EMÎR HAYÂLÎ ÇELEBİ

Mısır’da yetişen evliyâ ve şâirlerden. Meşhûr velî İbrâhim Gülşenî hazretlerinin oğlu ve halîfesidir. İsmi Ahmed, lakabı Şemseddîn, künyesi Ebü’s-Safâ olup, Emîr Hayâlî Çelebi adıyla meşhûrdur. 890 (m. 1485) senesinde Tebrîz’de doğdu. 977 (m. 1569) senesinde Mısır’da vefât etti.

Doğduğu zaman babasının hocası Dede Ömer Rûşenî (r.a.) hayatta idi. Bu çocuğun ileride velî bir kimse olacağını ve çok kimsenin ondan feyz alacağını firâsetiyle anlamıştı. Ahmed Hayâlî on yaşında iken, Şah İsmâil’in Tebrîz’i alması üzerine, babasıyle buradan hicret edip, önce Diyarbakır’a sonra Rakka, Haleb ve Antakya’ya geldiler. Buradan gemiye binerek Mısır’a geçtiler ve oraya yerleştiler.

İbrâhim Gülşenî’nin kırk icâzetli talebesi ve dört halîfesi vardı. Bunlardan biri de oğlu Ahmed Hayâlî’dir. (Diğer halîfeleri; Hasen Zarifi, Anadolu hisârında Durmuş Dede Tekkesi’nde medfûndur. Sâdık Ali Efendi, Diyarbakır’da Rûm Kapısı’nın yakınında medfûndur. Âşık Mûsâ Efendi ise, Edirne’de medfûndur.)

Daha çocukluğunda, Tebrîz’de Sultan Rüstem devrinde ba’zı haramiler ortaya çıkmış, geceleri evleri yağma ederlerdi. Kimse de onlara engel olamazdı. Tebrîz halkı İbrâhim Gülşenî’ye gelip, bu belânın kalkması için duâ istediler, İbrâhim Gülşenî: “Onların zararı bize dokunmayınca, onlar bu işlerine devam ederler” diye cevap verdi. O zaman bir bey, başka bir yere gitmişti. Hanımı, mücevherlerinin hepsini bir sandığa koyup, İbrâhim Gülşenî’ye emânet etti. Bunun yanında başkaları da kıymetli eşyalarını emânet bıraktılar. O gece bunu duyan haramiler, mücevherleri almak için İbrâhim Gülşenî’nin evini bastılar, İbrâhim Gülşenî’yi öldürmek için kılıçla saldırdılar. Fakat kılıçları hiç te’sîr etmedi. Sonra İbrâhim Gülşenî, çoluk-çocuğunu alıp dışarı çıktı. O zaman Ahmed Hayâlî çocuktu ve uyuyordu. Onu uyur olduğu hâlde bıraktılar. Ahmed Hayâlî’ye acıyan hizmetçisi de orada kaldı. Haramiler İbrâhim Gülşenî’ye emânet edilen hiçbir eşyayı yerinden kaldıramadılar. Bu duruma şaşırıp kaldılar. Hizmetçi onlara; “Kendiniz bu kadar denediniz. Ne efendimin ne de müslümanların emânetlerinden bir şey alamadınız. Hâlâ aklınız başınıza gelmedi mi?” deyince, ona saldırdılar. Bu gürültüye, uyumakta olan Emîr Ahmed Hayâlî uyandı. Evde olup biteni öğrenince; “Babam nerede?” diye bağırmaya başladı. O esnada İbrâhim Gülşenî, bir hizmetçinin eline bir sopa verip; “Git onları dışarı çıkar” dedi. Hizmetçi hemen; “Bismillah!” deyip eve girdi. O sopayla haramilere vurmaya başladı. Haramiler korkuya kapılıp kaçmaya başladılar. O sırada Ahmed Hayalî’nin eline bir bıçak geçti. Kaçan haramilerin arkasından fırlatınca, birinin ayağını yaraladı. O haraminin bir ayakkabısı düşüp, orada kaldı. Ertesi gün hâdiseyi duyan emânet sahipleri, gelip eşyalarının durumunu sordular. Eşyâlarına hiçbir şey olmadığını, hepsinin yerli yerinde durduğunu gördüler. Ama İbrâhim Gülşenî’nin talebelerinin ba’zı eşyâları çalınmıştı. Diğer kimselerin eşyâlarına birşey olmayıp, talebelerin eşyalarının zarar görmesinin hikmetini İbrâhim Gülşenî’ye sordular. “Yarın hepsi yakalanıp, birer uzuvlarının kesileceğine alâmettir” diye cevap verdi. Ertesi gün haramiler, gerçekten de yakalandılar. Kimi öldürüldü, kiminin ayağı, kiminin eli kesildi. Ama Ahmed Hayâli, ayağını yaraladığı kişi için; “Bu benim yaraladığım haramidir. Bunu serbest bıraksınlar” dedi. O adamı, daha henüz küçük olan Ahmed Hayâlî’ye bağışladılar. Cezalandırılmaktan kurtulan harami, hatâsını anlayıp tövbe etti ve dervişlerden oldu.

