CELÂLEDDÎN-İ DEVÂNÎ

İslâm âlimlerinin meşhûrlarından. Şafiî mezhebi âlimlerindendir. İsmi, Muhammed bin Es’ad es-Sıddîkî ed-Devânî’dir. Lakabı Celâleddîn’dir. 833 (m. 1426) senesinde, İran’ın Kazrûn şehrinin Devan nahiyesinde doğdu. 908 (m. 1502) senesinde, yetmişbeş yaşlarında iken vefât etti. Devan kasabası yakınlarında defn edildi. Hazreti Ebû Bekr Sıddîk’ın soyundan olduğu için, kendisine “Sıddîkî” denilmiştir. İlk tahsilini, Kazrûn’da Câmi-i mürşid’de hadîs ilmi okutan babası Muhammed bin Sa’düddîn’den yaptı. Sarf, nahiv, edebiyat, fıkıh, tefsîr ilimlerini ve aklî ilimleri babasından öğrendi. Sonra Şîrâz’a gidip Hüseyn Lârî ve Hasen bin Bakkâl gibi o devrin meşhûr âlimlerinden de ilim öğrendi. Seyyid Safiyyüddîn Abdürrahmân Icî’den İmâm-ı Nevevî’nin “Erbe’în” adlı kitabını dinledi. Ebü’l-Mecîd Abdullah bin Meymûn Kirmânî’den müselsel hadîsleri dinledi. Rükneddîn Rûzbekânî, Ömer Şîrâzî ve Muhyiddîn Muhammed Ensârî Köşknârî’den de ilim öğrendi. “Enmûzec-ül-ulûm” adlı küçük ansiklopedik eserinde, hocalarının isimlerini zikretmektedir.

Celâleddîn-i Devânî, zamanının din ve fen ilimlerini tamamlayıp icâzet (diploma) aldıktan sonra, Karako yunlu hükümdârı Cihan Şah’ın Tebrîz’de yaptırmış olduğu Muzafferiyye Medresesi’nde müderris oldu. Daha sonraki yıllarda Akkoyunlu hükümdârı meşhûr Uzun Hasen’in ülkesine giden Mevlânâ Celâleddîn-i Devânî, Şîrâz şehrindeki Medreset-ül-eytâm’da müderris oldu. Şîrâz’a yerleşti. Burada ilim ve irfan âşıklarına fen ve din ilimlerini okutarak, çok talebe yetiştirdi ve fevkalâde hürmet ve saygı gördü. Şöhreti her yere yayıldı. Kendi memleketinin halkı ondan ilim öğrendiği gibi, Anadolu’dan, Mâverâünnehr bölgesinden, Horasan’dan nice ilim âşıkı derslerine akın ettiler. Celâleddîn-i Devânî bir aralık Tebrîz’e gitti. Orada büyük âlim ve velî İbrâhim-i Gülşenî hazretlerinin sohbetine devam ederek, tasavvufta da yetişti. Uzun Hasen’in oğullarından Ya’kûb ve Murâd Bey’ler zamanında, fars bölgesi kadısı oldu. Bu büyük âlimin bir aralık Hindistan’a gittiği ve oranın sultânı adına ba’zı ilmî eserler yazdığı rivâyet edilmiştir. Celâleddîn-i Devânî hazretleri her ilimde söz sahibi idi. Özellikle kelâm ve mantık ilimlerine dâir yazdığı eserleri ile pek meşhûrdur. Eserleri, asırlarca İslâm ülkelerindeki medreselerde ders kitabı olarak okundu. Büyük İslâm âlimi İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî, Mektûbât kitabında bu büyük âlimin yüksek derecesini bildirmektedir.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri şöyle buyurmuştur: “... Mantığa dayanarak, akl ile, düşünce ile hâsıl olan imâna gelince, bu yoldan îmân elde edilebilir. Fakat elde edenler pek azdır. Allahü teâlânın varlığını bu yoldan isbât etmekte, Mevlânâ Celâleddîn-i Devânî gibi biri daha bulunduğunu bilmiyoruz. Çünkü, hem muhakkıkdır ve hem de sonra gelenlerdendir ve bu yüksek varlığı isbât etmek için çok uğraşmıştır. Böyle olmakla beraber, ondan sonra gelenlerden onun yazılarını açıklayanlar, onun ileri sürdüğü düşüncelerden, olaylardan yanlış veya kusursuz olanını görememişlerdir. Açıklarken, çok fikirleri değiştirmek zorunda kalmışlardır. Bundan anlaşılıyor ki, Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslimât” taklîd etmeğe dayanmadan, yalnız istidlal ile îmân hâsıl edenlere yazıklar olsun! Allahü teâlâ, îmânın nasıl elde edileceğini bize gösteriyor. Âl-i İmrân sûresinin elliüçüncü âyetinde meâlen; “Yâ Rabbi! Senin indirdiğine inandık, Resûlüne uyduk. Bizi şâhid olanlarla birlikte bulundur!” buyuruyor.”

