HASEN CAN

Yavuz Sultan Selim Hân’ın nedimi ve “Tâc-üt-tevârih” kitabının müellifi Şeyhülislâm Hoca Sa’deddîn Efendi’nin babası. Hasen Can, Sultan Selim Hân’ın 920 (m. 1514)’de Çaldıran seferinde Tebrîz’den getirdiği Azerî Türklerindendir. Babası Müezzin Hâfız Mehmed, onun babası da Hâfız Cemâleddîn’dir. Kesin olmamakla beraber 896 (m. 1490) senesinde doğduğu tahmin edilmektedir. Babası, Akkoyunlu hükümdârı Ya’kûb Hân’ın saray Hâfızı idi. Çok güzel sesi vardı. Davudî sesiyle okuduğu Kur’ân-ı kerîm, dillere destan olmuştu. Yavuz Sultan Selim Hân daha Trabzon’da şehzâde iken, onun medhini işitmişti. Pâdişâh olunca, İran üzerine tertiplediği Çaldıran seferinden sonra eline geçirdiği Tebrîz’in âlimlerini ve san’at sahiplerini İstanbul’a götürmüştü. Bu âlimler arasında, sesinin güzelliği ile meşhûr olan İsfehanlı Müezzin Hâfız Mehmed ile oğlu Hasen Can da vardı. Sultan, Hasen Can’ın babasına çok yakınlık gösterdi. Onu sarayına alıp, nedimi ve musahibi yaptı. Babasının vefâtından sonra Pâdişâh’ın nedimi olan Hasen Can, meşhûr Osmanlı müverrihi (tarihçisi) ve Şeyhülislâm Hoca Sa’deddîn Efendi’nin babasıdır. Hasen Can, Yavuz Sultan Selim Hân’ın büyük sevgisini kazanmış, Sultân’ın hizmetinden bir an ayrılmamıştı. Hasen Can’ın vefâtı, 975 (m. 1567) senesi civarındadır.

Hasen Can, Çaldıran seferi dönüşünden, vefâtı ânına kadar Sultan Selim Hân’ın yanından hiç ayrılmamış, onun mahremi, sohbet ve sır arkadaşı olmuştu. Çok güzel Kur’ân-ı kerîm okurdu. Sohbetleri çok tatlı ve emîn bir kimse idi. Sultan ile uzun gecelerde sabahlara kadar hiç uyumadan sohbet ederler, kitap okurlardı. (Nedim veya musâhib, pâdişâhların devamlı yanında bulundurduğu geniş ilim sahibi, sözünden, sohbetinden istifâde edilen veyahut zarif, nüktedân ve hazır cevap kimseler idi. Bunlar pâdişâhların i’timâdını kazanmış olup, dâima kendileriyle sohbet ederlerdi.) Hasen Can, uzun yıllar maiyetinde bulunduğu Osmanlı Sultânı Yavuz Selim Hân’ın birçok hâllerini, menkıbelerini ve ölümü ile neticelenen şîr-pençe hastalığının seyrini oğlu hoca Sa’deddîn Efendi’ye anlatmış, Sa’deddîn Efendi de, “Selîmnâme” adlı risalesinde, babasının anlattığı bu çok canlı ve bir Osmanlı hükümdârının husûsî hayâtına âit safhaları kaleme almıştır. “Selîmnâme”, Sa’deddîn Efendi’nin “Tâc-üt-tevârih” kitabının sonuna eklenmiştir.