Şah İsmâil ve çevresinde toplanan çapulcular, Akkoyunlu Devleti’nin merkezi olan Tebrîz’i işgal etmeden önce, İbrâhim Gülşenî hazretleri bir rü yâ gördü. Rü’yâsında gözlerini kan bürümüş, işi-gücü insanlara zulmetmek olan Şah İsmâil ve çapulcularının, Tebrîz’i işgal ederek, her evi talan edip, yakıp-yıktıklarını gördü. Bu rü’yâdan sonra yakınlarına durumu anlattı. “Bu belâ gelmeden buradan gidelim” dedi. Talebeleri ve yakınları ile yola çıktılar. Bu sırada oğlu Emîr Ahmed Hayâli küçük bir çocuktu. Babası; “Evlâdım, korkuyor musun?” dedi. Ahmed Hayâli; “Madem ki sizinle beraberim; hiçbirşeyden korku ve endişe etmem” dedi. İbrâhim Gülşenî (r.a.); “Bizden ayrı olduğun zamanda da Allahü teâlâ seni korkudan muhafaza etsin. Arkana bakma, İhlâs sûresini okumaya devam et” dedi. Bundan sonrasını Emîr Ahmed Hayâli şöyle anlatır: “Ondan sonra kalbim rahatladı. Artık hiç korku ve endişem kalmadı. İhlâs sûresini her okuyuşumda, kalbimde yeni bir nûr meydana gelirdi. Böyle hep beraber giderken, açık bir araziye geldik. Ben, babamın atının terkisinde idim. Babam benimle meşgûl olurken çok yoruluyordu. Ona bir hayli sıkıntı veriyordum. Kalbimden; “Keşke babamın yanında olmasaydım da rahat etseydi” diye geçirdim. Ben bu düşüncede iken, babam bana dönüp; “Ahmed, istersen birkaç gün bizden ayrıl. Sakın ha namazlarını terk etmeyesin. Su bulamazsan, yoldan biraz içeri git, su ve yiyecek bulursun. Düşmandan kurtulur, sonra da bana ulaşırsın” deyip, beni attan indirdi. Kendisi atını koşturup gitti. Gece karanlığında, büyük bir sahranın ortasında tek başıma kalakaldım. Kâh ayrılık üzüntüsü, kâh ne tarafa gideceğimi bilememenin şaşkınlığı içinde bocaladım. Bir müdded gittikten sonra, bir ateş gördüm. Ateşin yanına doğru yaklaştım. Bir köyün en son evinin ateşi olduğunu farkettim. Ev sahibine seslendim. Dışarı çıkıp beni içeri aldı. Kim olduğumu sordular. Kendimi tanıttım. Orada bulunanlar, babamın talebelerinden olduklarını söylediler. Bana çok hürmet ve iltifâtta bulundular. Sonradan onları ben de hatırladım. Onlar Tebrîz’e babamı ziyârete gelmişler; süt, kaymak gibi hediyeler getirmişlerdi. Babam da onlara hediyeler vermiş; “Siz garîbsiniz, ama oğlum Ahmed de sizin garîbinizdir” demişti. O zaman kimse bu sözden birşey anlamamıştı. Bu hâlin babamın bir kerâmeti olduğunu söyleyip, benim için ne yapacaklarını şaşırdılar. Ben de, annemin Tebrîz’den ayrılmadan önce, kuşağımın içine koyduğu, altın ve mücevherlerden birini çıkarıp ev sahibine verdim. Diğerleri bunu görünce, aralarında fısıldaşmaya, bana ters ters bakmaya başladılar. Hepsini para hırsı kapladı. Beni tutup elbisemi soydular. Eski bir elbise giydirdiler. Kuşağımdan çıkan otuz kadar altın ve mücevherimi alıp vermediler. Bana zarar verebileceklerinden korktum. Akşam olunca evden çıktım. Babamın gittiği tarafa doğru koşarak gittim. Onlar da peşimden çıktılar. Adımı söyleyip çağırdılar. Hangi tarafa gittiğimi bilemeyip geri döndüler. Bu sırada önüme beyaz bir kuzu çıktı. Onun peşine düştüm. Kuzuyu göremediğim zaman, hemen meleyerek yerini haber verirdi. Kalbim çok rahattı. Sabaha kadar böyle gittim. Bir çeşmeye vardım. Abdest alıp namazımı kıldım. Kuzu beni bekledi. Ona su verdim. Yine önüme düştü. Bir sahradan geçtik, öğleye doğru bir ormanlığa vardım. Su bulup namazımı kıldım. Kuzu ile beraber ben de ot yedim. İkindi vaktine kadar yine yola devam ettik, ikindi namazını da kılıp tekrar yola koyulduk. Yolda giderken, iki taze ekmek ve bir peksimet buldum.