Celâleddîn-i Devânî’nin İstanbul kütüphânelerinde tesbit edilebilen eserlerinin sayısı otuzbeşe ulaşmakta olup, bunlardan yirmisekizi Arabca, diğerleri de Farsçadır. Farsça şiirler yazdığı, kaynaklarda ifâde edilmektedir. Bu eserlerin başlıcaları şunlardır: 1-Şerh-i Akâid-i Adûdiye, 2-Ahlâk-ı Celâlî (Bu eserin asıl adı Levâmi’ul-eşrâk fî mekârim-il-ahlâk’dır.) 3-Fâtiha ve Kâfirûn sûrelerinin tefsîri, 4-İsbât-ül-vâcib (Risâle-i kadîme), 5-Ef al-ül-ibâd, 6-Hakîkat-ün-nefs, 7- Risâle-üt-tevhîd, 8-Ta’rifü ilm-il-kelâm, 9- El-Es’ilet-üş-şerîf-ül-Kur’âniyye, 10- Arznâme, 11- Ennümûzec-ül-ulûm, 12- Erbeûn-es-sultâniyye, 13-Şerh-i rubâiyyât, 14- Şerh-ut-tehzîb, 15-Hâşiyet-üt-tasavvurât, 16- Heyâkıl-ün-nûr şerhi, 17- Tehzîb-ül-mantık şerhi, 18- Şafiî mezhebi fıkıh bilgilerinde Fetevâ-i Envâr üzerine yaptığı haşiye, 19- Tefsîr-i kalâkıl (Kul ile başlayan 4 kısa sûrenin, Kâfirûn, İhlâs, Felak ve Nas sûrelerinin tefsîridir.)

Celâleddîn-i Devânî’nin, “Ahlâk-ı Celâlî” adlı ahlâk ile ilgili eseri Farsça olup, 1304 (m. 1882) senesinde Hindistan’da sekizinci baskısı yapılmıştır. İngilizceye de tercüme edilmiştir. Bu eserinden ba’zı bölümlerin tercümesi:

Konuşmanın edebleri: Fazla konuşmamalıdır. Zira çok konuşmak zihin hafifliği, akıl za’îfliğinin alâmetidir. Kişinin heybetini kırar, i’tibârını düşürür. Hazret-i Âişe buyurur ki: “Hiçbir sözü boş olmayan Resûlullah (s.a.v.), az, öz ve tane tane konuşurdu. Bir mecliste konuşsa, mübârek ağzından çıkan kelimeler sayılmak istense, sayılabilirdi.” Âlimler demişlerdir ki, lüzumsuz çok konuşan bir kimseyi görürsen, bilki, aklı yoktur. Söyliyeceği sözü iyice düşünmeden dile getirmemeli, ağzından çıkarmamalıdır. Hikmet sahibleri; “Önce düşün, sonra söyle” demişlerdir. İhtiyâç, lüzum olmadan konuşmamalıdır.

Konuşurken gülmemelidir. Mecliste birisi konuşurken, sözünü kesip araya girmemelidir. Bir kimsenin anlattığı bir şeyi bilse de, bildiğini belli etmeyip, o kimse sözünü tamamlamalıdır.

