Mısır’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi Abdülkâdir, nisbeti Deştûtî ve lakabı Zeynüddîn’dir. Hicazî diye tanınan Bedrüddîn Muhammed bin Muhammed’in oğludur. Mısır’da, Nil nehri kenarında bulunan Cezire bölgesindendir. Doğum târihi bilinmeyen Deştûtî, 931 (m. 1524) senesinde Mısır’da vefât etti. Bâb-üş-şa’riyye’nin dış kısmında defn olundu. Vefâtının 934 (m. 1527) senesinde olduğu da rivâyet edilmiştir.
Diğer velî zâtlar gibi, Abdülkâdir Deştûtî de (r.a.), birçok faziletin kendisinde toplandığı, evliyâlık yolundaki derecesi çok yüksek bir zât idi. Menkıbe ve güzel hâlleri pekçok olup, apaçık kerâmetler ve hârikalar sahibi idi. Diğer insanlar arasında olduğu gibi, devlet adamları ve sultanlar arasında da heybet ve i’tibâr sahibi idi. Evliyâ arasında, “Sâhib-i Mısır (Mısır’ın sahibi, ma’nevî sultânı)” diye isimlendirildi.
İmâm-ı Şa’rânî’nin (r.a.) naklettiğine göre, Emîr Yûsuf bin Ebî Esba’ şöyle anlatır: “Sultan Kaytbay, Fırat nehrine doğru bir sefer yapmak istemişti. Gelip, Abdülkâdir Deştûtî’den izin istedi. O da bu seferin münâsib olduğunu bildirip, sultâna izin verdi. Biz de sultan ile beraber yola çıktık. Yol çok uzak idi. Bir miktar gider, sonra mola verip dinlenirdik. Bu şekilde Haleb’e vardık.
Haleb’e ulaştığımızda, Abdülkâdir Deştûtî’nin orada bir zaviyede talebelere ders okuttuğunu öğrendik. Biz çok hayret edip, ne kadar çabuk geldi ki, diye hayretimizi bildirince, orada bulunanlar; “Siz neler söylüyorsunuz? O zât beş aydan beri burada bulunuyor ve talebelere ders okutuyor” dediler. Biz anladık ki, bu hâl, o büyük zâtın bir kerâmeti idi.”
Abdülkâdir Deştûtî, Resûlullah efendimizin (s.a.v.), Eshâb-ı Kirâmın ve onların yolunda bulunan hakîkî İslâm âlimlerinin muhabbetleri ile yanıyordu. Bu aşk ile, bir sene, yalın ayak ve yürüyerek hacca gitmiştir.
İmâm-ı Şa’rânî hazretleri, Abdülkâdir Deştûtî hazretleri ile çok görüştüğünü, yirmi seneden fazla sohbetlerine devam ettiğini, sohbetlerine ilk kavuştuğunda, genç ve bekâr olduğunu bildirerek şöyle anlatır: “Bir defasında yanında bulunuyordum. Bana; “Allahü teâlâya tevekkül ederek evlen! Muhammed bin Annân’ın kızını al. O kız, sâliha bir kızdır. Sana münâsibdir” dedi. Ben dedim ki: “Efendim! Benim dünyalık bir şeyim yok ki, nasıl düğün yapıp evleneyim?” Bana; “Sana âit olan şu kadar para var ya, o, inşâallah sana yeter” buyurdu. Benim, kardeşimin oğlunda o kadar param vardı ve hocamla konuşurken o parayı unutmuştum. O, kerâmet olarak bunu anladı ve bana böyle söyledi.
Bu sırada öğle ezanı okunuyordu. Bir ara ortalıktan kaybolan hocam Deştûtî, bir zaman sonra geri geldi. Orada bulunan ba’zı kimseler, onu namaz kılarken görmedikleri için merak ediyorlardı. Onların bu tereddüt ve endişelerini kalb gözüyle anlayıp, bana; “Benim, namazı kılıp kılmadığımı merak ediyorlar değil mi? Hiçbir namazımı terkettiğimi hatırlamıyorum. Lâkin biz, namazımızı çeşitli yerlerde kılıyoruz. Bugünkü öğleyi nerede kıldığımızı Muhammed bin Anan biliyor. Ona sor” buyurdu. Daha sonra Muhammed bin Anan ile görüştüğümüzde, o günkü târihi söyleyerek, öğle namazını nerede kıldıklarını sordum ve hocamın sözünü hatırlattım. Buna cevaben; “Abdülkâdir Deştûtî doğru söylemiş. O namazı çeşitli yerlerde kılar. Kerâmet sahibi olduğu için, Allahü teâlânın izni ile bir ânda çeşitli yerlere gidebilir. O gün öğle namazını, İskenderiyye yakınlarında bulunan Remle beldesindeki Beyaz Câmi’de kıldı” dedi.”