Hasen Can’ın oğlu Hoca Sa’deddîn Efendi, “Selîmnâme” adındaki eserinde, dedesi ve babası hakkında şu bilgileri nakletmektedir:

“Dedem Hâfız Mehmed Efendi, Akkoyunlu hükümdârı Ya’kûb Hân’ın devrinde [888-896 (m. 1478-1490)] Tebrîz’de yetişmiş ve onun saray Hâfızı olup, herkes tarafından çok sevilen ve hükümdârın gözdesi olan bir zât idi. Sultan Ya’kûb’un vefâtından sonra tahta geçen genç pâdişâh Rüstem Hân da dedemize pek fazla iltifât gösterip, onu sarayına almıştı. Rüstem Hân’ın vefâtından sonra, şehzâdeler arasındaki taht kavgaları sebebiyle devletin fetret devri başladı, parçalanıp yıkılmaya yüz tuttu. Bu sırada, babası Şeyh Haydar’dan kalan Hataylı tekkesinde şeyh olan Şah İsmâil, etrâfında toplanan müridleri ile Şirvan’a saldırdı. Eshâb-ı Kirâm düşmanlığını ilân edip, Ehl-i sünnet i’tikâdındaki birçok müslümanı öldürdü. 908 (m. 1502) senesinde, Tebrîz’de Safevî hükümetini kurdu. Hazreti Ebû Bekr ile Hazreti Ömer’e ve Eshâb-ı Kirâmın daha birçoğuna dil uzatıp sövmeye başladı. Câmilerde namaz kılmayı yasak edip, minberleri yıktırdı. Tutup yakalattığı bütün Ehl-i sünnet âlimlerini şehîd etti. Müslümanların mallarına, kadınlarına ve kızlarına saldırıp ellerinden aldı. Askerine dağıtarak, istedikleri gibi kullanmalarına izin verdi. Akla hayâle gelmedik daha nice kötülükler yaptı. Müslümanların bu perişan hâlini haber alan Yavuz Sultan Selim Hân, 920 (m. 1514) senesinde, intikamcı, sefih, alçak bir zındık olan Şâh’ın üzerine yürüyüp perişan etmeye karar verdi. Sultan Selim Hân’ın İran üzerine yürüdüğü sıralarda, dedem (Hâfız Mehmed Efendi), Tebrîz’de Molla Kemâleddîn-i Erdebîlî’nin tekkesine varıp hizmetinde bulundu. Babam Hasen Can dedi ki: “Hattâ o gün, ikindi namazını  şeyh ile birlikte cemâatle kıldık, namazdan sonra Amme (Nebe’) sûresi okundukta, Şeyh Erdebîlî hazretleri babamı yanına çağırıp buyurdu ki: “Hak teâlâ, sizi ve evlâdınızı, bu büyük belâdan koruyacaktır. Çünkü sizler Hâfız-ı Kur’ân olup, Hakkın kelâmını nâzil olduğu gibi korumaktasınız.” Bunun üzerine babam (Hâfız Mehmed Efendi), Şeyh Erdebîlî hazretlerine: “Osmanlı Sultânı bu ülkeye ayak basmak üzeredir. Bu işin sonunun nereye varacağı görünüyor?” diye suâl etti. Şeyh hazretleri de: “Bu gelen Sultan öyle bir zâttır ki, kendiliğinden buralara gelmez. Bu bedbahtı (din ve namus düşmanı, alçak Şah İsmâil’i) te’dib etmek (cezalandırmak) için, Hak teâlâ tarafından me’mûr edilmiştir. Bütün evliyânın rûhları onunladır. Kendisi dahî, evliyâlıkta rütbe ve makam sahibidir” diye cevap verdi. Babam dedi ki: “Cezalandırmak için gelir buyurduğunuzdan anlaşılıyor ki, Şâh’ı tepeleyip mağlûb edecektir.” Şeyh hazretleri buyurdu ki: “Allahü teâlâ daha iyisini bilir ki, büyük bir bozgun var. Fakat (Şah İsmâil) bu arada canını kurtaracaktır.” Sonra olan oldu. Sultan Selim Hân, Çaldıran seferinde Şâh’ı ve askerlerini büyük bir bozguna uğrattı. Şah İsmâil perişan bir vaziyette, taht ve tâcını bırakarak harb meydanından kaçtı. Az bir mâiyetiyle canını zor kurtardı. Ehl-i sünnet düşmanı olan Şah İsmâil’in zulmünden kurtulan müslümanlar, rahat bir nefes aldılar. Osmanlı Sultânı Tebrîz’e gelip, bütün âlimlere ve san’at sahibi olgun kimselere pek ziyâde alâka ve iltifât gösterdi. Hepsini yanına çağırdı. Meğer daha şehzâde iken, babamın ilimdeki ve Kur’ân-ı kerîm tilâvetindeki üstünlüklerini işitmişler ki, huzûruna da’vet ettiği âlimlere: “Kur’ân-ı kerîm kırâatinde edasının güzelliği ve Dâvûdî sesi ile meşhûr olan bir Hâfız. Mehmed-i Ya’kûb’u işitir idik. Acaba o da burada mıdır, yoksa vefât etmiş midir? Okuduğu Kur’ân-ı kerîmi dinlemek istiyoruz” diye suâl edince, onun da hazır olduğunu haber verdiler. Kur’ân-ı kerîm tilâvetini dinleyince, hayranlığı bir kat daha arttı. Ona çok iltifât gösterdi. Ta’zim ve hürmette hiç kusur etmedi. Sonra babamı alıp İstanbul’a götürdü. Mahremine (yakın dostları arasına) aldı. Dâima beraberinde bulundurur, sohbetlerinden ayırmazdı. Sultan’ın musahibi (sohbet arkadaşı) oldu.”

