EMİN KÖSESİ (Leys-zâde, Yahyâ Çelebi)

Osmanlılar zamanında İstanbul’da yetişen Hanefî mezhebi âlimlerinden. İsmi, Yahyâ Çelebi bin Emîn Hamza Nûreddîn olup, Emîn Kösesi ve İbn-i Leys (Leys-zâde) diye tanınır. 892 (m. 1487) senesinde İstanbul’da doğdu. Doğumuna, “Ammerehüllahü teâlâ (Allahü teâlâ ona ömürler versin) mısra’ını târih düşürmüşlerdir. 967 (m. 1559) senesinde, yetmişbeş yaşında iken vefât etti. Vefâtına şu mısra’lar târih düşürüldü.

“Yahyâ Çelebi gitti, şad ede Celîl onu.” “Rahmetullahi rahimeh.”

Emîn Kösesi, Sultan Bâyezîd-i velî zamanında pâdişâhın haraç emîni olan Nûreddîn Hamza Bey’in oğlu olup, çocukluğundan i’tibâren ilim tahsil ederek çok iyi yetişti. Fazilet ve kemâle rağbet edici idi. İstidâdının kuvveti kadar çok kitap okudu. Zâhirî ve bâtınî güzellikler ile süslü idi. Onuncu asrın ve Osmanlıların en büyük âlimlerinden olan Zenbilli Ali Cemâlî Efendi’nin derslerine devam etti. O büyük zâtın yanında yetişti. Sonra Ali Cemâlî Efendi’nin kerîmesiyle (kızıyla) evlendi. Onun vefâtından sonra, yine büyük âlimlerinden olan Şeyhülislâm Ahmed İbni Kemâl Paşa hazretlerinin hizmetlerinde bulunup, ondan çok istifâde etti. Bir taraftan Müeyyed-zâde Abdürrahmân Efendi dergâhına da devam etti. Bu iki büyük zâttan ilim tahsil edip, kemâle geldi. Zamanının önde gelen âlimlerinden oldu. Vezîr Ayas Paşa’ya muallimlik yaptı.

924 (m. 1518) senesi Şevval ayında, önce Bursa’da bulunan Kâsım Paşa Medresesi’ne müderris olarak ta’yin edildi, iki sene sonra Şa’bân ayında, Eski İbrâhim Paşa Medresesi’ne, 930 (m. 1523) senesi sonlarında Bursa’da Rükneddîn-i Çelebi’nin yerine, Yıldırım Hân Medresesi’nde müderris oldu. Dört sene sonra Hümâyûnnâme sahibi olan Ali Çelebi’nin yerine Edirne’de Halebî Medresesi’ne daha sonra da sırasıyla; Çorlu’da Ali Paşa Medresesi’ne, Pervîz. Efendi yerine, Edirne’de Dâr-ül-hadîs payesine, Sahn-ı semân medreselerinden birine ve nihâyet 946 (m. 1539) senesi sonunda Ayasofya Medresesi’ne ta’yin olundu. Ayasofya’ya ta’yin edilmesine; “Kâne Yahyâ müstehıkkan li-Ayasofya (Yahyâ, Ayasofya Medresesi’ne lâyık idi)” cümlesi târih düşürülmüştür. Yine Sahn-ı semân medreselerinden birinde, İstanbul kadılığından emekli olan Karasulu Hasen Çelebi’den boşalan yere ta’yin olundu. Aynı sene içinde, o sene vefât eden Kemâl Çelebi yerine, Bağdad Dâr-ül-İslâm kadılığına getirildi. Kâdılık vazîfesini adâlet ve insaf ile çok güzel îfâ edip 960 (m. 1553) senesinde tekâ’üd (emekli) oldu. Vazife ve meşgûliyetten uzaklaşıp, sakin bir şekilde yaşamayı tercih etti.

