Osmanlılar zamanında yetişen âlimlerden ve büyük devlet adamlarından. Tosyalı Kâdı Celâleddîn’in oğlu olan Celâl-zâde Mustafa Çelebi, Yavuz Sultan Selim Hân zamanında devlet hizmetine girmiş ve Kanunî Sultan Süleymân devrinde kânunların tedvinindeki bilgisi, ilmî ve ahlâkî fazileti ile şöhret bulmuştur. “Koca Nişancı” diye anılırdı. Babası Kâdı Celâleddîn, medreseden yetişerek Rumeli tarafındaki kazalarda kadılık etmiş ve derecesi “Eşrâf-ı Kuzzât” rütbesine kadar yükseldikten sonra, kadılıktan çekilerek, emekliye ayrılmış ve 935 (m. 1528) târihinde vefât etmişti. Kâdı Celâleddîn, doğruluğu, yumuşak huylu ve mütevâzi olmasıyla kendisini sevdirmiş, zâhir ve bâtını (dış ve içi) ma’mûr, tertemiz bir zât olup, meşhûr hattât Amasyalı Hamdullah Efendi’den hat san’atını öğrendi. Kâdı Celâleddîn’in Mustafa, Sâlih ve Atâullah adlarındaki üç faziletli oğlunun en büyüğü olan Mustafa Çelebi, takriben 895 veya 896 (m. 1491) senesinde Tosya’da doğdu. İlk medrese tahsilini memleketinde gördükten sonra İstanbul’a gelip, Sahn-ı semân medreselerinde dânışmendliğe kadar çıktı. Dîvânî yazıdaki üstün kabiliyeti sebebiyle, Vezîr-i a’zam Pîri Mehmed Paşa ile Nişancı Seydî Bey’in kendisini himâye etmeleriyle, medrese hayâtından ayrılarak, genç yaşında devlet hizmetine alındı. Yavuz Sultan Selim Hân’ın iltifâtına mazhar olup, 922 (m. 1516) senesinde dîvân-ı hümâyûn kâtipliğine ta’yin edildi. Çalışkanlığı ve vazîfesini kavraması, ketum olması (sır saklaması) sebebiyle, Sultan Selim Hân da Celâl-zâde Mustafa Çelebi’ye i’timâd ederdi.
Yavuz Sultan Selim Hân, devlet erkânından mahrem (gizli) olarak ba’zı yerlere göndereceği emirleri, Mustafa Çelebi’yi çağırtarak kendisine yazdırırdı. Pâdişâh, şöyle yaz, böyle yaz diye emrettiği zaman, Mustafa Çelebi, dîvân kitabeti usûlüne ve derece teşrîfatına aykırı mütâlâalar yazmakta tereddüt ederek, Pâdişâh’ı ikna ederdi.
Celâl-zâde Mustafa Çelebi’nin dîvân muamelâtında yetişmesinde, ikinci hâmisi Nişancı Seydî Bey’in çok gayreti olmuştur. Bundan dolayı ni’met-şinâs (ni’metin kadrini bilen) Mustafa Çelebi, Seydî Bey hakkında: “Benim mürebbî, muallim ve üstadım idi. O, kânun-şinâs idi. Umûr-ı kalemiyyede (yazışma işlerinde) gayet mahirdi” demektedir.
Mustafa Çelebi, daha sonra hâmisi olan Vezîr-i a’zam Pîrî Mehmed Paşa’ya tezkireci (özel kalem müdürü veya mektûpçu) oldu. Tahkîki îcâbeden ba’zı mühim işlerde bulundu. Pîrî Paşa, Vezîr-i a’zam bulunduğu müddetçe, onun tezkireciliğini yaptı. 929 (m. 1523) senesi Şa’bân ayında Pîri Paşa emekliye sevk edilerek, yerine Rumeli Beylerbeyliği de üzerinde olarak, Enderun’dan hasodabaşı İbrâhim Ağa vezîr-i a’zamlığa getirildi. Nişancı Seydî Bey’in tavsiyesiyle Mustafa Çelebi, İbrâhim Paşa’ya da tezkireci oldu. Celâl-zâde, bunu şöyle anlatıyor “Maktul İbrâhim Paşa, harem-i Pâdişâhî’den ilk defa vezir-i a’zamlıkla çıktıkta, kâtiplerden ehl-i vukûf (işini bilen) bir kimse isteyip, hakîri (Celâl-zâde’yi) getirtip tezkireci edindi. Kendisinin ahvâl-i âleme (hükümet işlerine dâir durumlara) tecrübesi olmadığından, şikâyetçiler de sıkıştırırdı. Durum aramızda gizlice ittifâk olundu. Eğer dînî mes’eleleri ilgilendiriyorsa kadıaskere gönderile, mâlî işleri ilgilendiriyorsa defterdara gönderile ve eğer kendisine âit vezâret ile alâkalı ise ben divit ve kaleme yapışırdım. O, hüküm yazılsın diye emrederdi.”
Yavuz Sultan Selim Hân’ın Mısır’ı fethinden bir müddet sonra, Çerkeş beyleri halkı kışkırtıp isyana teşvik ederek, eski Çerkeş kölemen ocağını yeniden tüttürmek istemişlerdi. Halka adâlet gösterilmediğini ve birçok kimsenin de bu durumdan şikâyetçi olmalarını da bahâne olarak ileri sürüyorlardı. Bu şikâyetleri yerinde incelemek, tetkik ve tahkîk etmek üzere Vezîr-i a’zam İbrâhim Paşa’nın Mısır’a gitmesine lüzum görülmüş ve tezkireçi Celâl-zâde Mustafa Çelebi ile beraber, oldukça kalabalık bir hey’et ve beşyüz kadar yeniçeri ile ve deniz yoluyla, 930 (m. 1524) senesi Zilhicce ayının başlarında hareket etmişlerdi. Mevsimin sonbahar ve gün dönümü fırtınalarına tesadüf etmesi sebebiyle, ancak Rodos adası önlerine ve Marmaris taraflarına kadar gidilebilip, oradan karayolu ile Suriye üzerinden Mısır’a varılmıştır. Vezîr-i a’zam Kâhire’de durumu tahkîk etti. Memlûk sultanlarından Kayıtbay ve Kansu Gavri ile Mısır’ın ilk Osmanlı Beylerbeyi Hayır Bey’in tatbik ettikleri kânunları getirterek inceledi. Bunun üzerine hem hazîneyi ve hem de halkı koruyacak âdilâne bir kânun tertîb ettirdi. Bu yeni kânunun tedvininde (hazırlanmasında) Celâl-zâde’nin büyük hizmeti görüldü, İbrâhim Paşa onbir ay sonra, 931 (m. 1525) senesi Zilka’de ayında karayoluyla İstanbul’a geldi. Mustafa Çelebi, göstermiş olduğu hizmet ve liyâkatına karşılık olarak, aynı târihte katledilen Reîs-ül-küttâb Haydar Çelebi’nin yerine Reîs-ül-küttâb ta’yin edildi. Bu hizmette on sene bulundu ve seferlere iştirâk etti.