Başkasına sorulan bir suâle cevap vermemelidir. Onun da bulunduğu bir topluluğa sorulursa, başkalarından evvel davranıp, cevap vermede acele etmemelidir. Bir kimse cevap verirken, kendisinin daha iyi bildiğini anlarsa, o kimsenin bitirmesine kadar beklemeli, sonra cevap vermeli ve kendinden önce konuşanı ayıplamamalıdır.

Kendisine birşey söylendiği zaman, söyliyenin sözü bitmeden, cevap vermeye başlamamalıdır. Yanında olan mubâhase ve tartışmalarda kendisi yoksa, ya’nî onu ilgilendirmiyor veya onun karışması istenmiyorsa, karışmamalıdır. Ondan gizli konuşuyorlarsa, kulak vermemelidir.

Mecliste olan büyüklerle kinâyeli konuşmamalıdır. Sesini ne çok yüksek ne de çok hafif çıkarmayıp, orta bir ses tonu ile konuşmalıdır. Söz zor anlaşılacak yere gelirse, misalle açıklamalı ve faydasız yere sözü uzatmamalıdır. Kısa ve öz anlatma yolunu seçmelidir. Ma’nâsı zor bilinen ve anlaşılması kolay olmayan kelime ve ifâdeler kullanmamalıdır.

Konuşurken, sövme, yerme gibi fuhuş bildiren sözlerden kaçınmalıdır. Eğer fahiş olan, ayıp olan birşeyi söylemeye mecbûr ve muhtaç olursa, kinâye ve kapalı ifâdelerle anlatmaya çalışmalıdır. Mürüvveti gideren, kişiyi aşağılayan, kin ve düşmanlığı celb eden sözlerden ve huylardan kaçınmayı vâcib bilmelidir.

Her yerde, oranın hâline göre konuşmalıdır. Konuşurken el, göz, kaş hareketleri yapmamalıdır. Ama bulunduğu yerin icâbı hafif işâretler olabilir. Doğru veya yanlış olsun, mecliste bulunanlara, bilhassa büyüklerin, yahut aksine sefihlerin yanında bilgiçlik taslamamalı, ben bunu kabûl etmem, ben buna muhalifim gibi sözler söylememelidir. Çok söylemenin fayda vermediği kimseye ısrar üzere olmamalıdır.

Münâzarada insaf yoluna ve şar tına riâyet etmelidir, ince sözleri anlamayana böyle ifâdelerle hitâb etmemelidir. Herkese akıl, anlayışı ölçüsünde söylemelidir. Nitekim Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyurdu: “Biz peygamberler topluluğu, insanlara anlıyacakları şekilde konuşmakla emr olunduk.” Îsâ aleyhisselâm buyurdu ki: “Hikmeti, ehli olmayan yanında söyleyip zayi etmeyin. Onlara zulm etmiş olursunuz.”

Yakın veya uzaktan olan karşılıklı konuşmalarda, sert değil, lutf ile, okşayıcı şekilde konuşmalı, hareket, fiil ve sözlerinde hiç kimseyi taklid etmemeli, ayıplamamalıdır. Ürkütücü sözler söylememelidir.

Gıybetten, söz taşımaktan, iftiradan, yalan konuşmaktan ve bunları dinlemekten çok sakınmalı ve bu sakınmayı vâcib ve lâzım bilmelidir. Böyle kimselerin yanlarına, toplantılarına gitmemelidir.

Konuşmaktan çok, dinlemelidir. Hikmet ehlinden birine; “Siz niçin az konuşur, çok dinlersiniz?” dediklerinde; “Bana iki kulak bir ağız verildi” cevâbını vermiştir. Ya’nî iki dinle, bir konuş.

Hareket ve durmanın edebleri: Yürürken, çok acele gitmemelidir. Hafiflik alâmetidir. Çok yavaş yürümek de tenbellik alâmetidir. Kibirliler, böbürlüler gibi salınarak, kadınlar gibi de vücûdunu hareket ettirerek yürümemelidir. Orta hâlde olmalıdır. Akılsızlar gibi de, yürürken, ikide bir geri dönüp bakmamalıdır. Başını dâima önüne eğmeli ki, bu, üzüntü ve düşüncenin çokluğuna alâmettir.