Hasen Can anlatır: “Sultan Selim Hân, birgün İran seferinde geçen bir hâdiseyi anlatırken demişti ki: “Biz, hiçbir sefere kendi görüş ve düşüncemizle karar vermedik. Görevlendirilmeden herhangi bir yere seferimiz olmamıştır.” Bunun üzerine ben de, Kemâleddîn-i Erdebîlî’den işittiğim sözleri naklettim. Sözümü tasdik edip; “Molla Kemâleddîn denilen bu zât nasıl bir kimsedir?” diye suâl etti. Dedim ki: “Mevlânâ Celâleddîn-i Devânî’nin büyük ve en bilgili talebesi olup, din ve fen ilimlerindeki tahsilini tamamladıktan sonra, tasavvuf yoluna meyletti. Evliyâlıkta yüksek derecelere kavuştu. Fenâ mertebelerine ulaşıp, âlimlerin ve halktan herkesin kendisine inanıp bağlandığı ve çok talebesi bulunan bir tasavvuf ve ma’rifet ehli olmuştu, ibâdetle çok meşgûl olur, bir ân Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına itaatsizlik etmezdi. Dâima tâat üzere bulunurdu. Tefsîr ve hadîs ilimlerini mütâlaaya devam ederdi. Tefsîr-i Beydâvî’yi ve Sahîh-i Buhârî’yi yanından hiç ayırmazdı.

İbâdet eşiğinden başını kaldırmazdı. Âlimler arasında bir mes’ele hakkında ihtilâf zuhur edip çözmeye güçleri yetmezse, hemen ona başvururlar ve cevâbını alırlardı.”