Kanunî Sultan Süleymân’ın Irakeyn (Irak-ı Acem ve Irak-ı Arab) seferinde Tebrîz’den Bağdad’a hareketini müteâkib, 941 (m. 1554) senesi Cemâzil-evvel ayında Nişancı Seydî Bey vefât etmiş ve makamı münhal (boş) kalmıştı. Bağdad’a girildikten sonra 28 Cemâzil-evvel ve 5 Aralık’ta, 180.000 akçe has ile Celâl-zâde Mustafa Çelebi, Nişancılığa ta’yin edildi. (Nişancı; dîvân-ı hümâyûn toplantılarında ve husûsî müzâkerelerde, Osmanlının eski ve yeni devlet kânunlarını iyi bilmesi ve ayrıca şer’î ve örfi (hukukî) kânunların arasını te’lîf etmek kudret ve selâhiyetine hâiz olması sebebiyle, bu husûslar hakkında fikir ve mütâlâalarından istifâde edilen devlet kânunlarına âit hükümleri yazan ve vezirlere ve devlet büyüklerine (adamlarına) verilen menşur ve berâtları bizzat tahrir (yazarak) veya müsveddelerini tetkik ederek pâdişâhın ismini hâvi tuğrayı çekmek yetkisine hâ’iz olan zâta denirdi.) Celâl-zâde nişancılıkta 23 sene kaldı ve asıl şöhretini bu çeyrek asırda te’min etti. Devlet kânunlarında müracaat edilen yegâne merci oldu. Kendisini yetiştiren Seydî Bey’den daha fazla şöhret buldu. Devlet idâresine dâir bütün kânunlar onun elinden geçti ve onun tedbirleriyle hallolundu. Kanunnâmedeki ta’bir üzerine bihakkın “Müftî-i kânun” olup, “Koca Nişancı” diye meşhûr oldu. En muğlak (karışık) mes’elelerin halli için onun mütâlâası alınıyordu. Meşhûr Tâc-ı zâde Ca’fer Çelebi’den sonra Celâl-zâde kudretinde bir nişancı gelmemiş ve yapmış olduğu kânunlar, tahrirat (yazışmalar), ahkâm ve menşûrlardaki yazış tarzı, kendisinden sonra yarım asırdan ziyâde nümûne olmuştur. Celâl-zâde’nin yüksek vukûf ve mesâisine mükâfat olarak, nişancılık hasları, o târihe kadar hiçbir nişancıya nasîb olmayan 300.000 akçeye çıkarılmıştır.
Celâl-zâde Mustafa Çelebi, 964 (m. 1557) senesine kadar nişancılık makamında kaldı. Yaşı yetmişe ulaşmıştı. O târihte vezîr-i a’zam bulunan Dâmâd Rüstem Paşa’nın tavsiye ve ısrârı üzerine görevinden istifâ etti ve “Müteferrika başılık” rütbesi verildi. Yerine değerli bir zât olan Eğri Abdi-zâde Mudurnulu Mehmed Bey ta’yin olundu. Kanunî Sultan Süleymân Hân, Celâl-zâde’nin kıymet ve ehliyetini ve uzun yıllar devam eden hizmetini takdîr ettiğinden, Vezîr-i a’zam Rüstem Paşa’ya rağmen, o târihe kadar emsali görülmemiş olan bir mükâfatla kendisini taltif etti. Nişancılığında almakta olduğu haslar ile emekli yaptı.
Kanunî Sultan Süleymân Hân’ın son seferinde müteferrika olması dolayısıyle, onun mâiyyetinde bulundu. Zigetvâr muhasarası esnasında Nişancı Eğri Abdi-zâde Mehmed Bey vefât ettiğinden, Celâl-zâde ikinci defa Nişancı ta’yin edildi. Kendisi, ihtiyârlığını ileri sürerek kabûl etmek istemedi ise de, kesin emir üzerine kabûle mecbûr oldu. Onun nişancılığa ta’yini esnasında Sultan Süleymân Hân vefât etmişti (22 Safer 974-8 Eylül 1566). Fakat vefât haberi pek gizli tutulduğundan hâriçten duyulmamıştı. Celâl-zâde, Pâdişâh’ın ölümünden haberdâr olmadığı için, nişancılık hil’atı giymek için otağ-ı hümâyûna girdiği vakit, hayatta zannettiği kadirşinas pâdişâhının öldüğünü anlayınca, kendisini tutamayarak ağlamaya başlamıştı. Fakat Vezîr-i a’zam Sokullu Mehmed Paşa’nın ikâzı üzerine kendisini toplamış ve me’mûriyet hil’atını giydikten sonra, memnun bir hâlde sevinerek otağ-ı hümâyûn’dan dışarı çıkmıştı. Onun bu hâlini görenler, Pâdişâh’ın sıhhatte olduğu zannı ile şüphelerini giderdiler.
Mustafa Çelebi, ordu ile beraber İstanbul’a döndü ve Sultan İkinci Selim Hân zamanında da kısa bir müddet, ya’nî onüç ay kadar nişancılıkta bulunduktan sonra, 975 (m. 1567) senesi Rebî’ul-âhır ayında, yaklaşık 75 ilâ 80 yaşları arasında vefât etti. Eyyûb Sultan Nişancası’nda yaptırmış olduğu câminin bahçesine ve kendisinden evvel vefât etmiş olan kardeşi Sâlih Çelebi’nin yakınına defnedildi. Vefâtına Deli Kâdı’nın söylemiş olduğu manzûm târih, mezar taşına hâk edilmiş (yazılmış) olup, aynen şöyledir:
Celâl oğlu nişânî ki cihanın,
Fenâsın gördü azmetti bekâya.
Teni hâki olup aslına râti,
Karıştı rûh-ı pâki esfiyâya.
Yeri Cennet ola deyû melekler,
Feleklerden el açtılar duâya,
İşitip rûh-ı kudsî dedi târih:
İlâhî rahmet eyle Mustafa’ya!
Celâl-zâde Mustafa Çelebi, câmiden başka, yine o civarda bir hamam ve Halvetiye tarikatı için bir tekke yaptırdı.
İlmî hayâtı ve eserleri: Celâl-zâde Mustafa Çelebi’nin; biri devletin kânun ve nizamlarına vukûfu, yeni kânunlar tanzim ve tedvini cihetinden, diğeri de ilmî faaliyeti ve ilmî şahsiyeti yönünden iki cephesi vardır. Mustafa Çelebi, Türkçe inşâdaki (yazmadaki) kudret ve mehâretinden başka, Arabca ve Farsçada da kalem sahibi, âlim ve şâir bir zât idi. Kaleme almış olduğu berât veya menşûrlardaki inşâ (yazma) san’atı kudreti, zamanına göre pek kuvvetlidir ve münşeâtı (yazmaları) senelerce nümûne olarak kullanılmıştır. Bilhassa Safevî hükümdârı Şah Tahmasb’a yazılan nâme-i hümâyûn ve pâdişâhın emriyle bilhassa Vezîr-i a’zam İbrâhim Paşa için kaleme aldığı Seraskerlik menşuru, kuvvetli kalem sahibi olduğunun en parlak nümûnelerindendir.
Latifî, Celâl-zâde’nin ilmî hayatı ve inşâ san’atındaki mehâreti hakkında, Tezkire’sinin matbû’ nüshası üçyüzotuzaltıncı sahifesinde güzel bilgi vermektedir. Mustafa Çelebi, fevkalâde çok olan divân işlerinden dolayı, nişanalık zamanında eser te’lîf veya tercümesine pek vakit bulamamış, eserlerinin çoğunu, on sene devam eden emeklilik hayâtı esnasında yazmıştır. Nişancılıktan emekliye ayrıldıktan sonra, Eyyûb Sultan’da Nişancı mahallesindeki konağında oturdu. Zamanının âlim, şâir ve edîbleri, onu ziyârete gelip sohbet ederek, ilmî ve edebi mübâhase ve münâzarada bulunurlardı.