Fakat sahibini bilmediğim için almak istemedim. Kuzu yanıma geldi. Peksimeti verdim, yemedi. Ekmeği uzattım yedi. Ben de peksimeti yedim. Sahibi gelirse ücret olarak külahımı veririm diye düşündüm. Akşam namazını kılıp, yoluma devam ettim. Birara kuzu yanıma geldi. Acâib sesler çıkararak bana sürtündü. Ben de onu okşadım, yüzünden gözünden öptüm. Tüyü çok yumuşak idi. Yatsı vakti oldu. Kuzu yolun bir kenarında durdu. Başı ile işâret edip gitti. Anladım ki, bu, Allahü teâlânın bir lütfu, ihsânıdır. Gözümden kayboldu. İşâret ettiği yöne gittim. Fakat kalbime asla korku gelmedi. Gece yarısı üç kimse önden gidiyordu. Onları görünce şüphelendim. Arkalarından yavaş yavaş gidip dinle dim. Biri benim hocam Muslihuddîn Efendi idi. Yanlarına varıp selâm verdim. Sesimden tanıdılar. Fakat elbiselerim değişik olunca şaşırdılar. Hâlimi sordular. Kuzudan başkasını anlattım. Yatsı namazı kılacaktık, su bulamadık. Babamın sözü aklıma geldi. Dağın arkasına dönersek su buluruz diye ısrar ettim. Hocam râzı olmadı. “Gece karanlığıdır. Biz yoldan sapmayız” dedi. Ben ağladım, yine i’tibâr etmediler.