Bir kimsenin hidâyete kavuşmasının başka insanların elinde olmadığını, bize düşen vazîfenin, doğruyu anlatmak olduğunu, Allahü teâlâ o kimsenin hidâyete kavuşmasını murâd etmiş ise ve bunda da bizi vesile kılmış ise, bunun çok büyük ni’met olduğunu bildirirdi. “Her kim: saadeti, Allahü teâlâdan başka bir kimsenin elindedir dese, yalan söylemiş olur” buyururdu. Bununla beraber, evliyâlık yolunda ilerlemiş olan büyükler, açık olan kalb gözleri ve firâset nûrları ile, ba’zı kimselere hidâyet nasîb olacağını anlayıp, onlarla ilgilenir, alâkadar olurlar, dışarıdan gören ve bu inceliği anlıyamıyan başkaları da, bu hâle hayret ederler.
Abdülkâdir Deştûtî (r.a.), hıristiyan bir kimsenin yanına sık sık gider, o kimsenin yanında bir müddet kalırdı. Başkaları da, bu zâtın bu hâline hayret ederler, böyle bir zâtın, hıristiyan bir kimsenin yanına gidip gelmesine ma’nâ veremezlerdi. Bu durum bir müddet devam ettikten sonra, o hıristiyan kimse, Deştûtî’nin (r.a.) delâleti ile müslüman olmakla şereflendi. Müslüman olduktan sonra İslâmiyete çok güzel uydu.
Abdülkâdir Deştûtî hazretlerinin vefâtı yaklaştığında, ağlaması, ağlayarak ve sızlıyarak Allahü teâlâya yalvarması çok arttı. Kabirleri hazırlayan (kazan) kimseye; “İşini yapmakta acele et. Zira vakit çok yaklaştı” buyurdu. Ertesi gün de vefât etti.
İmâm-ı Şa’rânî (r.a.), Şeyh Sâlih Rıfâî’nin babasından naklederek haber verdiği bir menkıbeyişöyle anlatır: “Kar gölü kenarında, Deştûtî ile bir Cum’a günü, Cum’a namazı kılacaktık. Ezan okundu. Cum’a namazının farzına başlayacağımız sırada, hocam Deştûtî’nin başını önüne eğerek) kolunun yeni ile gözlerini kapatarak ba’zı hareketler yaptığını gördüm. Bu hâle çok teaccüb ederek merak ettim. Bu düşünceler içinde namaza durduk. O düşünce bende hâlâ devam ediyordu. Namaz içinde birden kendimi, Mekke-i mükerremede, Harem-i şerîfde gördüm, İmâmın arkasında namaz kılıyordum. Namazdan sonra baktım. Orada hocam Deştûtî’yi göremedim. Sonra Kâ’be-i muazzamayı tavaf edip, sa’y yapılan yere çıktım. Orada çarşı kurulmuştu. Çarşıdan, üç tane ufak ufak karpuzlardan alıp cebime koydum. “Ben şimdi hocamın bulunduğu Mısır diyarına nasıl döneceğim?” diye merak ederek yürüdüm. Birkaç adım atmıştım ki, birden kendimi, hocamın namaz kıldırdığı câmide gördüm. Kendisi de orada idi. Beni görünce tebessüm etti. Ben daha hiçbir şey anlatmadan; “Yanında bulunanları (küçük karpuzları) gizle. Bu hâlini, ben hayatta olduğum müddetçe kimseye anlatma” buyurdu. Ben anladım ki, o, zâhiren başka yerlerde görünse bile hakîkatte mübârek yerlerde bulunuyor ve namazları oralarda kılıyordu. Ba’zan da, hem zâhiren hem de bâtınen gidip, namazını o mübârek yerlerde kılardı. Bu hâdiseden sonra, benim ona olan muhabbetim ve bağlılığım daha da arttı. Bu hâdiseyi de onun sağlığında kimseye anlatmadım.”
Memlûk sultanlarından Sultan Kaytbay, Abdülkâdir Deştûtî hazretlerini çok sever, hürmet ve edebde kusur etmemeye çalışırdı. Atına binip giderken, yolda Deştûtî’yi görse, derhâl atından iner ve onu bindirirdi. Onun nasihatlerine uyar, bu sebeble de gayet rahat ederdi.
Sultan Kaytbay, ba’zan gazâlarında (muharebelerinde) zor durumda kaldıkça Deştûtî’den imdâd ister, o da, Allahü teâlânın izni ile askerin arasında görülür, düşmana hücum ederdi. Böylece, diğer askerlerin şevki artar, coşarak hamle yaparlar, nihâyet zafer elde edilirdi. Araştırdıklarında, Deştûtî’nin memleketinde bulunduğunu öğrenirler, harb meydanında aralarında bulunmasının, onun bir kerâmeti olduğunu anlarlardı.
