AHMED ŞEYBÂNÎ

Hindistan’da yetişen İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. İsmi, Ahmed bin Mecdüddîn bin Tâc-ül-Efâdıl bin Şemseddîn Şeybânî’dir. İmâm-ı a’zam hazretlerinin en yüksek talebelerinden olan İmâm-ı Muhammed Seybâni’nin soyundandır. Hüseyn Nâgûrî’nin tale-besidir. Hindistan’da Nârnûl beldesinde doğup yetişti. Doğum târihi tesbit edilememiştir. Onsekiz yaşında iken Ecnür’e gidip, orada yerleşti. 927 (m. 1521) senesi Safer ayının yirmibeşinci günü vefât etti. Hocasının kabrinin ayak ucuna defnedildi.

Kâdı Mecdüddîn’in yedi oğlu vardı. Hepsi de takvâ sahibi, âlim, dinimizin emirlerine bağlı kimseler idi. Bunların en büyüğü Ahmed olup, ilim ve amelde diğerlerinden üstün idi. Talebe iken, hocasından ilim öğrenmekle birlikte, başka âlim zâtların sohbetlerinde de bulunurdu. Arabî ve Fârislyi çok güzel konuşurdu. Sultan ve vâlilerin yanlarında bulunur, hürmet ve i’tibâr görürdü.

Genç yaşta Hâce Hüseyn Nâgûrî’nin talebesi oldu. Hocasının huzûrunda, zâhirî ve bâtınî ilimleri tahsil etti. İlim tahsilini tamamladıktan sonra, Ecmîr’e gidip yerleşti. Orada yetmiş seneden fazla kaldı. Dünyâya düşkün olmaktan, haramlara ve şüphelilere düşmekten uzak bir şekilde, nefsin isteklerine muhalefet ederek, ibâdet ve tâat ile meşgûl olarak yaşardı. Haramlara düşmekten son derece sakınır, takvâ üzere bulunurdu. Tasavvuf yolunda ilerlemiş olup, yüksek derece sahibi idi. Dünyâya düşkün olmamakla birlikte, dünyâya düşkün olanlardan da uzak idi. Sohbetinde bulunanlara; dinimizin hükümlerini, tasavvuf yolunda bulunmanın husûsiyetlerini ve bu yola âit ince bilgileri anlatırdı. Meclisi, Süfyân-ı Sevrî hazretlerinin meclisi gibi idi. Emr-i ma’rûf ve nehy-i münkerde, ya’nî Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmede çok gayretli idi. Zengin, fakir, tanıdık ve yabancı, herkese karşı, fitne çıkarmadan emr-i ma’rûf yapardı ve bu husûsta hiçbir zaman gevşeklik göstermezdi.

Ahmed Şeybânî, küçüklüğünde akrabaları ile birlikte alışveriş için Mendev beldesine gitmişti. Şeyhülislâm olan, Şeyh Mahmûd Dehlevî ismindeki zât da orada idi. Cemâat ile namaz kılındı. Namazda Mahmûd Dehlevî de vardı ve en ön safta başka âlim zâtlar ile birlikte bulunuyordu. Mahmûd Dehlevî, namaza dururken iftitah tekbîrini İmâmdan önce aldı ve bu hâl Ahmed Şeybânî’nin dikkatini çekti. Namazdan sonra, başka âlim zâtların bu hâli Şeyhulislâm’a söylemekte gevşek davrandıklarını görünce çok hayret etti. Nihâyet dayanamayıp, Mahmûd Dehlevî’ye; “Sizin bu namazınız olmadı, İmâmdan evvel tekbîr aldınız” dedi. Bu hâli öğrenen Şeyhülislâm, bu çocuk yaşta, fakat dînini bilen ve çok uyanık olan Ahmed Seybânî’ye teşekkür edip, namazını iade etti.

Ahmed Şeybânî hazretleri, öğünme vesilesi sayılabilecek gösterişli elbiseler giymez, ekseriya başında külah bulunurdu. Namazlarda sarık sarardı. Cum’a ve bayram günlerinde, sünnet olduğu için ve dünyâ ehlinden yanına gelenler olursa onlara karşı da heybetli olmak, İslâmın şerefini, vekarını korumak için kıymetli elbise giyerdi. “Din ehlini dünyâ ehline aşağı göstermemelidir. Zîrâ dünyâ ehli, görünüşe bakarlar” buyururdu.

Sohbetlerinde, “Allahü teâlâ buyurdu ki... Resûlullah efendimiz buyurdu ki...” gibi ifâdeleri, ehemmiyetine binâen tam bir azamet ve heybetle söylerdi ve böyle söylemesi, insanlara çok te’sîrli olurdu.