Celâl-zâde, uzun süren Reîs-ül-küttâblık ve nişancılığı zamanında çok adam yetiştirdi. Bunlar, gerek kendi zamanında ve gerekse sonradan devlet işlerinde mühim mevkiler işgal etmişlerdir. Kendisinin maiyetinde bulunmuş olan Nevbahar-zâde, Celâl-zâde’nin nişancılığı zamanında onun divitdârı idi. Sonradan sür’atle yükselerek, defterdar oldu. Defterdarlar, kânun üzere divân-ı hümâyûnda nişancının üst tarafında otururlardı. Bundan dolayı Nevbahar-zâde’nin, nişana Celâl-zâde’den daha yüksekte oturması îcâbediyordu. Fakat Nevbahar-zâde’nin; “Senelerce karşısında el kavuşturup durduğum devletlûnun üst tarafına oturmam, azl-i ihtiyâr ederim” demesi üzerine, keyfiyet, Kanunî Sultan Süleymân Hân’a arzedilmiştir. Pâdişâh, Nevbahar-zâde’nin bu kadirşinâslığına memnun olmuş ve bundan sonra nişana ve defterdardan hangisi kıdemli ise, o tekaddüm etsin (üst tarafta o bulunsun) diyerek, kânunu ta’dîl ettirmiş, değiştirmiştir.
Celâl-zâde Mustafa Çelebi, fevkalâde cömert bir zât idi. Muâsırı olan Tezkire sahipleri ve Atâî, eserlerinde onun hâlinden çeşitli örnekler kaydetmektedirler. Bundan başka, çok merhametli ve iyilik sever bir zât olduğunda da, zamanının âlimleri ve bütün halk ittifâk etmişlerdir. 965 (m. 1558) senesinde, Eyyûb Sultan’daki konağında kendisini ziyâret etmiş olan Mekke Emîri’nin elçisi Kutbüddîn-i Mekkî, Mustafa Çelebi hakkında; “Bu zât, huyunun güzelliği ve cömertliği ile o günkü insanların hepsinden üstün idi. Beni da’vet ile çok ihsânlarda bulundu. Ezcümle İstanbul’dan çıkacağım sırada bana; “Karadan mı, denizden mi gideceksiniz?” diye sordu. Ben de, denizden gideceğimi söyledim. “Niçin deniz tehlikesini tercih ediyorsunuz?” dedi. Ben de; “Elim dardır, onun için” diye karşılık verdim. Derhâl bana yüz altın liradan ziyâde para ile, gayet latif çuhalar ve güzel elbiseler verdi. Bir gece onun konağında yattım. Pek ziyâde ikram gördüm. Cenâb-ı Allah da onu azîz etsin, ona ikramda bulunsun, onun şânını yükseltsin!” diyerek, fevkalâde cömertliğini dile getirmektedir. Celâl-zâde’yi tanıyan ve meclislerine devam eden ve çeşitli hediyelerine kavuşan Latifi, Tezkire sahibi Âşık Çelebi ve Kınalı-zâde Hasen Çelebi gibi zâtlar da, onun ilmî kudretini uzun uzun medhettikten sonra, cömertlikte de zamanının en üstünü olduğunu, güzel ahlâk ile şöhret bulduğunu, ihsân ve ikramlarının bol, zayıfların ve fakirlerin hâmisi olduğunu yazmaktadırlar.
Eserlerinden başlıcaları şunlardır: 1-Tabakât-ül-memâlik ve derecât-ül-mesâlik: Bu eserini 964 (m. 1557) senesinde emekli olduktan sonra yazmıştır. Edebî san’atlarla süsleyerek kaleme aldığı bu eserine;
“Allah ismiyle ger başlansa nâme,
Se’âdet ola ünvan ol kelâme.”
Beyti ile başlamakta, uzun bir mukaddimeden (önsözden) sonra, “Sebeb-i te’lîf-i kitâb” kısmında, kendi zamanına kadar yazılmış olan târihlerin devlet müesseseleri, askeri ve eyâlet teşkilâtları, İstanbul’daki müteaddit ve muhtelif te’sisler hakkında hiçbir ma’lûmât vermediklerinden dolayı bu eserini kaleme aldığını beyân etmektedir.
Eser, 30 tabaka ve 375 derece üzerine tertîb olunmuştur. Bu otuz tabakanın 20 tabakası saray, hazîne, merkez teşkilâtı, kapıkulu ocakları, geri hizmette istihdam edilmiş askeri ocaklar, donanma, eyâletler ile, İstanbul’daki dînî, ilmî ve içtimaî te’sisler ve sâireye âit olup, otuzuncu tabaka işe, Kanunî Sultan Süleymân Hân zamanındaki vak’alara ve 966 (m. 1559) senesinde Süleymâniye Câmii inşâatının sonuna kadar gelmektedir.
“Tabakât-ül-memâlik”in baştarafında fihrist hâlinde zikredilen ve pek mühim olan 29 tabakayı ihtivâ eden cild, bugüne kadar ele geçmemiştir. Celâlzâde’nin oğlu Mahmûd Çelebi tarafından yazılmış olan ve Hekimoğlu Ali Paşa kitapları arasında bulunan 778 ve 779 numaralı yazıları ve tehzîbleri güzel iki nüshadan 778 numaralı nüshasının 18. satırında, 29 tabakanın ayrı bir cild olarak yazılmış olduğu, kitabın kenarına aynı yazı ile yaldızlı olarak işâret olunmuştur. Fakat bu eser veya müsveddesine bugüne kadar rastlanmamıştır.
“Tabakât-ül-memâlik”deki tasvirler dikkate şâyândır. Çünkü bu tasvirler (vasıflandırmalar), o devirdeki kıyâfetleri, çadır, silâh ve sâir husûsları göstermeleri i’tibârıyle mühimdir ve ayrıca manzûmeleri de öyledir. Pâdişâhın solak denilen muhafız teşkilâtından, Mohaç muharebesinden bir gece evvel ordugahta yapılan serdengeçti kuvvetlerinin eğlence ve oyunlarından, kapıkulu süvarilerinden, yeniçeri, akına ve sâir askeri sınıfların ve otağ, sancak ve tuğraların vasıflarından bahsederken, o devrin askeri teşkilât ve teçhizatı hakkında bilgiler vermektedir. Mustafa Çelebi bu eserinde, türlü türlü terkiplerle anlattığı vak’aları canlandırmakta mehâret göstermektedir. Celâl-zâde, 965 (m. 1558) yılında İstanbul’a gelmiş olan Mekke Emîri’nin elçisi Kutbüddîn ile görüştüğü sırada söz, “Tabakât-ül-memâlik”e intikâl edince, ona; “Pâdişâhın hükmü altında 1200 kale var. Bu kalelerin herhangi birisini yücelikte ve dayanıklılıkta ve sağlamlıkta husûsî bir takım sıfatlar ve secî’lerle zikrettiğim zaman, başka bir kaleyi zikrederken o sıfat ve secî’leri tekrar etmedim” demiştir. Sehî Bey de “Tezkire”sinde aynı mütâlâayı kaydediyor. Tezkire sahibi Âşık Çelebi de, bu eserden sitayişle bahsetmektedir.
“Tabakât-ül-memâlik”, tarihçi Âli ve Peçevî’nin kaynaklarındandır.
