Mısır’da yetişen âlimlerin ve evliyânın en büyüklerinden. İmâm-ı Şa’rânî ve Kutb-i Şa’rânî lakabıyla meşhûr olup, Aliyy-ül-Havvâs’ın talebesidir. Nesebi; Abdülvehhâb bin Ahmed bin Ali bin Ahmed bin Muhammed bin Zerka bin Mûsâ bin Sultan Ahmed Tilmsânî Ensârî’dir. Mısır’ın Kalkaşend kasabasında, 898 (m. 1493)’de doğdu. Nesebi, silsile hâlinde Hazreti Ali’ye ve Peygamber efendimize (s.a.v.) ulaşır. Dedesi Tilmsân Sultânı idi. Abdülvehhâb-ı Şa’rânî, Şafiî mezhebi fıkıh âlimidir. Hadîs-i şerîfler üzerinde çok çalışarak, hadîs âlimi oldu. Aynı zamanda Aliyy -ül-Havvâs hazretlerinden tasavvufu öğrenerek, büyük velîlerden oldu. Pekçok kerâmetleri görüldü. Üçyüzden ziyâde eser yazdı. Zamanın kutbu olduğu bildirildi. 973 (m. 1565)’de Mısır’da vefât etti.
Abdülvehhâb’ı babası küçük yaşında ilim tahsiline verdi. Henüz yedi yaşında Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Sekiz yaşında iken, geceleri teheccüd namazlarını hiç terk etmeden kılmaya başladı. Bülûğ çağına gelmeden, gece namazında Kur’ân-ı kerîmi hatmederdi. Bir işe başlayınca, en ince ayrıntılarına kadar iner ve o işi en iyi şekliyle yapardı. Çalışkanlığı ve anlayışı ile, hocalarının kısa zamanda gönüllerini fethederdi. Hocalarından okuduğu kitapları ezberlerdi. Genç yaşında, hadîs ve fıkıh ilimlerinde üstâd oldu. Tasavvuf yolunda da çok çalışarak, pekçok velinin feyz ve teveccühlerine kavuştu. Bunlardan en başta geleni Aliyy-ül-Havvas hazretleridir. Bundan başka feyz aldığı, sohbetiyle şereflendiği hocalarından ba’zılarının isimleri şöyledir: Muhammed Magribî, Muhammed bin Anan, Ebü’l-Abbâs Gamri, Nûreddîn Hasenî, Şeyhülislâm Zekeriyyâ el-Ensârî, Ali Darîr, Ali bin Cemâl, Abdülkâdir bin Anan, Muhammed Âdil, Muhammed bin Dâvûd, Muhammed Servî, Nûreddîn Mürsâfi, Tâcüddîn Zâkir, Efdalüddîn ve daha pekçok evliyânın teveccühlerine, feyz ve bereketlerine kavuşan Abdülvehhâb-ı Şa’rânî hazretleri, pekçok talebe yetiştirdi. Etrâftan akın akın gelen talebeler medreseyi doldurur, onun eşsiz bir derya olan bilgilerinden istifâdeye çalışırlardı. Talebelerine hem zâhirî, hem de bâtını ilimleri öğretirdi. Hattâ kendisini çekemiyen ve aleyhinde olanlara rü’yâda görünür, onları îkâz eder, bozuk düşüncelerden korurdu. Böylece o kimselerin de istifâde etmesini sağlar, Cehennemde yanacak bir hâlden onları korumaya çalışırdı. Merhameti çok fazlaydı.
İmâm-ı Abdülvehhâb-ı Şa’rânî hazretleri, zamanının kutbu idi. Allahü teâlâ, onun hürmetine belâları ve okmtıları kaldırırdı. (Kutb-i irşâd, Kayyûm-i âlemdir, herkese rüşd ve îmân onun vâsıtası ile gelir. Âlemin irşâdı ve hidâyeti için feyzlerin gelmesine vâsıta olur. İslâmiyeti korur. Dîn-i İslâm başı boş kalmaz. Din düşmanları pervasızca dîni yıkmağa, değiştirmeğe saldıramaz. Kutb-i irşâdın her zaman bulunması lâzım değildir, öyle zamanlar olur ki, âlem îmândan ve hidâyetten büsbütün mahrûm kalır. Kutb-i medar her zaman bulunur. Bunları kimse tanımaz. Hattâ ba’zan, kendileri bile kendilerini bilmez. Bunlara Kutb-i aktâb veya Kutb-i ebdâl da denir. Bunlar âlemde, dünyâda herşeyin var olması ve varlıkta durabilmesi için feyzlerin gelmesine vâsıta olur. Rızıkların gönderilmesi, derdlerin, belâların giderilmesi, hastaların iyi olması, bedenlerin afiyette olması Kutb-i ebdâlin feyzleri ile olur. Her zaman, her asırda Kutb-i ebdâlin bulunması lâzımdır. Hiçbir zaman bunsuz olamaz. Çünkü âlem, bununla nizâm bulmaktadır. Bunlardan biri ölünce, bunun yerine başkası ta’yin edilir.)