Baktım dönmiyecekler; “Babam, bana abdest için su bulamazsan yolun bir tarafına git. Su ve yiyecek bulursun demişti. Siz gelmezseniz gelmeyin, ben gidiyorum” dedim, yoldan içerlere gittim. Onlar dönmediğimi görünce geldiler. Bir müddet gittik. Bir çeşmeye rastladık. Orada ateş yanıyordu. Abdest aldık. Ateşte biraz ısındık. Ekmek parçaları bulduk. Yedik Cemâatle namazı kıldık. Biraz uyuduk, yine yola çıktık. Biraz gittikten sonra, otuz kadar süvari yolumuzu kesti. İçlerinden birisi ileri gelip hâlimizi sordu. Hocam Muslihuddîn; “Yolcuyuz. Kara Ahmed’e gidiyoruz. Kâfilemiz önden gitti; onlara yetişmek için acele gitmemiz lâzım” dedi. O kimse hocamı sesinden tanıdı, “İbrâhim Gülşenî’nin oğlunu gördünüz mü? Çünkü, onu bana emânet etmişti” dedi. Hocam da onu tanıdı. Beni gösterip; “İşte budur” dedi. Atından inip benimle müsâfeha etti. Bana atını verdi. Kendisi başka ata bindi. Hocam yaya yürüyordu. Ben; “Hocam yaya yürürken ata binmem” dedim. Bir at da hocama verdiler. Bana bir miktar harçlık ve bir de mendil verdi. “Eğer yolda size taarruz eden olursa, bu mendili gösterin, bu mendili bize Mirzâ Hasen verdi deyin, kimse size birşey yapamaz” dedi. Biz de yolumuza devam ettik. Babamın kâfilesine yetiştik. Babamın kâfilesini yolda râfızî eşkıyâları çevirmişler. Babamı sormuşlar. Fakat babamı görememişler. Onlar yollarına devam ederken, biz de yetiştik. Beraberce Diyâr-ı Bekr’e ulaştık.”

Şah İsmâil’in adamları Diyâr-ı Bekr’de de rahat vermeyince, İbrâhim Gülşenî (r.a.) ve oğlu Ahmed Hayâli Mısır’a gittiler. Mısır Memlûklu sultânı ve halkından çok hürmet ve iltifât gördüler. Sultan Kansugavri, İbrâhim Gülşenî hazretleri için bir medrese yaptırdı. Senelerce orada insanlar, o mübârek zâtın ilim ve irfanından istifâde edip, feyzleriyle hayat buldular. Yavuz Sultan Selim Hân Mısır’a gelince, İbrâhim Gülşenî ile görüştü. Birbirlerine çok iltifât ettiler.

İbrâhim Gülşenî’nin 940 (m. 1533) senesinde tâ’ûndan vefâtından sonra, oğlu Ahmed Hayâlî babasının yerine geçti. Yedi gün halvette kaldı. Halvetten çıkıp, irşâd makamına oturdu. Babasının talebelerini ve sevenlerini, birlik ve beraber olmaya, bölünüp parçalanmamaya da’vet etti. Babasının halîfelerinden ve dervişlerinden hepsi gelip, kendisine bağlılıklarını bildirdiler. Üç gün geçince, yine pekçok kimse gelip, Ahmed Hayâlî’ye bağlılıklarını bildirdiler. Ancak tek tük ba’zı kimseler Ahmed Hayâlî’ye bağlanmamıştı, işte bunlardan Nahifi Halîfe şöyle anlatır:

“İbrâhim Gülşenî vefât edince, oğlu Ahmed Hayâlî’ye bağlanma husûsunda karar verememiştim. Hattâ kendi kendime; “Bir büyüğün elinde tövbe etmek ve ona bağlanmak yeter, İbrâhim Gülşenî’den sonra bir başkasına bağlanmam lâzım gelmez” dedim. Birgün rü’yâmda hocam Gülşenî’yi gördüm. Beyaz elbiseler giymiş ve beyaz sarık sarmıştı. Hatırımdan; “İbrâhim Gülşenî hayâtında iken siyah giyinir ve siyah sarık sarardı. Acaba şimdi neden böyle beyazlar giydi?” diye geçti. Hâtırımdan geçenleri anlayıp şöyle buyurdu: “O zaman o şekilde siyah giymemizin sebebi, bugün beyaz giymek içindir.” Mübârek ellerini öpmek istedim. Yüzlerini çevirip; “Git, Emîr Ahmed Hayâlî’nin elini öp. Bundan sonra tasarruf onundur (bundan sonra talebelerin yetişmesi ona havale edilmiştir. Senin de ondan feyz alman lâzımdır).” buyurdular. Tekrar baktım, o beyazlar giyinmiş olarak gördüğüm zât, Emîr Ahmed Hayâlî oldu. Yanına varıp, kendisine bağlılığımı bildirdim. O anda rü’yâdan uyandım. Ona talebe olmaya niyet ettim. Sabahleyin hemen kalkıp yanına gittim ve beni talebe olarak kabûl etmesini rica ettim. Talebeliğe kabûl edip, gece gördüğüm rü’yâyı keşfettiler. Kulağıma; “Babamdan işâret almayınca bize gelmedin” buyurdular. Buna benzer hâller birçok kişinin başından geçti.”