Binekte (hayvanda veya başka vâsıtada) giderken de, i’tidâli korumalı, ne çok sür’atli, ne de çok yavaş gitmelidir.

Otururken ayağını uzatmamalı, bir ayağını diğer ayağı üzerine koymamalı (bacak bacak üstüne atmamalı), hoca ve baba dışında bir yerde diz üstünde oturmamalıdır. Bunların yerini tutan kimselerin huzûrunda da diz üstünde oturmalıdır. Başını dizi üstüne koymamalı, eline dayamamalıdır. Bu, üzüntü veya tenbellik, gevşeklik alâmetidir.

Boynunu yana fazla eğmemelidir. Lüzumsuz hareketlerden kaçınmalıdır. Meselâ sakalı ile saçı ile, diğer uzuvları veya elbisesi ile oynamamakdır. Parmağını burnuna veya ağzına sokmamalı, parmaklarını çıtırdatmamalı, esnememeli, gerinmemeli, tükrüğünü, balgamını, sümüğünü de, sesini başkalarının duyacağı şekilde atmamak ve kıbleye doğru tükürmemeli, sümkürmemelidir. Elini ve yüzünü eteğiyle, elbisenin kol ağzıyla silmemelidir.

Bir meclise gidince, kendinden aşağı olanların veya yüksek olanların yerlerine oturmamalıdır. Ama meclisin büyüğü o ise, istediği yerde oturabilir. Anlamadan bu yerlerden birinde oturmuşsa, hâtırına geldiği zaman münâsib yere gitmelidir. Orada boş yer yoksa, hiç sıkıntı ve derd etmeden geri dönmelidir.

İnsanların yanında uyumamalıdır. Sırtüstü hiç yatmamalıdır. Hele uyurken horlayan buna çok dikkat etmelidir. Çünkü bu şekilde yatmak horlamayı arttırır. Eğer bir mecliste, kalabakkta uyku gelirse, mümkünse kalkıp gitmeli, değilse, bir hikâye, bir düşünce veya bir başka yolla def etmelidir. Oradakiler hep uyuyorsa, ya onlara uyup uyumalı, yahut kalkıp gitmelidir.

Kısaca, öyle hareket etmelidir ki, kimse ondan nefret etmemeli ve ona acımamalıdır. Ya’nî acınacak hâle düşmemelidir. Bu âdetlerden biri ona ağır gelirse, bunları yapmadığı zaman doğacak zarar ve ayıplamanın, bunlara katlanmaktan ağır ve çirkin olduğunu aklından çıkarmamalıdır.

Yemek yemenin edebleri: önce elini, ağzını, burnunu yıkamalıdır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Yemekten önce elini yıkayan fakirlikten kurtulur.”

İlk lokmayı alırken Besmele ile yemeğe başlamak, yemeği bitirince “Elhamdülillah” demelidir. Ev sahibi ise, en önce yemeğe o başlamalıdır.

Elini, elbisesini, sofrayı, örtüyü kirletmemeli, elle yenilecek şeyleri üç parmakla yemeli, yerken ağzını açmamalı, büyük lokma almamalı, lokmayı ağzına akr almaz, çiğnemeden yutmamalı, normalden fazla da ağzında tutmamalıdır. Bir lokmayı yutmadan, ikinci bir lokmaya el uzatmamalı, dökülen kırıntıları toplamalıdır. Yemek esnasında parmağım yalamamalıdır. Ama yemek bitince yalayabilir. Hattâ o zaman yalamak sünnettir.

Yemeğin rengine bakmamalı yemeği koklamamak, yemeğin hep birinden yiyip, diğerlerinden yememezlik etmemelidir.

Eğer sofrada iyi bir yemekten az bulunursa, diğerlerini bırakıp hep onu yememeli, diğer arkadaşlarını kendine tercih etmelidir.