İmâm-ı Abdülvehhâb-ı Şa’rânî, insanların ve cinlerin yardımına koşardı. Darda, sıkıntıda olanların sığınağı ve ma’nevî doktoru idi. Birgün cinler huzûruna gelip, tevhîd ile ilgili yetmişbeş suâl gönderdiler ve “Ey Şeyhülislâm! Bizim âlimlerimiz bunlara cevap veremedi. Bunların hakîkatini insanların âlimleri ancak bilir” dediler. Abdülvehhâb-ı Şa’rânî onlara, “Keşf-ül-hicâb verrân an vechi es’ilet-il-cân” isimli bir kitap yazdı. Bu kitap, en meşhûr kitapları arasında sıyılır.
Abdülvahhâb-ı Şa’rânî hazretlerine, Allahü teâlânın öyle ihsânları vardı ki, saymakla bitmezdi. Bunlardan biri de; güneşin batışından doğuşuna kadar, ya’nî akşamdan sabaha kadar, cansız eşyanın ve hayvanların tesbihlerini duymak idi. Kendisi anlattı: “Birgün akşam namazını, haramlardan çok sakınan, hattâ şüpheli korkusuyla mübahların fazlasını bile terkeden, hocam Emînüddîn’in arkasında kılıyordum. O ânda gözümden perde açıldı. Direk, duvar, hasır, döşenmiş taşların tesbihlerini duymaya başladım. Korktum. Sonra Mısır’da bulunan herşeyin, sonra etrâftaki devletlerin ve okyanuslardaki bütün mahlûkların konuşmalarını ve tesbih seslerini işitmeye başladım. Meselâ okyanustaki bir balık şöyle tesbih ediyordu: “Ey Cemâdâtın, hayvanların, bitkilerin, herşeyin rızkını veren Rabbim! Mahlûkatından hiç birinin rızkını unutmayan ve isyan edenden dahî ihsânını kesmiyen, sen, her noksan ve kusurdan münezzehsin.” Namazı kılıp bitirdik. Sabaha kadar bu hâl bende devam etti. Çok korktum. Sabah olurken, Hak teâlâ merhamet edip, bu gibi şeyleri duymamı perdeledi. Ancak keşf yolu ile olan ilim bende kaldı, istediğim zaman, istediğim yeri görmek, gezmek ni’metini Rabbim bana ihsân etti. Bununla da îmânım kuvvetlendi” Abdülvehhâb-ı Şa’rânî, bu hâdiseden sonra, istediği zaman gönül gözü ile bütün dünyâyı, bilhassa İslâm âlemini seyrederdi. Şehir, kasaba, köy ve ülkeleri aşar, Endonezya’dan Magrib’e, Türkiye’den Yemen’e kadar varır, ihtiyâç sahiplerine yardım ederdi. Bunların hepsinin, cenâb-ı Hakkın bir ihsânı olduğunu bildirirdi. Birgün buyurdu ki: “Kendimi bir vâsıta içinde gördüm. Bir ânda yeryüzünü dolaşıyordum. Bütün âlim ve evliyânın kabirlerinin üzerlerinden, Seyyid Ahmed Bedevî ve İbrâhim Düsûkî hazretlerinin kabirlerinin altından geçerek ziyâret ediyordum.”