Emîr Ahmed Hayalî, 949 (m. 1542) senesinde hacca gitti. Hac ibâdetini yerine getirip. Peygamber efendimizi (s.a.v.) ziyâret etti. 964 (m. 1556) senesinde Kudüs, Şam ve Haleb yoluyla İstanbul’a geldi. Burada altı ay kaldıktan sonra, tekrar Mısır’a döndü.

Ahmed Hayâlî’nin talebesi ve dâmâdı olan Muhyî Gülşenî anlatır: “960 (m. 1553) senesinde, Mısır’da nâib (kadı vekîli) idim. Orada Ahmed Hayâlî’nin elinde tövbe edip ona talebe olduktan sonra, vazîfemden vazgeçtim. Mahkemeye vardım, durumu anlattım. Üstadım olan Mısır kadısı Abdülbâkî Efendi, Ahmed Hayâlî’nin yanına geldi. Ahmed Hayâlî’ye; “Muhyî benim oğlumdur. Sizin kulunuz oldu. Sizden, mahkemeyi terk etmemesini, nâiblik vazîfesine devam etmesini rica ederim. Muhyî, sizinle zâhirî irtibâtımızdır. Ma’nevî durumumuzu siz bilirsiniz” dedi. Bunun üzerine hocam bana; “Yarın mahkemeye git” diye emretti. Ben; “Artık dervişlik mertebesine ulaştım. Başka işlerle uğraşmak istemiyorum, affediniz” dedim. Kızgın bir şekilde; “Sen bir de derviş olmuşsun. Yâ söz dinlersin veya bildiğin şekilde hareket edersin. Sen söz dinle” dedi. Bana acâib bir korku geldi. Titremeye başladım. Elimde olmadan; “Emîr Sultânımındır” dedim. “Emîr Allahü teâlânındır. Bir mazlûmu, isterse zimmî (müslümanların idâresinde yaşayan kâfir), isterse müslüman olsun, serbest bırak, ikisinin de kurtulmasına sebep olursun” buyurdu.

Hocam Ahmed Hayâlî’nin emrine uyarak, vazîfeli olduğum mahkemeye gittim. Biraz sonra bir hıristiyan geldi. Kendisine makam ve mevki sahibi bir müslümanın haksızlık yaptığını, bir başka hıristiyanla benzerliklerinden istifâde ile, onun bin altın borcunu kendisinden almak istediğini söyleyip şikâyetçi oldu. Adam gönderip borçlu ve alacaklıyı getirtti. Yapılan soruşturma ve tahkîk neticesinde, hıristiyanın haksızlığa uğradığı anlaşıldı ve bu yolda hüküm verildi. Müslüman, suçunun ortaya çıkması ile mahcûb olup utandı. Tövbe etti. Da’vâcı olan hıristiyan ile borç almış olan hıristiyan, tecellî eden İslâm adâletine hayran oldular, ikisi de Kelime-i şahadet getirerek müslüman oldular. Böylece hocam Ahmed Hayâlî’nin kerâmeti ortaya çıktı. Söz dinlememin bereketiyle, bir müslümanın tövbe etmesine, iki hıristiyanın da müslüman olmasına vesile oldum.”