2- Mohaçnâme: Sultan Süleymân Hân’ın 932 (m. 1526) senesinde Macaristan kralı ile yapmış olduğu muharebeyi tasvir eden bu eser, ordunun Belgrad’a varışından i’tibâren tamamen “Tabakât-ül-memâlik”den alınmıştır. Üniversite Kütüphânesinde (2623) numarada bulunmaktadır.
3- Rodos Fetihnamesi: Bu eserini, “Tabakât-ül-memâlik”ten çok zaman evvel, tezkireri iken yazmış ve daha sonra ma’lûm üslûbu ile “Tabakât”a geçirmiştir. Eser, Kanunî Sultan Süleymân’ın, 929 (m. 1522) senesindeki Rodos adasının fethinden bahsetmektedir. Bu eserin Üniversite Kütüphânesinde (501, 833; 2599 ve 2628) dört nüshası olduğu gibi, Nûruosmâniye ve Üsküdar’da Selîm Ağa kütüphânelerinde birer nüshası vardır.
4- Fetihnâme-i Karaboğdân (Gazâvât-ı Sultan Süleymân): Bu eserinde, nişancılığı esnasında 945 (m. 1538)’de yapılan meşhûr sefere âit bilgiler vermekte olup, “Tabakât-ül-memâlik” adındaki eserine de tamamen almıştır. Birer nüshası, Ayasofya ve Süleymâniye kütüphânelerinde bulunmaktadır.
5- Selîmnâme (Meâsir-i Selim Hânî): Celâl-zâde, bu eserini, 964 (m. 1557) senesinde nişancılık vazîfesinden ayrıldıktan sonra yazmıştır. Selîmnâme, Yavuz Sultan Selim Hân’ın Trabzon vâliliğinden i’tibâren vefâtına kadar olan hayâtını ve başarılarını içine almaktadır. Eserde yazdıklarının birçoğunu Vezîr-i a’zam Pîrî Paşa’dan işitmiştir. Eser 23 fasıldır: 1- Sultan Selîm’in menâkıbı ve hasletleri, 2- Trabzon vâliliği zamanı, 3- O tarihlerdeki askeri durum ve vezirlerin ahvâli, 4- Sultan Selîm’in Gürcistan Seferi, 5- Oğlu Süleymân’a sancak istemesi ve Süleymân’ın Kefe sancağına ta’yini ve Sultan Selîm’in Kefe tarafına geçmesi, 6- Kırım Hân’ı Meneğli Giray ile görüşmesi ve Hân’ın oğlu Se’âdetgiray’ı yanına alması, 7- Sultan Selîm’in Akkerman’a gelerek babasıyla görüşmek istemesi ve bu sırada cereyan eden olaylar, 8- Anadolu’da Şahkulu isyanı ve Amasya Vâlisi Şehzâde Ahmed, 9- Şahkulu isyanını bastırmak üzere Vezîr-i a’zam Hadım Ali Paşa’nın Anadolu’ya gitmesi, 10- Sultan Selîm’in İstanbul’a doğru gelmek istemesi, 11- Yaptığı muharebede mağlup olan Sultan Selîm’in deniz yoluyla Kefe’ye çekilmesi, 12- Bu hâdise üzerine Şehzâde Ahmed’in hükümdâr ilân edilmek üzere İstanbul’a da’veti ve bu sırada vukû’a gelen ahvâlin tafsili, 13- Sultan Selîm’in İstanbul’a da’vet olunarak hükümdâr ilân olunması, 14- Anadolu’ya geçen Sultan Selîm’in, Şehzâde Ahmed’le muharebesi, Ahmed’in katli ve Bursa’daki şehzâdelerle Sultan Korkud’un katileri, 15-İran seferi ve Çaldıran muharebesi, 16- Amasya kışlağındaki olaylar ve Dülkadiroğlu Alâüddevle üzerine kuvvet şevki, 17- Diyarbekr ve doğu; Anadolu’nun alınması. 18- Doğu Anadolu’da Şah İsmâil’in faaliyeti üzerine kuvvet şevki, 19- Mısır seferi, 20- İstanbul’a avdet, 21-Celâli hareketi ve Ferhad Paşa’nın o tarafa şevki, 22-Sultan Selîm’in vefâtı, 23- Ba’zı hikâyeler.
Selîmnâme’nin 3 Safer 998 (12 Aralık 1589) târihinde Mustafa Çelebi’nin oğlu Mahmûd Çelebi tarafından çoğaltılmış bir nüshası; İstanbul Arkeoloji Kütüphânesi’nde (362) numarada bulunmaktadır. Diğer nüshaları da Topkapı Sarayı Revan Köşkü kitapları arasında (1274) ve hazîne kitapları arasında (1415) numaralarda bulunduğu gibi, ba’zı Avrupa kütüphânelerinde de nüshaları vardır.
6- Mevâhib-ül-Hallâk fî merâtib-il-ahlâk: iyi ve kötü huyların fayda ve zararlarından bahseden bu eser, ellialtı bâb ve bir hatime üzerine tertîb edilmiştir. Celâl-zâde, bu eserini emekli olduktan sonra yazarak, Sultan Süleymân’a ithaf etmiştir. Eserin mukaddimesinde Esmâ-i husnâ(Allahü teâlânın isimleri) şerhi ve sonunda Peygamberimize (s.a.v.) salevât vardır. Mustafa Çelebi, bu eserinin ba’zı kısımlarını bizzat Tezkire sahibi Âşık Çelebi’ye okumuştur. Celâl-zâde’nin bu eserinde de kaleminin kudreti görülür. “Mevâhib-ül-Hallâk” üç pâdişâh (Süleymân, Selîm, Murâd) tarafından mütâlâa edildiği için “Enîs-üs-selâtîn” diye meşhûr olmuştur. “Mevâhib-ül-Hallâk”ın 964 (m. 1557) senesinde yazılmış bir nüshası, Süleymâniye Kütüphânesi’nde Âşir Efendi kitapları arasında (174) numarada bulunmaktadır. Diğer ba’zı kütüphânelerde de birer nüshası vardır. Kitap şu sûretle tertîb edilmiştir: Birinci bâb: Mertebe-i îmân, 2- Mertebe-i ahlâk, 3- Mertebe-i sıdk, 4- Mertebe-i ibâdet, 5- Mertebe-i ihlâs, 6- Mertebe-i duâ, 7- Mertebe-i haya, 8- Mertebe-i tevekkül, 9- Mertebe-i rızâ, 10- Mertebe-i emânet ve denâet, 11- Mertebe-i se’âdet, 12- Mertebe-i akl, 13- Mertebe-i şükr, 14- Mertebe-i sabr, 15- Mertebe-i uluvv-i himmet, 16-Mertebe-i edeb, 17- Mertebe-i tevâzu, 18- Mertebe-i afv, 19- Mertebe-i saltanat, 20- Mertebe-i vezâret, 21- Mertebe-i adl ve insaf, 22- Mertebe-i meşveret, 23-Mertebe-i şecaat, 24- Mertebe-i sehâvet, 25- Mertebe-i ilim ve suhan, 26-Mertebe-i pend-ü-nasîhat, 27- Mertebe-i ketm-i Esrâr, 28- Mertebe-i ismet, 29-Mertebe-i hilm, 30- Mertebe-i vefa, 31-Mertebe-i Merhamet-ü-şefkat, 32-Mertebe-i riâyet-i hukuk, 33-Mertebe-i azm, 34- Mertebe-i hazm, 35- Mertebe-i gayret, 36- Mertebe-i firâset, 37-Mertebe-i hayrat, 38- Mertebe-i teyakkuz, 39- Mertebe-i teenni, 40- Mertebe-i hıkd ve hased, 41- Mertebe-i mücâleset, 42- Mertebe-i igtinâm, 43- Mertebe-i sebat ve tereddüd, 44- Mertebe-i iz ve-zül, 45- Mertebe-i cidd-ü-cehd, 46-Mertebe-i sıhhat, 47- Mertebe-i batâlet, 48- Mertebe-i mezemmet ve gaybet, 49-Mertebe-i riâyet-i ahd, 50- Mertebe-i nef-ü-zarar ve kat-ı rahm, 51- Mertebe-i siâyet ve nemîmet, 52- Mertebe-i incâz-ı hâcât, 53- Mertebe-i siyâset, 54-Mertebe-i tama’, 55- Mertebe-i tahareti 56- Bu bâbda Peygamber efendimize (s.a.v.) salevât bulunmaktadır.