Hasen Can anlatır: “Merhum Cennet-mekân Pâdişâh hazretlerinin (Sultan Selim Hân’ın) âdet-i şerîflerinden biri de, çoğu gecelerini kitap okumakla geçirip, sabah namazına kadar uyumamalarıydı. Zaman zaman da bana okutup, kendileri dinlerlerdi. Ba’zan da, devlet ve saltanat işlerinden söz ederlerdi. Bir gece uyku bastırıp, sıhhatim de bir parça bozuk olduğundan, yatağıma uzanıp uyuyakalmışım. Sabah namazı vaktinde uyanarak namazımı kıldıktan sonra, hemen Sultân’ın hizmetine koştum. “Bu gece hiç görünmedin, ne yapıyordun?” diye sordular. “Birkaç geceden beri uykusuz kaldığım için, bu gece gaflet bastırıp hizmetinizden uzak kaldım” diyerek cevap verip, özür diledim. Bunun üzerine buyurdular ki: “Öyleyse şimdi anlat bakalım, bu gece nasıl bir rü’yâ gördün?” “Anlatılacak değerde bir rü’yâ görmedim” diye cevap verdim. Yine buyurdular ki: “Bu nasıl sözdür? insan bir gecenin tamâmını uyku ile geçirsin ve de hiç rü’yâ görmesin. Hayret doğrusu! Herhalde birşeyler görülmüştür.” Sonra üzerinde durmayıp, başka konularda bir süre sohbet ettikten sonra tekrar buyurdular ki: “Saçma şeyler söyleme Hasen Can! Herhalde bu gece bir rü’yâ görülmüştür. Bunu benden gizleme!” Çok düşünmeme rağmen bir türlü rü’yâ gördüğümü hatırlayamadım. Yemîn ederek, anlatılmağa değer bir rü’yâ görmediğimi söyledim. Mübârek başlarını sallayıp; “Tuhaf şey!” dediler. Tekrar tekrar rü’yâmdan sormaları çok garîbime gitmişti. Sebebini de bir türlü anlıyamadım. Şaşırıp kalmıştım. Bir süre sonra, Kapı Ağasının oturduğu odaya bir iş için beni gönderdiler. Vardığımda gördüm ki, Hazînedârbaşı Mehmed Ağa, Kilercibaşı ve Saray Ağası ile töreleri üzere oturup konuşuyorlardı. Fakat Kapı Ağası Hasen Ağa düşünceli, şaşkın ve başını önüne eğmiş bir vaziyette gözü yaşlı oturuyordu. Gerçekten de o az konuşur, sakin, iyi huylu ve geceleri teheccüd namazına kalkan kişilerden biri idi. Fakat bu hâli, önceki davranışlarına hiç benzemiyordu. Bir yakını vefât etmiş sandım. “Ağa hazretleri, geçmiş olsun! Kalbiniz gamlı, gözünüz yaşlı görülür. Sebebi ne ola?” dediğimde; “Hayır, böyle bir durumum yok!” diye hâlini gizledi. Hazînedârbaşı dedi ki: “Kardeş, Ağa bu gece bir rü’yâ görmüş. Daha o uykunun mahmurluğundadır.” Ben de dedim ki, “Allah rızâsı için söyleyin ki, devletlû Pâdişâhımız, elbette bir rü’yâ görmüşsündür diye hiç durmadan beni sıkıştırdı durdu. Herhalde bu türlü ısrar edip durmaları sebepsiz yere değildir. Ona iyi bir armağan olur, anlatınız!” Hasen Ağa ise anlatmaktan kaçınıp duruyordu. Üzerinde bir utanç hâli vardı. “Benim gibi yüzü kara günahkârın ne rü’yâşı ola ki, pâdişâh katında söylensin. Kerem edin, bana böyle bir teklifte bulunmayın!” diye anlatmaktan kaçınıyordu. Biz sıkıştırdıkça, Ağa, hayası çok bir kişi olduğundan; “Kerem eyleyin, vaz geçin!” diye yalvarırdı. Sonunda Mehmed Ağa dedi ki: “Niçin söylemezsin? Daha önce bize anlattığında, pâdişâha anlatmak için me’mur edildiğini söylemiştin ya! Gizlenmesi hıyânet olmaz mı?” deyince, çaresiz “kalıp, gizli kapaklı sırrın mührünü açıp dedi ki: “Bu gece rü’yâmda gördüm ki, bu eşiğinde oturduğunuz kapıyı hızlı hızlı çaldılar. Ne haber vardır deyip kapıya koştum. Gördüm ki, kapı biraz aralanmış dışarısı görünüyor, fakat bir adam sığacak kadar değildir. Bu aralıktan baktığımda gördüm ki, taş Harem dâiresi, başlarında tayselan (sank) bulunan Arab simasında nûr yüzlü kimselerle dolu. Ellerinde bayraklar, silâhlar ve başka âletler ile hazır vaziyette duruyorlardı. Kapı dibinde de dört nûr yüzlü kimse duruyordu. Onların ellerinde de birer sancak vardı. Pâdişâhımızın sancağı, kapıyı çalanın elindeydi. O zât, bana dedi ki: “Biz neye geldik, bilir misiniz?” Ben de;