Abdülvehhâb-ı Şa’rânî, birgün buyurdu ki: “Allahü teâlânın bana bir ihsânı da; kabirde olan büyük zâtların rûhlarının, bedenlerinin yanında olup olmadığını bildirmesidir. Evliyâ, kabirlerinde serbesttirler. Giderler, gelirler; üstadım Aliyy-ül-Havvâs da bu yolda idi. Bir kimsenin bir evliyâyı ziyârete gideceğini görseydi, ona: “Çabuk git. Çünkü o velî, filân yere gitmeğe hazırlanıyor” derdi. Bir defa İbn-i Fârıd hazretlerini ziyâret ettim. Gittiğimde, onu kabrinde bulamadım. Biraz sonra bana geldi ve: “Kusura bakmayın, bir iş vardı. Onu görmeğe gitmiştim” dedi. Üstadım Ali Bedrî derdi ki: “Şeyh Ebü’l-Abbâs Mürsî’yi, sâdece Cumartesi günü fecr doğmadan önce ziyâret ediniz. Çünkü o zaman kabrindedir. İbrâhim A’râc’ı, Cum’a gecesi akşamdan sonra, Yâkût-ı Arşî’yi Salı günü öğleden sonra, ben ölürsem, beni Cumartesi günü sabahdan sonra ziyâret edin.”
Abdülvehhâb-ı Şa’rânî, Allahü teâlânın izniyle hiç bir mahlûkdan korkmazdı. Yılandan, akrebden, timsahdan, hırsızdan, cinden ve benzerlerinden korkmaz, ancak dînin emir ve yasaklarına uygun olarak onlardan uzak dururdu. Birgün buyurdu ki: “919 (m. 1513) senesinde Sa’îd’e (Portsaid’e) gidiyordum. Nehrin kenarından yedi kadar timsah beni ta’kibe koyuldu. Herbiri öküz büyüklüğünde idi. Beni merkeb üzerinde gören halk, yutulacağım diye feryada başladı, işte o zaman belimi doğrulttum ve suya, timsahların arasına indim. Hepsi çekilip kaçtılar. Sonra hayvanımın yanına geldim. Oradaki insanlar, bu hâli görünce hayret ettiler.”
Abdülvehhâb-ı Şa’rânî hazretleri buyurdu ki: “Allahü teâlânın bize pekçok ihsânları vardır. Bunlardan birisi de; Mısır’daki veya başka yerlerdeki talebelerime kalben seslendiğim zaman, derhâl yanıma gelirlerdi. Yanıma gelmeye karar veren bir talebem yola çıksa, ona kalben geri dön desem, o da dönerdi.” İmâm-ı Zeynel âbidîn’in makamında kalan Abdullah Acemî, Hanefî âlimlerinden Sirâcüddîn Hanûtî, Şemsüddîn Hatîb Şirbînî ve tasavvuf yolunda bulunan pekçok kimseler, böyle kalben kendilerine hitabda bulunulan kimselerdendir.
Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’ye, cenâb-ı Hakkın ihsânlarından biri de, bir konuşmada veya yazıda geçen hadîs-i şerîfleri birbirinden ayırmasıdır. İçerisinde yanlış bulunan yazıdaki, yanlış olan sözleri hemen ayırır, o kelimeleri bir ölü gibi rûhsuz bulurdu. Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’nin ikram ettiği yemeklere, Allahü teâlâ bereket ihsân ederdi. Bir defasında kendisine misâfir olarak ondört kişi geldi. Onlara bir ekmek ikram etti. Bu bir ekmeği, hepsi de yediler ve doydular.
Abdülvehhâb-ı Şa’rânî, birgece terkedilmiş ve bakımsız bırakılmış olan bir evliyâ türbesinde uyudu. Bu türbe üzerinde bir kubbe, etrâfında da taşlar bulunuyordu. Taşların aralarında ise, büyük yılanlar vardı. Yılanlardan korktuktan için, insanlar bu mübârek zâtı ziyâret edemezlerdi. Yılanlar, o gece Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’nin etrâfında dolaşıp durdular. Abdülvehhâb hazretleri o büyük ve zehirli yılanları görüyor, kalbine zerre kadar bir korku getirmiyordu. Sabahleyin, o belde halkı Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’nin o türbede yattığını öğrendiklerinde, hayretten dona kaldılar. Huzûruna çıkıp; “Biz, yılanların korkusundan, türbenin içine değil, etrâfına bile yaklaşamıyoruz. Siz orada nasıl yatabildiniz?” diye sordular. Onlara buyurdu ki: “Allahü teâlâ, yılanlara beni sokmaları için ilham etmedikçe, onlar beni sokmazlar. Yılana kudret lisânı ile; “Git falancayı sok!” denir. Yılan da o kimseyi, hasta yapmak veya kör etmek yahut öldürmek için sokar. Allahü teâlânın irâdesi olmadan, yılanın bir kimseyi sokması mümkün değildir.”