Önünden yemelidir. Ancak meyve tabağının diğer tarafından da alınabilir. Ağzına götürmüş olduğu kemik ve benzeri şeyleri, ekmeğin ve sofranın üzerine koymamalı, eğer yediği et veya lokmadan kemik çıkarsa, yavaşça ağzından çıkarmalıdır. Yemek yerken tiksindirici hareketlerden, sözlerden, hikâyelerden sakınmakdır. Ağzından çıkardığı bir şeyi kâseye, tabağa atmamalı, kısaca; öyle yemek yemelidir ki, tabağında yemek artsa, bir başkası tiksinmeden yiyebilmelidir. Misâfir ise, ev sahibinden önce yememeli, ama başkaları yemeğe başlamışsa, onlara uyup yemelidir. Aç da olsa, buna riâyet etmelidir. Ama evinde ve mahremlerinin olduğu yerde hemen başlayabilir.

Ev sahibi ise, misâfirler yemekten el çektikten sonra, yemekten el çekmekdir. Yavaş yavaş yemeli, eğer kimse yemeğe devam etmiyorsa, yalnız kalıp, utanandan bırakmamalıdır.

Yemek arasında su içmek îcâb ederse, rahat ve yavaş içmekdir. Ağzının ve boğazının sesi su içerken duyulmamalıdır. Dili ile dişlerinin arasından aldıklarını yutmalı, ama kürdanla aldıklarını uygun bir yere atmalıdır, insanları tiksindirmemelidir.

Ellerini yıkarken ve temizlerken, parmaklarını ve tırnak diplerini iyice yıkamalı, aynı şekilde dudaklarım, ağzını, dişlerini iyice temizlemeli, ağzının suyunu leğene atmamalıdır. Ağzını yıkadığı suyu dökerken, eliyle örtmelidir. Yemek yemeden önce el yıkarken, başkalarından öne geçmeye çalışmamalıdır.

Çocuk terbiyesi: Çocuk dünyâya gelince, yedinci günü ona isim koymalıdır. Düşünmeli, iyi bir isim koymalıdır. Çünkü rastgele bir isim konursa, ömür boyu ona sıkıntı verebilir. Bunun için çocuğa iyi isim koymaya dikkat etmek, çocuğun babası üzerindeki haklarındandır.

Süt emme zamanı bitince, terbiyesi ile meşgûl olmalı, kötü ahlâk ve huy edinmesine engel olmalıdır. Çünkü çocukların kabiliyetleri kemâl üzeredir. Tabiatının meyli ise kötülükleredir. Çabuk bozulabilirler. Bunun için iyi ahlâklı olmasına dikkat etmeli ve bunda bir sıra gözetmelidir. Çocukta ilk görülen, göze çarpan duygu hayadır. Hayanın çokluğu, fazilete işârettir. Çocukta haya hasleti görünce, daha çok ihtimâm etmelidir.

İlk terbiye, çocuğu kötü arkadaşlardan men etmek, alıkoymaktır. Çünkü, çocukların rûhu temiz bir ayna gibidir. Karşısında olanı hemen tutar, alır. Bundan sonra İslâmın şartlarını, dînin emirlerini ve sünnetin edeblerini öğretmeli ve bu öğretme işine devam etmelidir, öğrenmek istemezse müsamaha etmemeli, devam etmelidir. Gerekirse, azarlamalıdır. Fakat yaşı ve kabiliyeti de göz önünde bulundurmalıdır. Nitekim dînimizin hükmüne göre, yedi yaşında namazı öğretmeli, kıldırmalıdır. Eğer on yaşına gelir de kılmazsa, azarlamalı, hattâ dövmelidir, iyileri övmeli, kötüleri ayıplamalı ve böylece iyiliğe teşvik etmelidir. Kötülükten, çirkin işlerden men etmelidir, iyi bir iş yaparsa, onu övmeli, aferin demeli, kötü bir iş işlerse, ayıplayıp korkutmalıdır. Elden geldiği kadar açık sitem etmeli, yanlışlıkla yaptı, unutarak etti deyip, cür’etini arttırmamalıdır. Gizli birşey yapmışsa, yüzüne vurmamalı, haya perdesini yırtmamalıdır. Tekrar yaparsa, yalnız bir yerde, onu tembih etmeli, azarlamalıdır. Yaptığı o işin, çok çirkin olduğunu söylemeli, bir daha yapmaması için korkutmalıdır. Sık sık azarlamamakdır. Yoksa azarlamak, ayıplamak âdet hâline gelir, “İnsanlar yasaklara karşı meyilli ve haris olurlar” sözü gereğince, tekrar yapmaya koyulabilir. Bunun için iyi idâre etmelidir.

