güzel sohbet arkadaşı, büyüklerin kitaplarıdır. Bu musahipler (ya’nî büyüklerin kitapları olan sohbet arkadaşları), o meclislerde olanlardan hiçbir şey istemez. Onlardan dâima istifâde olunur. Onunla birlikte bulunan, bir sıkıntı, yorgunluk ve bezginlik hissetmez.
Haya: Haya üç kısımdır. Birincisi; insanın kendi ayıp ve kusurlarından dolayı utanmasıdır. Haya sahibi olan bir mü’min, gaflet ile işlediği kabahatleri düşünüp, pişman olmalı, üzülmeli, bunları kime karşı işlediğini düşünerek mahcub olmalı, utanmalıdır.
Hayanın ikinci kısmı; keremden hayadır. Kerîm olan bir zâtın yanına, acz ve ihtiyâç sahibi, zavallı bir kimse gelerek birşey isteyince, kerîm olan zâtın o zavallıyı eli boş olarak göndermekten haya etmesi, utanması, keremden hayadır.
Keremden haya sıfatının en yüksek derecesi ile muttasıf olan Allahü teâlâdır. Günahkâr bir kimse, samimiyetle suçlarını i’tirâf ederek, acz ve kırıklık ile el açıp boyun bükerek ve gözyaşı dökerek yalvarsa ve affını dilese; Allahü teâlâ o kulu eli boş döndürmekten haya eder ve o kulunun günahlarını affeder. Beyt:
Vararak ol yüce dergâha iltica eden,
Ne mümkün eli boş dönsün, affedilmeden.
Hayanın bu ikinci kısmına misâl olmak üzere şöyle bir hâdise anlatılır Abbasî halifelerinden Me’mûn zamanında çöllerde yaşayan bir köylü vardı. Bu köylünün mensûb olduğu kabile, kıtlık ve susuzluk sebebiyle çok bunalıp, sıkıntıya düştüler. O köylü bu zor şartlardan kurtulmak ve sulak bir yer bulmak ümidi. İle kabilesini terkedip yollara düştü. Nihâyet toprağı güzel ve suyu bol olan bir yere vardı. Oradaki tatlı ve serin sulardan kana kana içti. Bu su kendisine o kadar çok tatlı geldi ki, sudan bir kova doldurup halifeye götürmeye niyet etti. Aradaki mesafe çok uzak olmasına rağmen, bu suyun, tam halîfeye hediye edilecek güzellikte olduğunu zanneden köylü, testisini doldurup, yollara düştü. Epey müddet yola devam etti. Bu sırada Halife Me’mûn ma’iyetiyle birlikte bir yerden memleketine (Bağdad’a) dönüyordu. Köylü bu gelenin halife olduğunu anlayınca, derhâl yaklaşarak, halife ile görüşmek istediğini söyledi. Me’mûn; “Söyle bakalım. Ne istiyorsun?” dedi. O da; “Size kimsenin getirmediği bir hediye getiriyordum” dedi. Me’mûn, hayretle ve merakla;
“Hediyen ne imiş, görelim” dedi. Köylü testiyi uzatınca, hizmetçilerden biri bir maşrapa su doldurup halîfeye verdi. Halife köylünün durumunu ve maksadını iyi anladığından, onu üzmemek ve hayâl kırıklığına uğratmamak için, uzak yoldan gelmekle bozulmaya başlamış ve kokusu değişmiş olan bu sudan birkaç yudum içti. Köylüye de bu suyu getirmesinin sebebini anlattırdı. Sonra da ona bol miktarda para yardımında bulunup gönderdi. Köylü gittikten sonra, yanında bulunanlar, halîfeye; köylüye böyle muâmelede bulunmasının hikmetini suâl ettiler. O da şöyle cevap verdi: “Köylünün anlattıklarını siz de dinlediniz. O, en tatlı ve güzel suyun, getirdiği su olduğunu zannediyor. O kadar fevkalâde bir su olmadığını, üstelik getirdiği suyun da uzun yolculuk esnasında bozulup, koktuğunu da bilmiyor. Büyük bir ümid ile bize gelmiş. O sudan köylünün yanında sizlere de verseydim, suyun tatsızlığını siz sezdirecektiniz. O ise buna son derece üzülürdü. Eğer onu geri döndürmeyip birlikte Bağdat’a götürseydik, orada Dicle nehrini görünce, getirdiği bir testi suyun ne kadar ma’nâsız olduğunu anlayacak, daha fazla utanıp mahcûb olacaktı. Onun için böyle yaptım (ya’nî geri gönderdim). Ben ondan haya eder utanırım ki, bir fakir bana iltica edip, iyilik ve ihsâna kavuşmak ümîdi ile elini uzatıp yüzsuyu döksün de, ben onu eli boş ve gönlü kırık olarak geri göndereyim.”
Hayanın üçüncü kısmı şudur ki: dînen ve aklen istenilmesi uygun ve münâsip olmayan bir işi işlemekten utanmalı, edebi, o isi işlemesine müsâade etmemelidir.
Sultan Mahmûd-i Gaznevî, birgün vezirlerine emir verip, halk içinde en ahmak kim ise bulunup getirilmesini istedi. Her tarafı araştırdılar. Çok yüksek bir çınar ağacının tam tepesine çıkıp, elindeki balta ile üzerine bastığı dalı kesmeye çalışan bir kimse gördüler. Bu kimse, kestiği dal ile beraber düşüp parçalanacağı için, böyle bir işi yapmakla bunun insanların en ahmağı olduğuna karar verip, o kimseyi sultânın huzûruna getirdiler. Sultan; “Bundan daha ahmak kimse vardır” dedi. Merakla; “Sultânım, bundan daha ahmak olan kimdir?” diye suâl ettiklerinde, sultan şöyle cevap verdi: “İnsanların en ahmağı, zâlim bir idârecidir ki, dâima zulme hazırlanır, hep teb’asına cevr-ü-cefâ etmekle kendi kendini perişan edip, askerinin kuvvet ve kudretini de yok eder. Hepsini takatsiz bırakır. Böylece mağlub olur ve bayrak hâkimiyetini de kaybeder. Hiçbir yerde heybet ve i’tibârı kalmaz. Hem kendini, hem etrâfım harâb eder. İşte bu, insanların en ahmağıdır.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-4, sh. 34
2) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 316
3) Kâmûs-ül-a’lâm cild-3, sh. 1960
4) İzâh-ül-meknûn cild-1, sh. 76 cild-2, sh. 416, 674
5) Keşf-üz-zünûn sh. 398, 1305, 1574, 1648, 1896, 1916
6) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1016, 1097, 1104, 1107
7) Eshâb-ı Kirâm sh. 348