Mustafa Çelebi’nin bu eserinde, her bâb îzâh edildikten sonra, o bâbla münâsebeti olan âyet-i kerîme, hadîs-i şerîf, kibâr-ı kelâm ve o bâbla alâkadar hikâyeler zikredilmek sûretiyle okuyan aydınlatılmaktadır. Okunması faydalı, ahlâkî güzel bir kitaptır.
7- Delâil-i nübüvvet-i Muhammedî ve şemâil-i fütüvvet-i Ahmedî: Celâl-zâde’nin bu eseri, siyer kitaplarından “Meâric-ün-Nübüvve fî Medâric-il-fütüvve” adlı Farsça eserin tercümesidir. Eserin müellifi 954 (m. 1547)’de vefât eden ve Molla Miskin diye meşhûr olan Mu’înüddîn el-Hac Muhammed el-Fevâhî’dir. Celâl-zâde, “Meâric-ün-Nübüvve”yi, nişancı bulunduğu sırada tercüme etmiş olup, burada da kendisine mahsûs inşâdaki kudret ve san’atını göstermiş ve kitabına “Delâil-i nübüvvet-i Muhammedi ve Şemâil-i fütüvvet-i Ahmedî” adını vermiştir.
Eser, bir mukaddime, dört rükn ve bir hatime üzerine tertîb edilmiş olup, birinci rükn ya’nî birinci kısım; Nûr-i Muhammedi ve bunun ba’zı Peygamberlere intikâli ile, İsmâil Peygamber’e (a.s.) ve nihâyet sahibi olan hazret-i Muhammed’e (s.a.v.) intikâlini, ikinci rükn; Peygamber efendimizin (s.a.v.) doğumlarından bîsetlerine, ya’nî Peygamber olarak tebliğe me’mûriyetleri-ni, üçüncü rükn; vahy, hicret ve mi’râcı, dördüncü rükn de; hicretten vefâtlarına kadar olan vak’aları ve mu’cizeleri içine almaktadır.
“Delâil-i nübüvvet-i Muhammedî’nin birer nüshası, Süleymâniye Kütüphânesi’nde Fâtih kısmında (4289) ve Üniversite Kütüphânesi Türkçe yazmaları arasında (4110) numaradadır.
8- Hediyyet-ül-mü’minîn: Celâl-zâde Mustafa Çelebi’nin risale şeklinde bir takım münâsip hikâyelerle tevhîdi. (bir Allah inancını), Peygamber sevgisini, cihâryâr-ı güzînin (Hazreti Ebû Bekr, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali) vasıflarını, iyi ahlâkı, Allaha kalben bağlılığı ve en sonunda da hafîd-i Peygamberî, İmâm-ı Hasen ve İmâm-ı Hüseyn haklarındaki hürmeti beyân etmiş olup, kısmen mensûr (nesir) ve kısmen manzûmdur. 26 varak olan bu eserin nesih hatla yazılmış bir nüshası, üniversite Kütüphânesi Türkçe yazmaları arasında (7204) numarada bulunmaktadır. Risalenin en sonunda “Nişanî Hakrâh-ı Mustafâ’dır” mısraı vardır.
9- Cevâhir-ül-ahbâr fî hasâil-il-ahyâr: Arab edîb ve müelliflerinden Ebû Hafs Sirâcüddîn Ömer bin İbrâhim el-Ensârî’nin, Yûsuf Peygamber (a.s.) kıssasına dâir olan “Zehr-ül-kimâm fî kıssat-ı Yûsuf aleyhisselâtü vesselâm” adındaki onyedi meclis üzerine tertîb edilen eserinin tercümesidir. Nefis bir nüshası Nûruosmâniye Kütüphânesi’nde (2356) numaradadır. Bu tercümeyi, yaşı yetmişi geçtikten sonra emeklilik hayâtında yapmış olduğunu kendisi anlatmaktadır.
Bu tercüme eser, 17 meclis (kısım) üzerine tertîb olunup, her meclisin sonu manzûmdur. Celâl-zâde bu tercümeyi, Kanunî Sultan Süleymân Hân’ın oğlu Şehzâde Selîm (Sultan İkinci Selim Hân) nâmına yapmıştır. Tercümenin son yaprağında, Kanunî Sultan Süleymân Hân’ın mühr-i şerîfleri vardır. Eserin yazısı güzel, cild ve kapağı fevkalâde san’atlıdır ve 350 sayfa kadardır. Tercümenin bir nüshası Tercüme-i zehr-il-kimâm” ismi altında Üniversite Kütüphânesi Türkçe yazmaları arasında (787) numaradadır.
10- Kânunnâme: Celâl-zâde’nin nişancılığı zamanında hazırlanan kânunları hâvi olup, bir nüshası Süleymâniye Kütüphânesi’nde Âşir Efendi kısmında (1004) numarada bulunmaktadır. Yaya, müsellem, yürük, voynuk kanunlarıyla, çeltik kânunu ve müteferrik ikiyüze yakın yeni veya muaddel kânunları hâvidir. Nişancının, eski ve yeni kânunları şerh ve ta’dil sûretiyle tedvin ettiği kânunlara “Kânun-i cedîd” denilmektedir. Celâl-zâde’nin tertîb eylediği kânunlara âit madde veya fasıllar, kütüphânelerimizdeki kanunnâmelerde Koca Nişancı veya Celâl-zâde diye zikredilmektedir. Bunlardan Celâl-zâde’ye âit bir kanunnâme de Ayasofya Kütüphânesi’nde (2894) numaradadır.
11- Târih-i kale-i İstanbul ve ma’bed-i Ayasofya, 12- Mensûr, 13- Münşeât, 14- Divânçe. Bunlardan başka, Mustafa Çelebi’nin “Nişanî” mahlası ile yazdığı ba’zı manzûmeleri de vardır. Türkçe, Arabca ve Farsça lisanlarında kuvvetli bir kaleme sahiptir. Şiirlerinden bir kısmı değişik eserlerinde ve ba’zı şu’arâ tezkirelerinde yer almaktadır.
Mevâhib-ül-Hallâk fî merâtib-il-ahlâk adlı eserden ba’zı bölümler:
Rakîb: Koruyucu ve herşeyi gözetici demektir. Allahü teâlâ, kullarını Rakîbdir. Hâllerini, alıp verdikleri nefeslerini bilir. Onları muhafaza eder.
Tasavvuf ehline göre murâkabe; kulun, kalbi ile Allahü teâlâyı zikredip, devamlı olarak Allahü teâlânın, kullarının hâllerine muttali olduğunu, görüp bildiğini hatırından çıkarmaması, her nefeste Allahü teâlânın azâbından ve cezasından korku üzere olmasıdır. Büyüklerden birisi; “Kulun, harama bakmamak ve günah işlememek için ne yapması lâzımdır?” diye sorduklarında; “Kul bir günah işleyince, Allahü teâlânın o hâline vakıf ve işlediği günâhı gördüğünü asla unutmamak sûretiyle günah işlemekten korunabilir” buyurmuştur.