Osmanlı pâdişâhı Sultan Selim Hân Mısır’ı zaptettiği zaman, Cum’a namazını Ezher Câmii’nde kıldı. Cum’a namazını kıldıran hatîb için yüz altın bağışladı. Bunu önceden öğrenen hatîb, o gün Cum’a namazını kıldırma sırası kendisinde olan diğer hatîb arkadaşından izin almıştı. Nöbetini devreden hatîb, diğer arkadaşının altınlara kavuştuğunu görünce, söylenmeye başladı. O sırada orada bulunan Abdülvehhâb-ı Şa’rânî aralarına girip, nöbetini veren hatîbe; “Üzülme! Allahü teâlâ bunu sana kısmet etmemiş” dedi. O da; “Rızkımın kesilmesine bu arkadaşım sebep olduğu için kızıyorum” dedi. Abdülvehhâb hazretleri de; “O sebep oldu görünüyorsa da, aslında sebep o değildir. Arkadaşın ilâhî kudretin bir âletidir. Aleti kim hareket ettiriyorsa, hüküm onundur. Yoksa âletin değildir. Senin böyle söylemen, sopa ile dövülüp de, sopayı vurana değil sopaya kızan adamın hâline benziyor. Hani sen her Cum’a hutbelerinde; “Vallahi veren de Allahü teâlâdır, alan da. Yükselten de Allahü teâlâdır, alçaltan da...” demez miydin? Şimdi niçin bunun tersine göre hareket ediyorsun?” deyince, o hatîb; “Üstadım! Huccet ve isbâtlarınla beni susturdun” diyerek oradan ayrılıp gitti.
Abdülvehhâb-ı Şa’rânî hazretleri buyurdu ki: “Bir zamanlar evime, cinlerden biri gelmeye başladı. Bu cin bana doğru gelirken, vücûdumun bütün kılları diken diken olurdu. O ânda Allahü teâlânın ismini söylemeye başlardım. Cenâb-ı Hakkın ismini duyan cin, derhâl benden uzaklaşırdı. Hiçbir zaman ondan ne çekindim, ne de korktum. Aksine, gece yolumu kestiği zaman, ona selâm vererek geçip giderdim, insanın tabiatı cinden nefret ettiği hâlde hergün onları göre göre nefret etmez hâle geldim.”
Kıtlık olduğu günlerde, cinlerden bir grup evime yerleşmişti. Onlara dedim ki: “Bu gösterdiğim ekmeklerden güzelce yiyiniz. Hiçbir müslümana sakın zarar vermeyiniz.” Onların da bana; “Başüstüne, emirlerinizi dinleyip itaat edeceğimize söz veriyoruz” dediklerini duyar idim. Cinlerden biri keçi kılığına girip, geceleri bizim odaya girer, lâmbayı söndürür ve gürültü çıkarırdı. Bu hâlden evdekiler korkuya -düştüler. Çocukların korkmaması için, bir gece sedirin altına saklanarak cinin gelmesini bekledim. Tam önümden geçerken, elimle bir ayağını yakaladım. Bağırmaya ve yardım istemeye başladı. Bunun üzerine ona; “Ey keçi kılığına girmiş olan cin! Bir daha evime girip çocuklanmı korkutmaya devam edecek misin, etmeyecek misin?” dedim. Tövbe ederek, bir daha gelmeyeceğine söz verdi. Buna rağmen ayağını bırakmıyordum. Ayağı elimde inceldi.-inceldi bir kıl inceliğini aldıktan sonra avcumdan çekilip gitti. Bu hâdiseden sonra o cin, evime gelmez oldu.
Yine birgün Kâhire kadısının körfezdeki evinde misâfir olarak bulunuyordum. Ev sahibi ile gece bir süre sohbet ettikten sonra yatmaya çekildik. Gece yarısı cinlerden bir grup odama girdi. Lâmbayı söndürdükten sonra, yatağımın etrâfında atlar gibi ses çıkararak dolanmaya başladılar. Onlara; “Allahü teâlânın kudretine yemîn ederim ki, eğer bana dokunursanız, hanginizi yakalarsam onu öldürmeden bırakmam. Bundan haberiniz olsun” dedim. Tekrar uyumağa başladım. Sabaha kadar yatağımın etrâfında at gibi koştular. Hiçbiri yatağıma dokunamadı.