967 (m. 1557) senesinde, Süleymâniye medreselerinden Dâr-ül-hadîs-i Süleymâniye’nin inşâatı tamamlanıp talebe okuyacak hâle gelince, Kanunî Sultan Süleymân Hân, kendi yaptırdığı bu medreseye Yahyâ Çelebi’yi müderris ta’yin etti. 967 (m. 1559) Zilka’de ayında, buradaki vazîfesinden ayrıldı ve dört ay kadar sonra vefât etti.

Emin Kösesi diye tanınan Yahyâ Çelebi bin Emîn Nûreddîn Hamza, bilhassa tefsîr, hadîs, fıkıh ve târih ilimlerinde mahir, yüksek bir zât idi. İlimde sanki bir derya idi. Ders anlatma ve ifâde kabiliyeti pek fazla idi. İnsanlara fâideli olan bir muallim, kendisinden istifâde olunan çok kıymetli bir müderris idi. İbâdetlerinde olduğu gibi, giyim kuşamında da gösterişten uzak, ihlâs sahibi bir zât idi. Başkalarını hased etmeye sevkedici hâllerden uzak idi. Zerâfet sahibi olup, kibir ve kendini beğenme gibi kötü huylar onda bulunmazdı. Fakirlerle beraber bulunur, bunun için sıkılmazdı. Kendisinde topladığı birçok güzel hasletten dolayı ve isminin Yahyâ olması sebebiyle, ba’zı âlimler onu, İmâm-ı Muhammed Şeybânî hazretlerinin yetiştirdiği, âlimlerin büyüklerinden olan Yahyâ bin Eksem hazretlerine benzetmişlerdir. Sohbetlerinde ve kendisiyle konuşmakta duyulan lezzet pekçok idi. Dînimizin emirlerini yapmakta ve Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği güzel ahlâka tam tâbi olmakta o kadar gayretli, hassas ve ileri idi ki, akranlarından hiçbiri o dereceye ulaşamamıştır. Edeb ve vekar sahibi olmakta, günahlardan ve kötü ahlâktan sakınmakta hiçkimse ona yetişemezdi. Temiz lisânı, yalan ve uygunsuz sözlerden uzak idi. Ömrü boyunca, şaka ile de olsa bir meclisde boş konuştuğu duyulmamıştır. Güller ve kıymetli mücevherler misâli olan fâideli sözlerine, hiçbir zaman boş lâf karışmamıştır.

Bâtını gibi zâhiri (dış görünüşü) de pek güzel olup, gül-i ra’nâ renginde, ya’nî sarı ile kırmızı karışımı, kırmızıya yakın buğday benizli idi.

Âlimlere, sâlihlere ve fakirlere olan muhabbeti nihâyet derecesinde idi. Tefsîr, hadîs, fıkıh ve edebi ilimlerin her çeşidinde mehâret ve ihtisas sahibi olmakla beraber, aklî ilimlerde de ilmî kudreti vardı. Hadîs-i şerîfleri güvenilir râvîlerin bildirdikleri şekilde çok dikkatli bir şekilde ezberler idi. Hadîs ilmindeki derecesi, İbn-i Hacer hazretlerine çok yakın idi. Arabî ve Fârisî lisanlarına hâkimiyet ve vukûfiyeti pek fazla idi. Çeşitli ilimlere dâir öyle kıymetli risaleler yazmıştır ki, okuyup anlıyanlar; “Sübhânallah! Bu ne büyük bir zâttır ki, allâme-i cihan olan bir kimse ona talebe olamaz, ilmi o kadar çoktur” derlerdi.

Târih ilmine ve evliyâ menkıbelerine olan ma’lûmâtı da pek fazla olup, meclislerde lüzum oldukça anlatırdı. Hazînet-ül-beyân ve sefînet-ül-irfân isminde bir eseri vardır.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümeni (Mecdî Efendi) sh. 516

2) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî) sh. 18

3) Sicilli Osmânî cild-4, sh. 633

4) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 354

5) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 530

6) Mu’cem-ül-müellifîn cild-13, sh. 235