Rivâyet edilir ki, Abdülkâdir Deştûtî (r.a.), birgün Sultan Kaytbay ile birlikte otururken, Deştûtî’nin elbisesine sinekler konmuştu. Latife yoluyla sultâna dedi ki: “Şu sineklere söyle de, benim üzerimden gitsinler.” Kaytbay dedi ki: “Efendim! Sinekler benim sözümden ne anlarlar. Ben onlara nasıl anlatabilirim?” dedi. Bunun üzerine Abdülkâdir Deştûtî hazretleri buyurdu ki: “Sen nasıl sultansın ki, sineklere dahî sözün geçmiyor?” Ya’nî, bunu söylerken nükte yolu ile; “Dünyâ sultanlığına güvenme. Bu her ne kadar yüksek görünüyor ise de, sineklerin bile kendisine itaat etmediği bu sultanlığa sultanlık denir mi? Buna aldanıp gurûrlanmamak lâzımdır” demek istedi.
Bundan sonra; “Ey sinekler, üzerimden ayrılınız” dedi. Bu söz üzerine sinekler üzerinden ayrılıp gittiler.
Bu hâdiseden çok ibret alan Sultan Kaytbay, hakiki sultanların bu büyükler olduğunu, onlara tâbi olmakla şereflenen bir çöpçünün, o büyükleri tanımak nasîb olmayan sultanlardan kat kat daha kıymetli olduğunu daha iyi anladı.
Abdülkâdir Deştûtî’nin Allahü teâlâya ve Resûlullah (s.a.v.) efendimize olan aşkı, bağlılığı pekçok idi. Bu aşk ile adetâ yanıp tutuşur idi. Bu aşk ile, bir sene yavaş yavaş yürüyerek, yalın ayak, büyük bir edeb ve huşû’ içerisinde hacca gitti. Harem-i şerîfe ulaştığında gözyaşları ile Kâ’be-i muazzama eşiğine kapandı ve eşiğe yanağını koyarak kendinden geçti. Öyle ki, üç gün kendine gelemedi.
Rivâyet edilir ki, Abdülkâdir Deştûtî’nin talebelerinden iki zât, birgün yemîn ederek bildirdiler ki: “Dün gece hocam benim yanımda idi.” Yalan söylemiyecekleri iyi bilinen bu iki kimsenin, bu şey için yemîn etmeleri herkesi hayrette bıraktı. Bu mes’ele Celâleddîn-i Süyûtî hazretlerine arzedilince, o da Abdülkâdir Deştûtî’ye haber gönderip ve bu mes’eleyi de anlatarak hikmetini suâl ettiğinde, Abdülkâdir Deştûtî cevap olarak buyurdu ki: “Talebelerimden iki tanesinin öyle söylediğini bildiriyorsunuz. Dört tanesi de geceleyin yanlarında olduğumu bildir-seler, doğru söylemiş olurlardı, yalan olmazdı.” Celâleddîn-i Süyûtî (r.a.), Abdülkâdir Deştûtî’nin bu sözü üzerine buyurdu ki: “Her ikisi de yalan yere yemîn etmiş olmazlar.”
Bundan sonra Celâleddîn-i Süyûtî, evliyânın hâlleri, tavırları, durumları hakkında bir risale te’lîf edip, orada evliyânın Allahü teâlânın izni ile bir ânda başka yerlerde görülebileceğini uzun uzun îzâh etti ve bu konuda, İbn-üs-Sübkî, Sadreddîn-i Konevî, Abdülgaffâr el-Kavsî ve Yâfi’î gibi meşhûr zâtların sözlerini de uzun uzun anlattı.
Abdülkâdir Deştûtî (r.a.) buyurdu ki: “Dünyâya âit olsun, âhırete âit olsun, bütün işlerinde Allahü teâlâdan başka hiçbir şeye iltifât etmemeni, O’ndan başka hiçbir şeye güvenmemeni sana tavsiye ederim. Bütün işler, Allahü teâlânın emri ve dilemesi ile olur. O hâlde sen, işleri takdîr edip yaratana dön. O’na yönel ve O’ndan başka hiçbir şeyin rızâsını O’nun rızâsından üstün tutma.”
“Bir kimsenin kalbinde Allahü teâlânın heybeti, azameti, korkusu yerleşince, işlerin zorluğu, meşakkatli olması o kimseden uzaklaşır. Ya’nî, işler o kimseye meşakkatli ve güç gelmez. O kimse öyle bir hâle gelir ki, bütün belâ ve sıkıntılar, ona iki rek’at namaz kılmaktan daha ehven (kolay, hafif) gelir.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tabakât-ül-kübrâ cild-2, sh. 138
2) Câmiu kerâmât-il-evliyâ cild-2, sh. 95
3) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-4, sh. 300
4) Mu’cem-ül-müellifîn cild-5, sh. 299
5) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 129