Hindistan’da yetişen İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. Şeyhülislâm Hâce Behâüddîn Zekeriyyâ’nın soyundandır. İsmi Hamza olup, nisbeti Dehrsevî’dir. Doğum târihi ve yeri tesbit edilemiyen Hâce Hamza, Sultan Behlûl zamanından İslâm Şah zamanına kadar, uzun bir ömür yaşadı. 957 (m. 1550) senesi Rebî’ul-âhır ayının yirmibeşinci günü akşamı, akşam namazını kılarken, namaz içinde rûhunu teslim etti.
Rivâyet edilir ki, Hamza Dehrsevî, aslen Hindistan’da bulunan Nevher beldesinden olup, ilk zamanlarında vâlilerden birinin hizmetinde bulunuyordu. Yüksek derecede bir mevki vardı. Bunun için, gece, evinin etrâfında bekçi ve nöbetçiler bulunurdu. Birgece geç vakitte uyanıp dışarı baktığında, bekçiyi evin etrâfında dolanıyor gördü. O ânda kalbinde bir değişiklik hissetti. Kendisinin buna lâyık olmadığını düşündü. Kendi kendine; “Ben, benim kendisine hizmet etmeye çalıştığım zâta değil, benim ve benim hizmet ettiğim zâtın hakîki koruyucusu ve her ni’metin sahibi olan zâta, ya’nî Allahü teâlâya yönelir, O’nun dînine hizmet ederim. Kullarla benim ne işim var?” dedi. Bundan sonra evinden çıkıp, yola düştü. Bu düşünceler ile Ecmîr’e gelip, Hâce Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin kabrini ziyâret etti. Şeyh Ahmed Mecd’in ve başka büyük zâtların sohbetlerinde bulundu. Tasavvuf yolunda yetişip kemâle geldikten sonra, memleketine dönüp, bundan sonra da Nârnûl’dan altı kilometre mesafede bulunan Dehrsev beldesine yerleşti. Kendi asıl beldesine değil de Dehrsev’e yerleşmesinin sebebi, Dehrsev’de ba’zı kimselerin büyüklere karşı uygunsuz düşünceler içinde bulunmaları idi. Onların ıslâhına vesile olmak niyetiyle oraya yerleşti. Niyeti hâlis olduğundan, maksadı hâsıl olup, onun vesilesiyle o kimselerin hepsi düzelerek sâlih insanlar oldular. Oradaki insanlar, ondan çok istifâde ettiler. Talebelerinin zâhirî ilimleri, Arabî ve Fârisî’yi okuyup öğrenmeleri için iki ayrı hoca tuttu. Talebelerinin, hem ilmî ve hem de tasavvufî yönden yetişmelerini te’min etti.
Hamza Dehrsevî hazretleri, bereket, ni’met ve kerâmetler sahibi çok kıymetli bir zât idi. Vaktinin her ânını en güzel şekilde değerlendirirdi. Çok ibâdet ederdi. Kazancı, geliri pekçok idi. Gelirinin hepsini fakirlere, ihtiyâç sahiplerine dağıtır, kendisi için birşey saklamazdı. Talebeleri için harcadığı miktar, hanımı ve çocukları için harcadığından az olmazdı. Bir ihtiyâç sebebiyle, dünyâya düşkün olan ve dünyalığı bol olanlardan birinin kapısına gitmedi ve bir hizmetçisini de göndermedi. Gelirinin çok olmasına rağmen, kendisi fakirler gibi yaşamayı tercih eder, bundan hiç çekinmezdi. Bir defasında Dehrsev’den Nârnûl’a gidiyordu. Giderken yolun kenarlarından odun toplayıp, sırtına yüklendi, ileri gidince, yolda, bu oduna ihtiyâcı olan fakir bir kimseyi gördü ve sırtındaki odunu o fakire verdi.
Diğer büyük zâtlar gibi, o da dünyâya düşkün olmaktan ve dünyâya düşkün olanlar ile birlikte bulunmaktan son derece sakınırdı. Dünyâya düşkün olanların bu hâllerine acıyarak ve çok üzülerek buyururdu ki: “Dünyâ, ateş gibidir. Ondan, birşey pişirip yiyecek kadar ve üşüyünce ısınacak kadar olan miktarı yeterlidir. Herkes bilir ki, ateşten bu kadar istifâde edilir, yine herkes bilir ki, ateşin bundan fazla olan miktarı yakar ve helak eder.”
Hamza Dehrsevî’nin talebelerinden birisi şöyle anlatır: “Bir zaman hocam beni bir iş için Rigistan’a göndermişti. Yolda giderken, bir sahradan geçmem îcâb etti. Sıcak kum deryası misâli olan sahradan geçerken, bir ara çok susadım. Fakat su bulmak ihtimâlim de hiç yoktu. Bu hâl karşısında gönlüme geldi ki: “Eskiden evliyâ zâtlardan birisi talebelerinden birini bir yere gönderdiği zaman, o talebe yolda susayınca, su yerine süt bulur içerdi. Ben ise susuzluktan helak olmak üzereyim.” Kalbim bu düşünceler ile meşgûl iken, uzakta koyunlarını otlatan bir çoban gördüm, ona yaklaşıp su istedim. Çobanın koltuğunun altında bir kırba (su kabı) vardı. Bana; “Bu civarda su bulamazsın. Ama. bu kırbanın içinde süt vardır. Arzu edersen buyur, iç” dedi. Kırbayı alıp sütten biraz içtim. Fakat biraz önce kalbime gelen düşüncelerden dolayı da üzülüp mahcûb oldum.
Yola devam ederken, bir ara yine susadım. Bu sefer, kum tepeleri arasında bir çukurda tatlı ve soğuk su bulunduğunu görüp, o sudan içtim. Bundan sonra rahatlıkla yoluma devam ettim.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Ahbâr-ül-ahyâr sh. 192