Hikâye: İbn-i Ömer (r.a), köle bir çobana rastladı. Çoban koyunları otlatıyordu. Çobana, koyunlardan birini kendisine satmasını söyledi. Çoban; “Koyunlar benim değildir” dedi. Bunun üzerine İbn-i Ömer (r.a.); “Sen bana koyunu sat, sahibine kurt yedi dersin” dedi. Çoban; “Fakat Allahü teâlâ her yerde hâzır ve nâzırdır. O bizi görmektedir” deyince, İbn-i Ömer (r.a.), çobanı ve koyunları sahibinden satın aldı. Çobanı azâd ederek, koyunları o gence hediye etti.
Murâkabe sahibi, Allahü teâlâdan haya eder, günah işlemekten utanır. Allahü teâlânın azâbından ve cezasından çok korkar. Bu sebepten günahlardan çok sakınır. Allahü teâlânın herşeyden onu hesaba çekeceğini bildiği için, hiçbir nefesini zayi etmez, boşuna geçirmez. Dâima Allahü teâlâya tâatla meşgûl olur.
Hikâye: Sâlihlerden birisi vefât etmişti. Cenâzesini sabahleyin kaldırmalarına rağmen, çok kalabalık olduğundan, ancak ikindiden sonra defnedilebilmişti. O beldenin sâlihlerinden birisi, defnedilen zâtı rü’yâsında görüp, ne hâlde olduğunu sordu. O da şöyle cevap verdi: Allahü teâlâ beni af ve mağfiret eyledi. Pekçok ihsânlarda bulundu. Fakat çok çetin hesap verdim. Çünkü birgün oruçlu idim. Bir arkadaşımın anbarının önünde oturdum, iftar zamanı gelince o anbardan bir tane buğday alıp, ikiye böldüm. Tam yiyeceğim sırada, benim olmadığını düşünerek, iki parça buğdayı tekrar yerine koymuştum. Bu sebeple, kırdığım o bir tane buğday yüzünden sevâblarımdan alıp, o buğdayın sahibine verdiler.
Hikâye: Selmân-ı Fârisî (r.a.), gecelerini namaz ve ibâdetle geçirirdi. Çok namaz kılmaktan dolayı yorulduğu zaman, “Sübhânallah, Elhamdülillah, Allahü ekber, Lâ ilahe illallah” gibi tesbihle vakitlerini geçirmeye çalışırdı. Bundan da yorgunluk meydana gelince, Allahü teâlânın celâlini ve azametini (büyüklüğünü) düşünürdü. Bir müddet tefekkürden sonra, nefsine; “Epeyce dinlendik, rahatladık” der, tekrar namaza dönerdi. Gece bitinceye kadar bu şekilde meşgûl olurdu.
Hikâye: Hasen-i Basrî hazretleri Basra’da ders verir, va’z ve nasihat ederdi. Pekçok kimse onun meclisine, derslerine devam ederdi. Birgün Hasen-i Basrî’ye; “Efendim! Burada bir genç var. O sizin meclisinize, derslerinize gelmiyor” dediler. Hasen-i Basrî hizmetçisini gönderip, o genci huzûruna da’vet etti. Bunun üzerine o genç geldi. Hasen-i Basrî o gence; “Niçin meclisimize gelmezsin?” diye suâl etti. O genç de şöyle cevap verdi: “Her gece, sabah olunca zât-ı âlinizin meclisine, derslerine gideyim diye niyet ederim. Ancak sabah olunca, Kur’ân-ı kerîmden dört âyet-i kerîmeyi tefekkür etmekten fırsat bulup gelemiyorum.” Hasen-i Basrî hazretleri o dört âyet-i kerîmenin hangileri olduğunu sordu. O genç şöyle dedi: “1- (Ey Resûlüm, onlara) de ki: Sizin canınızı almaya, vekîl kılınan ölüm meleği (Azrail) canınızı alacak, sonra döndürülüp Rabbinize götürüleceksiniz” (Secde-11) meâlindeki âyet-i kerîmeyi tefekkür ederim. Vefâtım sırasında hâlimin nasıl olacağını düşünürüm. 2- “Tâ ki, ben terkettiğim îmânı yerine getirip sâlih amelde bulunayım. Hayır (artık dünyâya dönülmez), müşriklerden her birinin söylediği bu sözler, söyleyene âit faydasız bir lâftır. Önlerinde ise bir mezar vardır. Diriltilecekleri güne kadar oradadırlar” (Mü’minûn-100) meâlindeki âyet-i kerîmeyi tefekkür ederim. Kabrin darlığını hatırıma getirerek, orada hâlimin nasıl olacağından korkarım. Üçüncü olarak; “(Ey Resûlüm), münâdînin yakın bir yerden çağıracağı günkü sözü dinle. (O kıyâmet ahvâlinden sana ne büyük haberler vereceğiz)” (Kâf-41) meâlindeki âyet-i kerîmeyi tefekkür ederim. Bu nidayı duyduğum zaman hâlimin nice olacağını düşünürüm. Dördüncü olarak da; “O gün gelince, Allahü teâlânın izni olmadıkça, hiç kimse konuşamaz. Artık insanlardan bir kısmı muazzebdir (azâb olunan) bir kısmı da bahtiyardır” (Hûd-105) meâlindeki âyet-i kerîmeyi tefekkür ederim. Acaba sa’îdlerden mi, yoksa şakilerden mi olacağım, diye düşünürüm.”
Mucîb: Allahü teâlâ, kendisinden dilekte bulunanların murâdını verir. İstiyenlerin dileklerini yerine getirir. Allahü teâlânın lutfünün kemâlindendir ki, istemeden de bol bol verir. Allahü teâlânın has, velî kullarına ma’lûmdur ki, Allahü teâlâ kullarının hacetlerini giderir. Fakat cenâb-ı Hak, ekseriyetle kullarına darlık, hastalık ve musibet vererek onları imtihan eder. Yahut başlarına gelen belâ, musibet ve zararlara sabretmeleri ile onların derecelerini arttırır.
Hikâye: Atâ-i Ezrak hazretlerine, hanımı, pazardan ba’zı ihtiyâçlarını te’min etmesi için iki dirhem verdi. Atâ-i Ezrak (r.a.) pazara varınca, “Efendim bana iki dirhem vermişti. Onlarla pazardan ba’zı ihtiyâçlarını alacaktım. Fakat iki dirhemi kaybettim. Şimdi ben efendime ne cevap veririm, benim hâlim nasıl olur?” diyerek ağlayan birisine rastladı. Atâ-i Ezrak (r.a.) elinde bulunan iki dirhemi o ağlayan şahsa verdi. Oradan ayrılarak mescide gitti. Akşam olunca, akşam namazını kıldıktan sonra, tanıdığı bir dostunun yanına gitti ve ona durumu anlattı. O dostu da fakir birisi idi. Atâ-i Ezrak hazretlerine evine götürmesi için vereceği birşeyi yoktu. Atâ-i Ezrak hazretlerine; “Şu yoncadan (bir çeşit ot) al. Un buluncaya kadar tandıra koyup, pişirir yersiniz. Şimdilik böyle idâre edersiniz dedi. Atâ-i Ezrak da yonca otu ile torbasını doldurdu. Evine bırakıp, hanımına görünmeden mescide gitti. Evdekiler uyuduktan sonra eve gitmeye niyet etti. Çünkü hanımının verdiği iki dirhem ile evin ihtiyâcını görmemiş, bir şahsı sevindirmişti. Bu yüzden de evde bir huzûrsuzluk çıkabilir, diye düşünmüştü. Ev halkının uyuduklarını tahmin ettiği bir zamanda eve gitti. Hanımının uyumadığını ve ekmek pişirmiş olduğunu gördü. Hanımına unu nereden bulduğunu sorunca, hanımı; “Senin getirdiğin torbadan aldım. Ne de güzel unmuş, bir daha hep bundan alın” dedi. Allahü teâlâ, onlara hiç ummadıkları bir şekilde o unu lütfetti.