Çocuğun nazarında yemeyi, içmeyi, iyi elbise giymeyi önemsiz göstermeli, süslü elbiseler, renkli kumaşlar kadınların beğeneceği şeylerdir, erkekler böyle şeyleri sevmez demelidir. Hep yemeye, içmeye düşkün olmaması için uyarmalıdır.

Önce yemek yemenin edeblerini öğretmelidir. Yemek yemekten maksad, bedenin sıhhatini korumaktır, lezzet almak değildir demelidir. Yemek ve içmek ilâç gibidir ki, onunla açlık ve susuzluk giderilir demelidir, ilâç belli miktarda alındığı zaman faydalı olduğu gibi, yemek ve içmek de, açlığı ve susuzluğu giderecek kadar olursa faydalı olur demeli, çeşitli yemeklere alıştırmayıp, bir yemekle yetinmeye alıştırmalı, iştihasını zabt ettirmeli, istediğini değil, bulduğunu yemeğe alıştırmalı, lezzet ve zevklere önem vermemesini öğretmelidir. Zaman zaman çocuğa kuru ekmek vermeli, zaman olur ki, ona kalır demeli ve öyle alıştırmalıdır. Bu edebler, zengin olmayanlar içindir. Zenginler yaparsa daha iyi olur. Eti normal yedirmelidir. Yemekten hemen sonra mümkünse su içilmemelidir.

Her ne kadar alkollü içkilerden sakınmak herkese lâzım ise de, çocuklara akıllarına göre anlatıp, men etmek husûsunda çok söylemeli, rûha da, bedene de çok zararlıdır demelidir, insanın, kızgınlığını, sinirini, hayâsızlığını arttırır ve bu hâller onda meleke, alışkanlık hâline gelir demeli, böyle kimselerle düşüp kalkmaktan, arkadaşlık etmekten kesin olarak men etmelidir.

Çirkin sözleri, dînimize uymayan sesleri dinlemekten men etmelidir. Vazifelerini bitirmeden ve sıkıntı çekmeden yemeğini vermemelidir.

Kapalı ve gizli işlerden onu men etmeli ki, kabahate karşı cesâreti kırılsın. Gündüz ve gece çok uyutmamalı, yumuşak elbiselere alıştırmamalı, yaya yürütmeli, bineğe binmesini öğretmeli, oturma, kalkma ve konuşmanın edeblerini anlatmalı, kadınlar gibi süslenmemesini, vakti gelmeyince yüzük takmamasını, babasıyla ve dünyâ malı ile arkadaşlarına övünmekten men etmeli, yalan söylemekten sıkı men etmeli, doğru veya yalan yemîn etmemesini tembih etmelidir. Çünkü yemîn, herkes için kötü bir şeydir. Uygun olarak yapıkrsa da mekrûhtur. Ancak din için faydalı olursa, caizdir. Büyüklerin yemîn etmeye ihtiyâcı olsa da, çocukların hiç ihtiyâcı yoktur. Büyüklerin yanında susup oturmasını, sorulursa, kısa cevap vermesini öğretmeli, hep iyi konuşmayı âdet etmesini anlatmalıdır. Büyüklerin çocuklarına bu edebler daha çok lâzımdır.

İlim öğrenmeye çok teşvik etmelidir. Hoca dövse de, kayırmamalı, lüzumsuz yere çocuğu azarlamamalıdır. Dayağa ihtiyâç olursa, bir daha yapmaması için önce kuvvetli azarlamakdır.