Muhyî Gülşenî anlatır: “961 (m. 1554) senesinde, zaviyede bir mevlid merasimi vardı. Hocam Ahmed Hayâlî beni, Mustafa Paşa’yı mevlide da’vet etmek için gönderdi. Mustafa Paşa, daha önce İbrâhim Gülşenî’nin talebesiydi. Sonra dünyâya meyl ederek dervişliği bıraktı. Yemen beylerbeyliğinden sonra Dâvûd Paşa’nın vefâtı üzerine, Mısır beylerbeyi olmuştu. Mustafa Paşa’nın yanına gidip, mevlid cemiyetine gelmesi için da’vet ettim. Bana tuhaf bir eda ile; “Bu sizin hocanızın halkı da’vet etmekten maksadı nedir?” diye sordu. Şöyle cevap verdim: “Üç şey içindir: 1-Talebe yetiştirmektir, insanlar, dünyâda ve âhırette birçok tehlikelerle karşı karşıyadırlar. Bunları öğrenip, ona göre hazırlık yapmak lâzımdır. 2-Dünyâ ehlinin (günlük işlerle vakitlerini geçirenlerin) kulaklarına gaflet kurşunu akmıştır. Bu kurşun, buradan va’z ve nasihatle çıkmaz. Ancak evliyânın ateş gibi kelâmı o kurşunu eritir. Ya kurşun eriyip dışarı dökülür. Hak sözleri işitip temiz kalbli biri olur veya tamamen evliyâyı inkâr edip, o kurşun erir kalblerine dökülür, helak olurlar, insanlar da böyle münkirlerin şerrinden kurtulur. 3- Eğer hocamızın emrine uyup, hizmeti ile şereflenirsen, kabiliyetine göre feyz alır, istifâde edersin.”

Bu sözlerimi duyunca Paşa; “Sen o tekkeye yeni gelmişsin. Ben o tekkenin inşâatında bile çalıştım. Türbenin alemini ben, Faik Paşa, Şücâ Paşa, Faik Bey ba’zı ileri gelenler tutup, binbir güçlükle yerine koyduk. Sen daha bu işte toysun” diye bağırıp çağırdı. Bu acâib tutumu karşısında ben; “Pekâla, bu tekkeye nice kimseler hizmet etmişlerdir. Bir kimsenin sonuna i’tibâr edilir” diye cevap verdim. Yanımda türbedâr Seydî Bey de vardı, İbrâhim Gülşenî’nin halîfesi olup, Mustafa Paşa ile beraber bulunmuştu. Bir acâib duâ edip Fâtiha okudu. “Gelirsen mes’ûd ve mutlu olursun, gelmezsen bedbaht bir kimse olursun” diye mırıldandı. Beraberce hocamız Emîr Ahmed Hayâlî’nin yanına geldik. Seyyid Bey durumu anlattı. Mustafa Paşa’nın bu durumunu öğrenen Ahmed Hayalî; “Ok saplandı” dedi. Biz bu sözün hikmetini anlayamadık. Mevlid gecesi tekrar bir talebe gönderdi. Gelmediği gibi; “Beylerin ve paşaların tekkede ne işi var?” demiş. O talebe gelip durumu bildirdi. Hocamız Ahmed Hayalî; “Ne kötü emîr (idâreci)” buyurdu. Sonradan Mısır beylerbeyi olan Mahmûd Paşa, o zaman bey idi. Mevlid merasimine gelmişti. Ahmed Hayâlî’nin elini öptükten sonra; “Bize duâ ediniz de güzel emîr olalım” dedi. Ahmed Hayâlî Mahmûd Bey’e duâ etti ve duâsında; “Mahmûd Paşa’nın muradı için Fâtiha” dedi. Mahmûd Bey, o zaman paşa olmadığı hâlde, onu paşa diye söylemesine orada bulunanlar hayret ettiler. Gerçekten de Mahmûd Bey, daha sonra Mısır Paşası oldu. Böylece Ahmed Hayâlî’nin kerâmeti anlaşılmış oldu. Demek ki, evliyâya hizmet edenler dünyevî ve uhrevî pekçok faydalara kavuşuyorlar.”

Emîr Ahmed, çok güzel ve te’sîrli konuşur, ince ma’nâları ifâde eden şiirler söylerdi. Şiirlerinin bulunduğu bir dîvânı vardır. Dîvânının nüshaları; Millet, Süleymâniye ve Fâtih kütüphânelerinde mevcûttur.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî) sh. 201, 202

2) Terceme-i hâl-i İbrâhim Gülşenî (İstanbul 1289) sh. 23

3) Menâkıb-ı İbrâhim Gülşenî sh. 72, 246, 247, 443, 469