“Buyurun” dedim. Dedi ki: “O gördüğün kişiler, Resûlullahın (s.a.v.) eshâbıdır. Bizi Resûl-i ekrem (s.a.v.) efendimiz gönderip, Sultan Selim Hân’a-selâm söyledi ve buyurdu ki: “Kalkıp gelsin ki, Haremeyn’in (Mekke ve Medine’nin) hizmeti kendisine verildi ve gördüğün bu dört kimsenin birisi Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk, diğeri Ömer-ül-Fârûk ve bir diğeri de Osmân-ı Zinnûreyn’dir. Seninle konuşan ben de, Ali bin Ebî Tâlib’im (rıdvânullahi teâlâ ecme’în). Bunu hemen varıp Selim Hân’a söyle!” dedi ve gözümün önünden yok olup gittiler. Bana dehşetli bir hâl oldu. Terler içinde kalıp, sabaha kadar öyle baygın bir vaziyette yatıp kalmışım. Oğullarım, teheccüd namazına alışageldiğim üzere kalkmadığımı görünce, hasta olduğumu sanmışlar. Sabah namazı vakti geçmek üzere iken gelip beni uyarmak için vücûduma ellerini sürdüklerinde görmüşler ki, suya düşüp ıslanmış gibi yatıyorum. Elbisemi değiştirmek için yenilerini getirip, o sırada beni uyandırmışlar. Aklım başıma gelince, acele gelip namaza yetiştim. Fakat aklım hâlâ tam başımda değildi” diyerek, hem söylüyor, hem de ağlıyordu.

Ben, Pâdişâhın buyurduğu hizmeti bitirdikten sonra, dönüp şerefli makamına gelince, bu hizmeti sormadan, yine rü’yâmdan sorup buyurdular ki:

“Şu senin, bu gece sabaha kadar uyuyup, hiçbir rü’yâ görmediğine şaşılır!” Bunun üzerine ben de: “Pâdişâhım, rü’yâyı bu Hasen kulunuz görmedi ise de, bir başka Hasen kulunuz görmüş.

Emriniz olursa arz edeyim” dedim. Emîrleri üzerine Hasen Ağa’nın rü’yâsını aynen naklettim. Anlattıkça mübârek yüzü kızarmaya başladı ve nihâyet dayanamayıp, mübârek gözlerinden yaşlar boşandı. Rü’yâyı tamamlayınca: “Demek ki, o dert sahibinin safâ-i meşrebi (temiz bir hâli) varmış. Sen onu bize medhettikçe; “Zâten, ibâdet ederken gördüğün her kimseyi velî sanırsın zannederdik. Meğer sevmediğini medhetmez imişsin” diye buyurdular ve arkasından: “Ey Hasen Can! Biz sana demezmiyiz ki, biz hiçbir tarafa me’mûr olunmadıkça hareket etmeyiz. Ecdadımızdan herbiri evliyâlıktan nasîbini almışlardır. Herbirinin nice kerâmetleri vardır. İçlerinde, ancak biz onlara benzemedik” diyerek tevâzu’unu dile getirerek, hâlini gizlemeye çalıştı. Bu rü’yâdan sonra, Arabistan seferinin hazırlıklarına başlayıp, bütün tedbirlerini alıp, her türlü harp tedârikini te’min ettikten sonra sefere karar verdi. (Solak-zâde, bu konuda diyor ki: “Pâdişâha dahî o gece rü’yâsında, Hasen isminde bir şahıs vâsıtasıyle kendisine bir hizmetin görülmesi tebliğ olunacağı haber verilmişti.”)

