HÜSEYN-İ MECZÛB

Mısır’da yetişen evliyânın büyüklerinden. Hüseyn-i Meczûb diye tanınır. Evliyâlık hâlleri ile ve Allahü teâlânın aşkı ile kendinden geçmiş hâlde bulunurdu. Zamanında bulunan evliyâ arasında, devamlı olarak oruç tutan bir zât olarak tanınırdı. Doğum târihi bilinmemektedir. Hâl tercümesi hakkında kaynaklarda fazla ma’lûmat bulunamıyan Hüseyn-i Meczûb 920 (m. 1514) senesinde vefât etti.

Çok kerâmetleri görüldü. Susadığı zaman bir kuyunun başına gider ve; “Ey kuyu! Hüseyn susamış” derdi. Allahü teâlânın izni ile, kuyunun suyu bir anda yükselirdi. Hüseyn-i Meczûb o kuyudan kana kana içer, sonra kuyunun suyu yine eski seviyesine inerdi.

Rivâyet edilir ki, Hüseyn-i Meczûb’un bulunduğu beldede Ebû Kûre isminde değirmencilik yapan bir kimse ve hanımı vardı. Bunların çocukları olmuyordu. Birgün bu hanım, Hüseyn-i Meczûb’a haber gönderip, bir çocukları olması için duâ ederse ve bir çocukları olursa, sevâbını kendisine hediyye etmek üzere bir mevlid okutmayı nezrettiğini (adadığını) bildirdi. O da duâ etti. Hakîkaten o hanım hâmile oldu ve bir erkek çocuğu oldu. Fakat aradan geçen zaman içinde, o hanım yaptığı nezri unuttu. Birgün bu hânım, bir tavuk kızarttı. Efendisiyle birlikte yemek üzere sofraya geldi. Bu sırada tek gözlü bir kimse geldi. Tavuğu kapıp götürdü. Hüseyn-i Meczûb hazretlerinin de bir gözü görmezdi. Ya’nî sofradan tavuğu alıp giden kimse Hüseyn-i Meczûb’a benziyordu. Kadıncağız bu hâle çok teaccüb ederek geceledi. Sabah olunca, Hüseyn-i Meczûb bunların evine geldi. O hanıma dedi ki: “Sizi îkâz etmek için sofranızdan tavuğu ben aldım. Nezrinizi yerine getirmezseniz (mevlid okutmazsanız), çocuğunuzu da aynı şekilde alıp, giderim.” Nezrini hatırlayan kadıncağız, derhâl adağını yerine getirdi.

Hüseyn-i Meczûb’un talebelerine ders vediği dergâhında, gece bekçilik yapan, nöbet tutan bir talebesi vardı. Birgün akşam bu talebeye, sabaha kendisi için et yemeği hazırlamasını söyledi. O gün de dergâhta et bitmişti. Akşam vakti olduğundan, dışarıdan alıp getirmesi de mümkün değildi. Ne yapayım diye telâşlanırken, çaresiz beklemeye başladı. Nöbete devam etti. Geç vakit olunca, dergâhın önünde bir kimse göründü, önünde yüklü bir merkep vardı. O kimse bu nöbetçi talebeden, yükü indirmek için kendisine yardım etmesini istedi. Yükü indirdiler. Talebe yükte ne olduğunu sorduğunda, o kimse, dergâha taze et getirdiğini söyledi. Talebe de teşekkür edip sevindi. Hemen o etten, hocası için güzel bir yemek hazırladı. Sabah olup yemeği ona ikram ettiğinde, hocası; “Akşam et yok diye epeyce telâşlandınız değil mi?” dedi. Hâlbuki bu talebe, merak ve endişesini hiç kimseye söylememişti.

Hüseyn-i Meczûb’a bir gün, hanımı tarafından olan akrabalarından birisi gelmişti. Ona; “Benim ecelim (vefâtım), Bâb-ı züveyle denilen yerde bulunan bir fakirin vasıtasıyla olacak” dedi. Sonra kendisini taşıyacak bir merkeb istedi. Merkebi hazırladılar. Bindi, o akrabası ile birlikte o dediği yere (Bâb-ı züveyle’ye) gittiler. Yol boyunca herhangi bir rahatsızlığı görülmedi. Oraya vardıklarında, dilencilik yapan, insanlardan ekmek isteyen bir fakir gördüler. O fakir bunları görünce, ayağa kalktı. Yanlarına gelip Hüseyn-i Meczûb’a bir tokat vurdu. Sonra Hüseyn-i Meczûb kendisini getiren kimseye tekrar geri götürmesini söyledi. Geri dönerken yolda vefât etti.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 407