Çok zaman olur ki, insan birinin ihtiyâcını gidermek için çok gayret sarf eder, fakat bu onun için mümkün olmaz. Allahü teâlâ, bu ihtiyâcı başka yoldan gönderir.
Hikâye: Büyüklerden birisi, birgün mescidde bir fakir gördü. Bu fakir devamlı aynı yerde oturup, hiç başka bir yere gitmiyordu. Mescide gelen o zât, onu gözetleyip, üç gün olunca, yanına gitti ve ona bir ihtiyâcı olup olmadığını sordu. O da ihtiyâçlarını söyledi. O zât, o fakirin ihtiyâçlarını te’min etmek için dışarı çıktı. Tam bir gün, o zât, o fakirin ihtiyâçlarını te’min etmek için uğraştıysa da ihtiyâçları te’min edemedi. Sonra tekrar dönüp mescide geldi. Biraz sonra kapı açıldı. Elinde o fakirin istedikleri bulunan birisi içeriye girdi ve şöyle dedi: “Hanımım bunları benim için pişirmişti. Fakat birşeyden dolayı aileme kızdım. Bunları mescidde bulunanlara götüreceğim diye yemîn ettim. Alın bunları afiyetle yiyin.”
Hikâye: Huzeyfet-ül-Mer’aşî anlattı: İbrâhim bin Edhem ile birlikte bir sefere çıkmıştık. Kûfe şehrine geldiğimizde, mescide girip namaz kıldık. Sonra İbrâhim bin Edhem bana; “Ey Huzeyfe acıktık” dedi. Ben; “Ne buyurursunuz?” diye suâl edince, kâğıt ile kalem istedi. Ben kâğıt kalemi verince, kâğıda Besmele-i şerîf ile üç beyit yazdı ve kâğıdı bana vererek; “Bunu al ve dışarı çık. Yolda ilk karşılaştığın kişiye ver” dedi. Ben yola çıkıp yürürken, bineğine binmiş olarak gelen birisine rastladım. Kâğıdı ona verdim. O şahıs kâğıdı okuyunca ağlamaya başladı. “Bunu yazan nerede?” diye sordu. Ben de; “Filan mescidde bulunuyor” dedim. Hemen bana bir kese verdi ve; “Bunları bu kâğıdı yazana ver” dedi. Sonra oradan biraz uzaklaştım. Orada bulunan birisine, o keseyi verenin kim olduğunu sordum. O da, o şahsın hıristiyan olduğunu söyledi. Ben keseyi götürüp, İbrâhim bin Edhem hazretlerine verdim, İbrâhim bin Edhem, o hıristiyanın bir müddet sonra geleceğini söyledi. O hıristiyan bir müddet sonra geldi. İbrâhim bin Edhem hazretlerinin elini öpüp müslüman oldu.
Gaffar: Allahü teâlânın kullarına olan mağfireti ile, onların günahlarını örtüp, fadlı ve rahmeti ile af buyurmasıdır. Bu ism-i şerîften kulun nasîbi şudur Mü’min olan başkasının ayıbını setredip, onları ifşa etmemelidir. Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Kim bir mü’minin ayıbını örterse, Allahü teâlâ da kıyâmet gününde onun ayıbını örter.” Kabahatleri ve noksanlıkları görmemezlikten gelmek, dâima iyi şeyleri görmek güzel ahlâktır.
Şöyle rivâyet edilir: “Îsâ aleyhisselâm, havarileri ile birlikte bir yere gidiyordu. Yolda bir köpek leşi gördüler. Çok da fenâ kokmaktaydı. Havarilerin çoğu, köpek leşinin çok pis koktuğunu söylediler. Bunun üzerine Îsâ aleyhisselâm; “Ne kadar beyaz dişleri varmış” buyurdu. Ya’nî dâima iyi tarafları görüp, onlardan bahsetmeli, kötü ve ayıp tarafları görmemezlikten gelmelidir. Ancak, dînen bildirilmesi îcâbeden ayıpların bildirilip, müslümanların aynı duruma düşmelerini önlemek için olursa, mahzuru yoktur.”
Yine haberde şöyle gelmiştir: “Kıyâmet gününde, birisinin Cehenneme atılması için emrolunur. Cehenneme götürülürken, o şahıs Cehennem ateşinden kurtulma ümidi. İle üç defa geriye dönüp bakar. Allahü teâlâ o kulunu geri çevirir. Ona; “Üç defa geriye dönüp niçin baktın?” buyurur. O da şöyle cevap verir “Yolun üçte birine geldiğimde “... Gerçekten Rabbin cezayı çok çabuk verendir. Yine şüphe yok ki, o çok bağışlayandır ve çok merhametlidir.” (A’râf-167) meâlindeki âyet-i kerîmeyi hatırladım. Yolun yarısına gelince; “Ve bir günah işledikleri veya neftlerine zulmettikleri zaman, Allahü teâlâyı anarak hemen günahlarının bağışlanmasını istiyenleri, (ki günahları Allahü teâlâdan başka kim bağışlayabilir?) hem de yaptıkları günâha bile bile ısrar etmemiş olanlar (var ya)” (Âl-i İmrân-135) meâlindeki âyet-i kerîmeyi hatırladım. Ümidim daha da kuvvetlendi. Yolun üçte ikisine gelince; “(Ey Resûlüm, tarafımdan kavmine) de ki: Ey (günah işlemekle) nefslerine karşı haddi aşmış kullarım! Allahü teâlânın rahmetinden (sizi bağışlamasından) ümidi kesmeyiniz. Çünkü Allahü teâlâ (şirk ve küfürden başka dilediği kimselerden) bütün günahları mağfiret buyurur” (Zümer-53) meâlindeki âyet-i kerîmeyi hatırladım. “Allahü teâlâ mağfiret ve rahmeti ile o kulu Cehennem azâbından kurtardı.”
Vehhâb: Karşılıksız ni’metler verici, dâima ihsân edici demektir. Allahü teâlâ bize vücûd verdi. Kur’ân-ı kerîminde bize hitâb eyledi. O’nun yüce kelâmını işitmemiz için, onu anlamak için kulak verdi. Yine Hakka da’vet edenlerin da’vetini kabûl etmemiz için, bize konuşma ni’metini verdi.
Razzak: Pekçok rızık verici demektir. Rızık, mahlûkların faydalandığı şeydir. Rızıklar zâhirî ve ma’nevî olur. Zâhirî rızıklar, yiyecekler, içecekler ve giyecekler v.b.dir. Ma’nevî rızıklar sayısızdır. Allahü teâlâ bunları kullarına ihsân eder. Kullar bunlardan faydalanırlar. Bütün fâideli rızıklar arasında iki rızık vardır ki, herkes ondan faydalanır. Merhum Şeyh Sa’dî, bunu Gülistân’ın başında şöyle bildirmektedir insanın içine çektiği her nefes hayâtın devamına, dışarı verilen nefes ise, vücûdun ferahlamasına ve rahatlamasına vesiledir. Her nefeste iki ni’met vardır. Her ni’metin şükrü ise vâcibdir.