Hasen Can anlatır: Mısır feth olunduğu günlerdi. Bir sabah, Yavuz Sultan Selim Hân bana şöyle buyurdu: “Bu gece rü’yâda Muhammed Bedahşî’yi gördüm. Yolculuk hazırlığında olup, bir beyaz kepenek giymiş, üstüne de bir ip kuşak bağlamıştı. Bu hâlde gelip, yolculuğa çıkacağını söyleyip bizimle vedâlaştı.” Ben kulları ise, gençlik atılganlığı ile hemen rü’yâyı ta’bire giriştim ve; “Velîlerin görünüşte çıkacakları yolculuk, âhıret seferi olmak gerektir. Eğer vefât etmemiş ise, yakında vefât edeceklerine işârettir” dedim. Sultan Selim Hân karşılık vermedi. Ben de rü’yâyı böyle ta’bir ettiğim için pişmanlık duydum. Çok geçmeden Muhammed Bedahşî’nin ölüm döşeğinde Şam’ın ileri gelenlerini toplayıp; Yavuz Sultan Selim Hân’ın Allahü teâlâ katında övülmüş olduğunu haber vererek, Arab diyarının fethiyle Hak teâlâ katından vazîfelendirildiğini, bilcümle evliyânın, onun yardımcısı olduğunu bildirdi. Orada hazır olanlara ve olmayanlara, Sultânın emirlerine saygılı olmalarını tavsiye etmiş ve ayrıca: “Haremeyn-i muhteremeyne (Mekke-i mükerreme ve Medine-i münevvereye) hizmetleri ile başlara tâc olan Sultâna benden duâ ve selâmlarımı ve muhabbetlerimi iletirken, dünyâdan da sefer ettiğimi bildirin” diye vasıyyette bulunmuştu. Şam vâlisi, durumu Sultân’ın kapısına duyurmuştu. Bu sırada Sultan’ın hocası Halîmî Çelebi Efendi, Sultân’ın yanına geldi. Konuşurlarken Yavuz Sultan Selim Hân: “Şöyle bir rü’yâ görmüştüm. Hasen Can da böyle yorumlamıştı. Çoğunlukla rü’yânın gerçekleşmesi ta’birin şekline bağlıdır. Şimdi o velî zât, vefât etmiştir. Böyle olması ta’birden ileri gelmiştir. Siz hakem olun. Bu yönden cezalandırılmaya hak kazanmadı mı? Bu şekilde ta’birin cezası dayak değil mi?” dedi. Halîmî Efendi ise bana bakıp: “Senden böyle acemi davranış beklemezdim. Atılganlık etmişsin.” Ben ise utancımdan başımı öne eğip dedim ki: “Vefât günü ile rü’yânın görüldüğü târih tesbit edilsin. Eğer rü’yâ daha önce ise ferman devletlû Pâdişâhımındır. Eğer iş aksi ise, gerçek budur ki, cezası caize (hediye) ihsânıdır.” Halîmî Efendi bu sözlerimi doğru bulup, dedi ki: “Hasen Can kulunuzun görüşü akla uygundur. Gerçekte de değerli katınızda hoş karşılanmalıdır.” Başlara taç olan Pâdişâh, Şam’dan gelen mektûbu gösterdi. Gördüğü rü’yânın, Muhammed Bedahşî’nin vefât ettiği geceye rastladığı meydana çıkınca, kıymetli bir hil’at (elbise) ile tam ayar ikiyüz dinar altın bana ihsân buyurdu. Bunca lütuf, Muhammed Bedahşî’nin kerâmeti eseridir diyerek, azîz rûhuna duâlar eyledim.”