Kâhire’nin Gamrî Câmii’ne bir gece abdest almak için gitmiş idim. Mevsim kıştı, hava oldukça soğuktu. Ortalık da çok karanlık idi. Abdestimi almağa başladığım bir sırada, manda büyüklüğünde bir cinin gelip, su havuzuna daldığını gördüm. Sular havuzda yükseldi ve taştı. Onu; “Abdest alıyorum, derhâl buradan uzaklaş!” diye îkâz ettim. Buna rağmen hiç aldırış etmedi. Cebimdeki bıçağı çıkardım, bir defa sapladım. Bağırarak kaçtı.
Ey kardeşim! Buna benzer cinlerle başımdan geçen hâdiseler çoktur. Bunları anlatmamdan maksadım, ba’zı okunacak duâları zamanında okumanız içindir. Gece veya gündüz yapacağın işlerde, kendini bunların şerlerinden nasıl koruyacağını bilmen içindir. Eğer ben de bu duâları bilmeseydim, diğer insanlar gibi görünmeyen bu yaratıklardan korkardım. Peygamber efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîflerinde buyurdular ki: “Şayet biriniz rü’yâsından korkarak uyanırsa “E’ûzü bi-kelimat-illahit-tâmmât min gadabihi ve ikâbihi ve şerri ibâdihi ve min hemezât-iş-şeyâtîn ve en yahzerûn” diyerek bunları okumuş olsa, hiç bir zarara uğramaz.”
Abdülvehhâb-ı Şa’rânî hazretleri anlattı: “Hanımım Fâtıma, birgün felç geçirerek bütün duygularını kaybetmişti. Evdekiler ve kayınvâlidem, ne yapacaklarını şaşırmış, ağlamağa başlamışlardı. Hanımın mizacı bana benzerdi, dert ve belâlara sabretmesini bilirdi. Onun bu sabırlı ve tevekkül etmiş hâli bana oldukça te’sîr etti. Ne yapacağımı bilmiyordum. O düşünceli ânımda, kulağıma bir ses; “Evindeki boş olan odada bir küçük delik var. O deliğe bir örümcek yuva yapmış, bir sinek de bu tuzağa düşmüş bulunmaktadır. Sinek tuzaktan kurtulmak için çaba göstermekte, imdâd istemektedir. Eğer onu gidip kurtarırsan, biz de senin hanımını kurtarırız!” diyordu. Hemen boş olan odaya girdim. O deliği arayıp buldum. Hakîkaten bir sinek, sağa sola hareket ederek tuzaktan kurtulmaya çalışıyordu. Sineği, bir çöp ile delikten çıkararak kurtardım. Sonra hanımın odasına geldim. Hanımı, sapa sağlam ayakta duruyor gördüm. Burada da Rabbimizin ihsânlarına kavuşmuştuk. Hepimiz sevinçten ağlamaya başladık.”