Hikâye: Hâtim-i Esâm, birgün hanımına; “Sefere gideceğim, sana ne kadar nafaka bırakayım?” dedi. Hanımı; “Ne kadar yaşıyacaksam o kadar bırak” dedi. Hâtim-i Esâm; “Onu bilemem” dedi. Bunun üzerine hanımı; “Beni, ne kadar yaşıyacağımı bilene (Allahü teâlâya) havale et. O’na bırak” dedi. Sonra Hâtim-i Esâm, hanımına birşey bırakmadan yola çıktı. Bir müddet sonra, Hâtim-i Esâm’ın evinde bulunanlar, acıktıklarını, evde birşeyin bulunmadığını söylediler. Hâiim-i Esâm’ın hanımı; “Hatim rızık verici değildir. O, rızık vermezdi. O, sâdece verilen rızıktan yerdi. Üzülmeyin, rızkı veren Allahü teâlâ rızkımızı gönderir” dedi.
Allahü teâlâ kulları arasına, âlimler, pâdişâhlar, mürşidler, sadaka verenler, insanlara fâide veren kimseler koymuştur. Bunların hepsi rızıktır. İlme muhtaç olanlara âlimler yeter. İrşâda muhtaç olanlara mürşid-i kâmiller yol gösterirler. Yiyecek ve içeceği olmıyanların ihtiyâcını sadaka verenler giderirler. Adâlete muhtaç olan mazlûmlara âdil sultanlar fayda verirler. Diğer dilek sahiplerine de muhakkak bir yardım eden vardır.
Halîm: Allahü teâlâ Halîm’dir. Âsîlerin (kendisine karşı gelenlerin) isyanından (karşı gelmesinden), günahkârların yaptığı taşkınlıktan dolayı intikamda ve gazâbda acele etmez.
Müntekîm: Allahü teâlâ, düşmanlarından intikam alıcı, çirkin işleri beğenmeyin âsîlere azâb edicidir. Allahü teâlânın cezası çok çetindir.
Hikâye: Peygamberlerden birisine bir cemâat gelip, “Allahü teâlânın kullarından râzı olmasının alâmeti nedir?” diye, sordular. Allahü teâlâ o Peygamberine şöyle bildirdi: “Onların işlerini, onların iyilerine seçilmişlerine bırakırım. Ya’nî sultânlarını iyilerden eylerim. Gazâbımın alâmeti odur ki, onların işlerini onların kötülerine bırakırım. Ya’nî adâletten ayrılan kimseleri onların başlarında bulundururum.”
Ba’zı büyükler; “Allahü teâlânın intikamı, bir zâlimi bir zâlime musallat etmektir” buyurdular, intikam iki kısımdır. Bir kısmı aniden ve çabuk olarak gelir. Diğeri te’hirli olarak sonradan gelir. Ârifler, aniden gelen intikamdan çok korkarlar.
Hâfid ve Râfi’: Allahü teâlâ Hâfid ve Râfî’dir. Kâfirleri şekavet ile Hâfid eder (alçaltır). Mü’minleri îmân saadeti ile Râfi’ eder (yükseltir). Evliyâsını ve dostlarını kendisine yaklaştırarak derecelerini yükseltir. Düşmanlarını kendisinden uzaklaştırarak, onlara korku ve dehşet verir. Kullardan kim nefsinin, şeytanın ve şehvetinin isteklerine uymaz, Allahü teâlânın emirlerine uyar ve yasaklarından sakınırsa, Allahü teâlâ o kulu mukarreb meleklerin derecesine yükseltir. Şehvetlerinin esîri olanları en aşağı derecelere indirir.
Mûsâvvir: Birşeyi, yok iken, ona sûret giydirip var etmektir. Meselâ, gök, yer, güneş, ay, dağlar, denizler, insanlar ve diğer canlılar daha önce yok idiler. Allahü teâlâ, onların herbirini kendilerine mahsûs sûretlerde yarattı. İnsanı da bir damla meniden yarattı. Cansız iken ona hayat verdi. Konuşmaz iken onu konuşturdu. Onu diğer birçok güzelliklerle süsledi. Ona akıl ve anlayış verdi. Ondan bir takım emirleri yerine getirmesini, ba’zı şeylerden de sakınmasını istedi. Herkes, önce ne olduğuna bakıp, âciz ve muhtaç bir varlık olduğunu, Allahü teâlânın lütuf ve ihsânı ile şimdiki güzel hâle geldiğini asla unutmamalı. Allahü teâlânın emirlerine uymak sûretiyle, lütuf ve ihsânına kavuşmak için çalışmalıdır.
Reşîd: Mürşid ma’nâsındadır. Allahü teâlânın kulunu irşâd buyurması, kalbin hidâyete mazhar olmasıdır. Bu şekilde Allahü teâlânın hidâyetine mazhar olan kulları, tâat yolunu seçerler. Allahü teâlânın emirlerine muhalefetten sakınırlar. Günlük yaşayışlarında iyi hâl üzere bulunurlar. Tevekkül sahibi olurlar.
Allahü teâlâya ibâdet: Allahü teâlâya ibâdet, insanın saadete kavuşmasına vesiledir. Farzları ve vâcibleri yerine getirmek çok mühim ve lâzımdır. Allahü teâlânın nehyettiği (yasak kıldığı) şeyler ve günahlar, esâsında çirkin şeylerdir. Bunlardan çok şiddetli sakınmak lâzımdır. Allahü teâlâ, emirlerine itaat edenlere merhametini ve Cennetini va’d etmiştir. Âsîleri ise, Cehennem ve azâb ile tehdid buyurmuştur. Dünyâ, devamlı kalınacak bir yer olmayıp, fânidir. Dünyâ bir konaktır ki, gelen uğrar, geçer gider. Akıllı kimse, ibret ile bakarsa, dünyânın lezzetlerinin fânî olduğunu görür.
İhlâs: Kişinin yaptığı ameli, riyasız ve Allahü teâlâdan başkasından birşey beklemeden yapmasıdır.
Sabır: Gelen belâ ve musibetlere tahammül edip, sebat üzere olmaktır. Sabır gayet makbûl bir sıfattır.
Sırları gizlemek: Sırrını muhafaza eden, kötülüklerden korunur. Sırrı başkasına söylemekte pekçok zararlar vardır. Gizli sırlardan öyleleri vardır ki, o ortaya çıkınca baş gider. Böyle bir sırrı ifşa eden kimseye ne kadar ceza verilse yeridir. Sırları, sırrı açmaya lâyık olmayan dostundan gizle. Böyle bir dost, sımnı senin düşmanına açabilir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 7, 466
2) Tuhfe-i hattâtîn sh. 152
3) Peçevî Târihi cild-1, sh. 743
4) Künh-ül-ahbâr cild-2, vr. 167
5) Tezkiret-üş-şu’arâ (Hâsen Çelebi) v. 227
6) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî) sh. 113
7) Rehber Ansiklopedisi cild-3, sh. 197
8) Evliyâ Çelebi Seyahatnamesi cild-1, sh. 406
9) Osmanlı Müellifleri cild-3, sh. 37
10) Selâniki Târihi sh. 51