Hasen Can, Yavuz Sultan Selîm’in vefâtını şöyle anlatır: “Sultân-ı Arab ve Acem, 926 (m. 1520) Şa’bân ayında eski saltanat merkezi Edirne’ye gitmeyi kararlaştırıp, vezirler ve dîvân erkânını, önceden, ordu-i hümâyûna lâzım olan pekçok ağırlıklar ve hazîne-i âmire ile yola çıkardılar. Ferhad Paşa’yı, beraber gitmek üzere alıkoydular. Hareketten evvel, birgün oturdukları köşkten çıkıp, sarayın eteğindeki bahçeye yürüyerek indiler. Gezintileri sırasında bir yokuşa çıkarken, ol dîn-i İslâm’ın koruyucusu, sırtlarında hissettikleri bir acıdan rahatsız olup, bu zavallı hizmetçilerine hitâb ederek: “Arkama güya bir diken batıp acıtır” buyurdular. Bu hakîr dahî: “Herhalde bahçedeki ağaçlardan düşüp gömleğe takılmış olmalı. Ferman buyurulursa görülsün” dedim. Buyurdular ki: “Caizdir.” O anda iskemleci, taşımakta olduğu yaldızlı kürsüyü getirdi. Selim Hân da, kürsü üzerine oturdu. Mübârek yakalarından elimi sokup her ne kadar araştırdımsa da, birşey bulamadım. Mübârek arkalan gayet kıllı olduğu için, elimi sürmekle birşey hissedemedim. Ayağa kalkıp bir miktar gittikten sonra, acıdan şikâyetlerini tekrarladılar. Bu kere düğmelerini açıp baktım. Kılların arasından birdenbire gördüm ki, bir kıl başı kadar yer ağarıp, etrâfı kırmızı olmuş, üzerine dokununca; “İşte oldur” dediler. “Ne makûle nesnedir?” diye suâl buyurdukta, beyân ettim. Buyurdular ki: “Bir parça sık!” Ben dahî şehâdet ve orta parmaklarımla kenarından yokladım. Parmaklarımın arası sertleşmiş büyük bir gudde ile doldu. İrâdemi kaybedip; “Saâdetlû Pâdişâhım, bu büyük bir çıbandır. Henüz hamdır, olmadıkça zedelemek caiz değildir. Bir münâsip merhem koymak gerektir” dedim.

Meğer bu hâdiseden üç gün önce, bu bendelerinin, çıban eleminden rahatsız olup arka arkaya üç gün kendilerine hizmet şerefinden mahrûm olduğum hâtır-ı şerîflerinde kalmış imiş. Bu sözlerime karşı latife olmak üzere: “Biz çelebi değiliz ki, bir küçük çıbandan ötürü cerrahlara müracaat edelim” dediler. Bu hâlle Kasr-ı saadete çıktılar. Ol geceyi acı ve ıstırap ile geçirdiler. Ertesi gün çıban olgunlaşsın için hamama gittiler. Bu bendelerinin hazır bulunmadığını fırsat bilip, kendi tellâkları olan Hasen adındaki hizmetçilerine iyice sıktırıp, çıbanı zedelemişler. Hamamdan geldikte ayaklarına kapandım. Hasen Can, sözünle amel etmedik amma, kendimizi helak ettik” buyurdular. Macerayı etrâflıca anlatınca, aklım başımdan gitti. Zaman geçtikçe ol sert madde azıtıp, taştıkça taştı. Pâdişâh Edirne’ye gitmeye karar verdiğinden, geri bırakılmayıp, Şa’bân ayının ikinci günü Edirne’ye doğru yola çıktılar. Hastalığı gitgide şiddetlendi, ilâç kabûl etmez bir hâl aldı.

Çorlu yakınında Sırt köyü nam mahalle inildi. Buraya indiklerinde, çıban öyle bir hâl aldı ki, akıntısını vücûdundan def etmeye Sultânın iktidarı kalmadı. Çaresiz, ol mahalde ikâmet ve karar ihtiyâr buyuruldu. Ve daha önce Edirne’ye varan erkândan Vezîr-i a’zam Pîrî Paşa ve Mustafa Paşa ve Beylerbeyi Ahmed Paşa, ordu-i hümâyûna da’vet olundular. Bunlar gelince askerin içine bir şüphe düşmesin diye, işlerin icâbına göre dîvân toplanıp, mansıplar dağıttılar ve terfi-i merâtib eylediler ve neş’eli görünerek, gizli kederlerini belli etmediler. Ve iki ay müddet, acılar içinde vakit geçirdiler.