Abdülvehhâb-ı Şa’rânî anlattı: “947 (m. 1540) senesinin bir yaz günü, Kâhire’nin Nil nehri üzerindeki Hâkimi köprüsünün altında bulunan yaşlı bir velîyi ziyâret ettim. Selâm verdim, cevâbını verdi. Adımı sordu, “Abdülvehhâb” dedim. Bana; “Senelerden beri seni görmek arzusunda idim. Buyur otur” dedi. Yanına oturdum, el ele tutuştuk. Elimi öyle kuvvetlice sıktı ki, neredeyse acıdan bağıracaktım. Bana; “Kuvvetimi nasıl buluyorsun?” diye sorunca; “Çok büyük bir kuvvete sahipsiniz” dedim. O zaman bana; “İşte bu kuvvet, gençliğimden beri yediğim helâl lokmalar sebebiyle hâlâ bizde mevcûttur. Hamurum helâl bir maya ile yoğrulmasaydı, bu günün günahlarına aldırmayan insanların vücûdları gibi, benim vücûdum da gevşek olurdu. Ey oğlum! Yüzkırküç yaşına geldim. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bugün insanlar her yönden değişmiştir. Hele bu son senelerde, dinlerinde ve emânetlerinde büyük bir eksiklik var. Bugün yakın akraban, hattâ öz kardeşin bile seni tanımamaktadır. Oğlun dahî sana başka bir gözle bakmakta ve yine öyle davranmaktadır, insanların birbirlerine muhabbetleri hiç kalmamış, dert ve belâlara karşı sabırlar eksilmiş, kaza ve kadere karşı boyun eğmek yerine gazâb hâkim olmuş, dinleri zayıflamıştır. Ey oğlum! Şimdi sana zamanımızın kötü ve yorgun insanlarını anlatmaktansa, sâlih insanlarını anlatmak daha iyi olacak” dedi. Ben de; “İyi olur” deyince, şöyle devam etti: “Zamanımızın en iyi kimseleri, geceleri kalkıp sabahlara kadar namaz kılan, sabah namazından sonra öğleye kadar Kur’ân-ı kerîm okuyup tesbihini çekerek Allahü teâlâyı zikreden, ikindiye kadar duâlarını yapan, akşama kadar hergün devam üzere olduğu duâları tekrar tekrar yapan, yatıncaya kadar da tövbe istiğfar ederek vaktini geçirenlerdir” dedi. Ona; “Böyle kimselerin görünürdeki bütün günahlardan temizlendiğini düşünsek, bu insanın, başkaları hakkında kötü düşünmesinin önüne geçebilir miyiz? Bu kimse, kendisini kıskananları bir dakika olsun görmek ister mi?” diye sordum. O da cevap olarak; “Bu, çok zayıf bir ihtimâldir. Bir insan, hayâtı boyunca durmadan ibâdet yapsa, kazandığı sevâbları terazinin bir kefesine koysa, bu kimsenin bir müslüman hakkında sû-i zannından meydana gelen günâhını da bir kefesine koysan, günah kefesinin ağır basacağını görürsün. Sâlih, iyi kimselerin hayattan boyunca yaptığı ibâdetler, bir defa yaptığı kötü düşünceden meydana gelen günâhı karşılıyamadığına göre, diğer insanların hâllerinin ne olacağını düşün!” diyerek sözlerini sona erdirdi. Veda ederek yanından ayrıldım.”
Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’nin “El-Yevâkit vel-cevâhir” isimli kitabında yetmişbeş mevzû vardır. İmâm-ı Şa’rânî buyurdu ki: “Allahü teâlâya hamdolsun ki, bu kitabı bir aydan daha kısa bir zaman içinde yazmayı nasîb etti. Her konuyu yazarken, münâsip nakiller yapmak için, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin dört büyük cild olan “Fütûhât-ı Mekkiyye”sini baştan sona kadar okuyordum.” Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’nin bu kitabı yazmasını, zamanın büyük âlimleri büyük bir kerâmet olarak kabûl ederler. Çünkü Fütuhat kitabı dört cilddir ki, yetmişbeş mes’ele için hepsi okunduğunda üçyüz kalın cild baştan sona bitirilmiş oluyor. Üçyüz cildi de bir ayda okumak mümkün değildir.
Âmir Bağdadî anlattı: “Önceleri; “Hiç kimse, bir ihtiyâcının hâsıl olmasında vâsıtaya muhtaç değildir. Bu sebeple, Allahü teâlâdan birşey isterken başkalarını vesile etmek, onun hürmetine ver demek olmaz” der idim. Velîlerdeki kerâmetlere de inanmazdım. Birgün rü’yâmda Resûlullah efendimizi (s.a.v.) gördüm. Yanında Abdülvehhâb-ı Şa’rânî hazretleri vardı. Peygamber efendimizin (s.a.v.) mübârek elini öpmek istiyordum. Fakat bana hiç iltifât etmiyor, huzûruna geldikçe yönünü benden çeviriyordu. Bir ara Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’ye; “Ne olur, Peygamber efendimize bir arz et de, beni kabûl buyursun. Mübârek elini öpmekle şerefleneyim” diyerek yalvarmağa başladım. O kadar yalvardım ki, gözlerimden akan yaşlara dayanamadı. Resûlullah efendimizin (s.a.v.) huzûruna varıp, beni işâretle birşeyler söyledi. Bunun üzerine beni çağırdılar. Huzûr-i şerîflerine kabûl ettiler. Uyandığımda, önceki düşüncelerimin ne kadar yanlış olduğunu anladım. Tövbe ettim ve sabahleyin Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’nin medresesine gittim. Talebesi olmakla şereflendim.”