Çocuğu cömerdliğe alıştırmalı, mal ve mülkü gözünden düşürmelidir. Çünkü para ve mal sevgisinin zararı, zehirden çoktur. İmâm-ı Gazâlî hazretleri, İbrâhim sûresi 35.nci; “Yâ Rabbî, beni ve çocuklarımı putlara tapmaktan uzak tut” meâlindeki âyetinin tefsîrinde buyuruyor ki: Putlardan murâd, altın ve gümüştür. Ya’nî İbrâhim aleyhisselâm; “Beni ve çocuklarımı altına ve gümüşe tapmaktan, kalbimizi onlara bağlamaktan koru” diye duâ ediyor. Çünkü bütün kötülüklerin menşei; parayı, dünyâyı sevmektir.

Boş zamanlarında çocuklara oyun oynamak için izin vermelidir. Ama sıkıntılı ve zor oyunlar ve kötülüğe sebep olacak alışkanlıkları veren oyunlardan sakındırmalıdır. Bu edebler herkes için iyidir. Gençler için ise, daha iyidir. Anlama yaşına gelince, ona dünyâ malından esas maksadın, sıhhati korumak olduğunu anlatmalı, dünyâyı âhırete sermâye yapmayı tembih etmelidir.

Eğer ilim sahibi olacaksa, ilim tahsili için gerekli terbiye verilmelidir. San’at sahibi olacaksa, dînî vecîbeleri öğrenip yaptıktan sonra, o san’atla meşgûl etmelidir. Burada en iyisi, çocuğun tabiatine, ya’nî kabiliyetine bakmalı, durumunu incelemeli, neye istidâdı olduğunu sezmeli, kabiliyetinin hangi ilim ve san’ata daha yatkın olduğunu anlayıp, o tahsil ve san’ata vermelidir. Zîrâ hadîs-i şerîfte; “Kişi ne için yaratılmışsa, o işi ona kolaylaştırılır” buyuruldu. Herkesin her san’ata kabiliyeti olmaz. Belki herkesin bir san’ata istidâdı olur. Bunun altında derin bir sır vardır. Böyle olmasının sırrını, cemiyetlerin ayakta durması ve insanların düzenli, tertipli ve herbirinin ayrı işler görerek, birbirinin eksik taraflarını gidermesidir. Çünkü bir kimse bir san’ata istidâdlı ise, küçük bir gayretle onu öğrenir. O işe istidâdı yoksa, ona boşuna zaman verir, ömür tüketir. Eğer çocuğun bir san’ata karşı kabiliyeti yoksa, onu başka san’ata vermelidir. Bunda da, çocuğun o işi yapamayacağını iyice anlamalıdır ki, bir ümidsizliğe, başarısızlığa kapılmış olmasın. Bir san’atı öğrenince, geçimini ondan sağlamasını emretmelidir. Onun zevkini alıp daha iyi yapmaya çalışmalı ve o san’atın inceliklerini öğrenmeli, branşında ihtisas yapmakdır.

Çocuğa büyüklerin âdeti olan temiz, tayyib bir kazanç getirecek iş yaptırmalıdır. Baba veya anasından kendine ulaşana güvendirmemelidir. Çünkü babalarının malı, parası ile gurûrlanan, övünen çok zengin çocukları, san’at öğrenmekten mahrûm olmuşlardır ve durumları değişince sıkıntıya düşmüşlerdir.

Çalışma, kazanma ve bir ev idâre etmeyi başardığında, onu evlendirmeli ve onun kazancını ayırıp, ona vermelidir.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mektûbât (İmâm-ı Rabbânî) cild-1, mektûb, 272

2) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 993

3) Mu’cem-ül-müellifîn cild-9, sh. 48

4) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-7, sh. 133

5) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 160

6) En-Nûr-us-safîr sh. 123

7) El-A’lâm cild-6, sh. 32

8) Keşf-üz-zûnün sh. 39, 184, 195, 853, 877, 1141, 1905, 2047

9) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 54

10) Ahlâk-ı Celâli sh. 201, 206, 214, 217, 218, 220, 223, 228,

11) Kâmûs-ül-a’lâm cild-3, sh. 1824

12) Rehber Ansiklopedisi cild-4, sh. 133

13) Fevâid-ül-behiyye sh. 89