Bu sırada asker arasında binbir türlü haber şayi’ olup, yersiz bir takım hareketler olacağı alâmetleri belirince, vezirler bana haber gönderip, Sultan için nasıl bir çâre gerektiği sorulunca, ben de; askerin mübârek yüzlerini görmeye hasret kaldıklarını kendilerine arz edip, yalvarıp, yakararak otağ-ı hümâyûnun önüne çıkmalarını sağladım. Orada bir miktar vekar içinde durup yüzünü gösterdikten ve sipâhilerin hatırlarına düşen tereddüdü izâle ettikten sonra, geri dönerek yerlerine avdet buyurdular. Ve Rumeli Beylerbeyi Ahmed Paşa’yı, sır saklamaya iktidarı olmadığı için Edirne muhafızlığı behânesiyle o tarafa yolladılar. Çıbana hiçbir ilâç ve ihtimâm kâr etmediğinden, aynı sene Şevvâl’in dokuzuncu gecesinde rûhunu teslim edip, bu elemli dünyâdan Cennet bahçelerine doğru uçup gittiler.

Hastalığı sırasında ona hizmet etmek şerefinden bir an mahrûm olmadım. Geceleri sabahlara kadar, mum gibi için için yanarak karşılarında durur idim. Bir hizmeti olmadığı zaman, emr-i âlileri ile döşekleri yanında oturur idim. Kâh mübârek elleri elimde, kâh asîl ayakları dizimde idi. Cerrahlar ilâca giriştikleri sırada, kâh omuzuma dayanır, kâh cerrahların yaptıklarına bakmaya me’mûr eder, ancak bana i’timâd buyururlardı. Vefâtında Kur’ân-ı kerîm okumak ve Kelime-i şehâdeti telkinde bulunmak vazîfesini yalnız ben gördüm. Son nefesine kadar bir an yanından ayrılmadım. Hattâ son nefesini vereceği sırada, bu hakîre hitâb edip buyurdular ki: “Hasen Can, bu ne hâldir?” Ben hizmetçileri dahî dedim ki: “Sultânım, Allahü teâlâ ile olacak zamandır.” Buyurdular ki: “Bizi bunca zamandan beri kimin ile bilirdin? Cenâb-ı Hakka teveccühümüzde kusur mu gördün?” Ben dahî dedim ki: “Hâşâ ki, bir zaman Allahü teâlânın adını anmayı unuttuğunuzu görmüş olam. Lâkin bu zaman başka zamanlara benzemediği için, ihtiyâten söylemeye cesâret eyledim.”

Kısa bir an geçtikten sonra; “Yâsîn sûresini oku!” diye ferman buyurdular. Emr-i hümâyûnları gereğince, Yâsîn sûresini hatmettim. Benimle beraber okudular. İkinci defa okurken, “Selâmün kavlen min Rabbirrahîm” âyetine geldiğim zaman gördüm ki, mübârek dudaktan bu âyet-i kerîmeyi okuyarak hareket eder ve o anda, önce sağ şehâdet parmağını kaldırıp diğer mübârek parmaklarını sıkıp temiz rûhunu teslim etti.

Eli elimde idi. Mübârek bileğini tutmuş, nabzını dinliyordum. Nabzın durduğunu hissedince, o anda lâzım olan hizmetleri yerine getirmek üzere ayağa kalktım. Hakimbaşı Ahî Çelebi orada idi. Benim ne yaptığıma bakıyordu. Ayağa kalktığımı görünce: “Henüz hayat bâkidir. Ne için ayağa kalkarsınız?” diye beni oturtmaya kalkınca; “Bu eşiğe alnımı koyduğum andan bu âna kadar velîni’metimin hizmetinden bir lahza yüz çevirmemişim. Bu sıralarda yapılacak iş budur. Tabiblik etmenin zamanı geçti ve asıl cevher kaybolup gitti” dedim. Gerekli hizmetleri yerine getirdim.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Tâc-üt-tevârih cild-2, sh. 602 vd.

2) Sicilli Osmanî cild-2, sh. 119

3) Lütfî Paşa Târihi sh. 284

4) Hadîkat-ül-cevâmi’ cild-1, sh. 272