Habeşistanlı bir gayr-i müslim, Mısır’a gelmiş idi. Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’nin nâmını duyduğu için, onunla görüşmek istiyordu, İmâm-ı Şa’rânî onu kabûl etti. Habeşistan ile ilgili konuşmağa başladılar. Abdülvehhâb-ı Şa’rânî, Habesistanı öyle anlatıyordu ki, en ince ayrıntılarına kadar îzâh ediyordu. O gayr-i müslim dinledikçe, yaşadığım yeri benden daha iyi biliyor diye hayret ediyordu. Dayanamayıp Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’ye; “Siz Habeşistanlı mısınız?” diye sordu. O da; “Dünyâda nereyi görmek arzu etsem, Allahü teâlâ bana orayı gösterir. Bu, cenâb-ı Hakkın bana bir ihsânıdır” buyurdu. Bunu işiten gayr-i müslim, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu.
Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’ye hased edenlerden birisi, ona iftira etmek istedi. Şeyhülislâm Nasîruddîn Lukânî’ye gelerek çeşitli yalan ve iftiralar uydurdu. Şeyhülislâm da bu sözlere inandı. Bu haberi işiten Abdülvehhâb-ı Şa’rânî, Şeyhülislâm’ın yanına gelerek, ondan Mâlikî mezhebinin fıkıh bilgilerini ihtivâ eden Kâsım Abdürrahmân’ın yazdığı Müdevvene’yi emânet olarak istedi. Şeyhülislâm da; “Al, okursun da, belki yaptığın kötülüklerden vaz geçersin. Dînin emir ve yasaklarına uyarak doğru yolu bulursun” dedi. Abdülvehhâb-ı Şa’rânî de; “İnşâallahü teâlâ öyle olur” buyurdu. Şeyhülislâm, talebelerinin birisine emredip, birkaç cild olan Müdevvene’yi kütüphâneden getirmesini söyledi. Cildler gelince, ileri gelen talebelerinden birine, cildleri Abdülvehhâb-ı Şa’rânî ile götürmesini emretti. İmâm-ı Şa’rânî ile talebe eve geldiler. Talebe kitabı bıraktıktan sonra gitmek istedi. Fakat İmâm-ı Şa’rânî, bu gece kalıp yarın sabah gitmesini söyleyince, talebe kabûl etti. Gecenin üçtebiri geçinceye kadar o talebe ile sohbet etti. Talebeye yatmasını söyleyip, kendi odasına geçti. Odasında çok az bir zaman durup, tekrar talebenin kaldığı odaya geldi. Onu uyandırıp, abdest aldırdı. Beraberce fecr vaktine kadar namaz kıldılar. Sonra sabah namazlarını kılıp, güneş bir mızrak boyu yükselinceye kadar Kur’ân-ı kerîm okudular. Sonra duhâ namazını kıldılar. Talebeye; “Şimdi hocanın yanına gidebilirsin. Getirdiğin bu kitapları da teslim edip, benim teşekkür ettiğimi bildirirsin” buyurdu. Talebe; “Peki efendim” diyerek, kitapları kucakladı. Fakat içinden de; “Bir geceliğine onu getirtip, hiç bakmadan geri götürmenin ne faydası var idi” demekten kendini alamadı. Talebe kitabı okumadığı için, içindeki yazılardan haberi yoktu. Talebe kitapları hocasına götürdüğünde, Şeyhülislâm Nasîruddîn, Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’nin kendisiyle alay ettiğini sanarak kızdı. O sırada bir kimse gelip, Şeyhülislâma bir suâl sordu. Şeyhülislâm soruyu tam olarak cevaplandırabilmek için, Müdevvene’nin cildlerini karıştırmağa başladı. Her cildin başından sonuna kadar, sahifelerin kenarında Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’nin kendi el yazısı ile yazılmış lüzumlu açıklamalar ve kayıtların olduğunu gördü. Talebeyi çağırarak, bu geceyi kitaplara yazı yazmakla mı geçirdiklerini sordu. Talebe de yemîn ederek; “Efendim! Bu gece Abdülvehhâb-ı Şa’rânî benden yirmi