Fakirlere, tasavvuf yolunda bulunanlara çok hürmet ederdi. Hayvanına binmiş olarak giderken, böyle zâtlardan birini görse, hayvanından iner ve o zâtın geçmesini bekler, ellerini bağlamış olarak hürmetle dururdu.

Huzûrunda gıybet olan birşey konuşulsa, hattâ lüzumsuz birşey söylense buna asla müsâade etmez, derhâl; “Baba sus!” diyerek îkâz ederdi. Talebelerin, hocalarının ismini söylemekte dikkat ettikleri edeb üzere, birisi onun ismini hürmetle söylese, o da bunu duysa, hemen gözleri yaşarır ve kendisini aşağılayarak; “Ahmed kim oluyor ki, o zarardadır” derdi.

Ahmed Şeybânî hazretlerinin, Peygamber efendimize (s.a.v.) olan muhabbet ve aşkı pekçok idi. Ona bir kimse gelerek; “Rü’yâmda Resûlullah efendimizi gördüm” dese, derhâl kendisini toparlar, o kimsenin karşısında ayakta durur, elleri bağlı olarak, büyük bir hürmet ve edeb ile anlatmasını beklerdi. O kimse anlattıkça, ellerine, ayaklarına kapanır, o zâtın elbisesini yüzüne gözüne sürerdi. O kimse; “Filân yerde gördüm” derse, o yere gider, orayı öper, yüzünü sürerdi. Orada bir taş varsa, taşı yıkar, suyunu içer, o suyu gülsuyu gibi elbisesine sürerdi.

Ahmed Şeybânî hazretleri Ecmîr’de bulunurken, birgün dostlarına; “Bu birkaç gün içinde, bu şehre celâl nazarı vardır. Bir belâ ve musibet gelmesi yakındır. Müslümanların şehirden çıkmaları lâzımdır” buyurdu. Acele hazırlıklar yapılıp, Ahmed Şeybânî, müslümanlardan bir cemâat ile, 927 (m. 1516) senesinde bir Pazar günü Ecmîr’den çıktı. Bundan sonra gelen ilk Cumartesi günü, din düşmanları Ecmîr şehrini istilâ edip, şehrin altını üstüne getirdiler. Ahmed Şeybânî ile birlikte şehirden çıkamamış olan birçok müslümanı şehîd ettiler. Bu istilâdan beş gün evvel Ecmîr’den ayrılmasının, onun bir kerâmeti olduğu anlaşıldı.

Ahmed Şeybânî hazretleri Ecmîr’e geldiğinde, onsekiz yaşında idi. Çıktığında ise, doksan yaşına yaklaşmıştı. Ecmîr’den ayrıldıktan sonra, doğum yeri olan Nârnûl’de kaldı. Üç-dört sene sonra birgün, bir meczûb kimse gelerek; “Ahmed Şeybânî! Seni göğe çağırıyorlar. Hocanın huzûruna git!” dedi. O da, o gece rü’yâsında buna benzer şeyler görmüştü. Hemen hazırlanıp, hocasının memleketi olan Nâgûr’a geldi.

Nâgûr’a geldikten birkaç gün sonra hastalanan Ahmed Şeybânî, hastalığı ağırlaşıp ölüm hâli yaklaşınca, ellerini kaldırarak namaza başlıyormuş gibi tekbîr aldı ve kendinden geçti. Bu hâlde iken, “Allahü ekber” diye diye rûhunu teslim eyledi. Hocasının bulunduğu kabristanda, hocasının kabrinin ayak ucuna defnedildi.

Ahmed Şeybânî hazretleri, gece yarısı geçtikten sonra kalkıp, hâce Mu’înüddîn hazretlerinin türbesine gider, orada teheccüd namazını kılıp, kuşluk vaktine kadar zikir ve tesbîh ile meşgûl olurdu. Bu arada hiç konuşmazdı. Kuşluk vaktinde duhâ namazını kıldıktan sonra, talebelerine ilim öğretir, ders verirdi. Bundan sonra, sünnet olduğu için kaylûle yapar (öğle üzeri bir miktar uyur), kalktıktan sonra öğle namazını kılar, sonra ikindiye kadar yine zikir ve tesbih ile meşgûl olurdu, ikindi namazından sonra meclisinde bulunanlara Tefsîr-i Medârik’den okur, anlatırdı. Allahü teâlânın imân sahipleri için Cennette hazırladığı ni’metlere ve din düşmanları için Cehennemde hazırlanan sonsuz azâba âit haberleri okuyunca çok ağlar, bu ağlaması sebebiyle gözleri kızarırdı.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Ahbâr-ül-ahyâr sh. 190