dakikadan daha fazla bir zaman ayrılmadı. Sabaha kadar beraber namaz kıldık. Kur’ân-ı kerîm okuduk. Onun benim yanımda kitaplarla meşgûl olduğunu hiç görmedim” dedi. Talebesinden bu sözleri işiten Şeyhulislâm’ın, hayretinden aklı karıştı. Değil yirmi dakikada, yirmi günde bile bu cildler dolusu kitabı okumak mümkün değildi. Fakat hakîkat de gözünün önünde idi. Bütün cildler okunmuş, etrâfında îzâhlar yazılmıştı. Hemen Abdülvehhâb-ı Şa’rânî hakkında düşündüğü kötü düşüncelere, ona söylediği sözlere pişman olup, tövbe istiğfar eyledi. Koşarak İmâm-ı Şa’rânî’nin evine gitti ve huzûruna kabûlünü istirhâm eyledi. Kabûl edilince tövbe ettiğini bildirdi. Abdülvehhâb-ı Şa’rânî de; “Maksadım, bu gece bana emânet olarak verdiğin kitaplardan hazırladığım bu muhtasarı senin öğrenmen idi” buyurdu. Bilindiği gibi, Abdülvehhâb-ı Şa’rânî hazretlerinin buna benzer pekçok kerâmetleri vardır ki, uzun zamanda yapılacak bir işi, çok kısa zamanda yapardı. Bu, evliyâda meydana gelen, tayy-i zaman (zamanın genişletilmesi) ismi verilen kerâmet çeşitlerinden biridir.
Yahyâ Varrâk anlattı: “Arkadaşlarımla hacca gidiyordum. Bindiğim hayvan çok zayıftı. Bir müddet gittikten sonra yoruldu ve yattı. Arkadaşlarımın beni beklememelerini, yola devam etmelerini söyledim. Onlar gittiler, ben de hayvanın dinlenmesini bekliyordum. Beklerken, aniden Abdülvehhâb-ı Şa’rânî hazretleri yanımda peyda oldu. Hayvanı tutup kaldırdı ve bana tebessüm ederek kayboldu. Hayvanın üzerine bindim, öyle hızlı gitmeye başladı ki, arkadaşlarıma yetiştim. Üstelik, bu defa onların hayvanları bize yetişmek için uğraşıyorlardı. Bu durum hep devam etti. Kâ’be-i muazzamanın etrâfında tavaf ederken, yine Abdülvehhâb-ı Şa’rânî hazretlerini gördüm. Tavaf müddetince yanımda idi. Sonra yine kaybettim. Hâlbuki o, o sene hacca gitmemişti.”
Emîr Muhammed Defterdar anlattı: “Her gece yatsı namazından sonra, arkadaşlarla bir yerde toplanır, sohbet ederdik. Âlimlerin ilminden, velîlerin kerâmetlerinden anlatırdık. Birgün yine böyle toplanmıştık. Sohbet ânında söz, hâlen hayatta olan İmâm-ı Şa’rânî’ye geldi. Onun büyüklüğünü anlıyamayan ba’zıları, aleyhinde dedikodu etmeye başladılar. Ben de onlarla birlik olup, aleyhinde konuştum. O gece rü’yâmda, kalabalık bir ordunun Mısır’a bir iç karışıklığı düzeltmek için geldiğini gördüm. Ordu kumandanı, Mısır’ın Bâbunnasr denilen kapısında durdu ve; “Mısır’ın sahibi ile görüşüp, Mısır’ın anahtarını vermedikçe içeri girmeyiz” dedi. “Mısır’ın sahibi kimdir?” dediler. O da; “Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’dir” dedi. Kumandan, adamlarından birini gönderdi. İmâm-ı Şa’rânî’yi evinde bulamadılar. Oğlu Abdürrahmân’a durumu anlattılar. Abdürrahmân, babasının müsâade edeceğini söyleyerek anahtarı verdi. Rü’yâdan uyandığımda, yaptığım hatâyı anladım. Demek ki, bu zamanda Mısır’ın hakîkî sultânı Abdülvehhâb-ı Şa’rânî idi. Sabah olduğunda, İmâm-ı Şa’rânî hazretlerine gidip talebesi olmakla şereflenmek istediğimi bildirince; “Talebe olmanız için ille anahtar mı vermek lâzımdır?” buyurarak, gece rü’yâda gördüklerimi bildiğini işâret etti. Onun bu kerâmetini de görünce, ona olan bağlılığım ziyâde oldu.”
Şerefüddîn bin Emîr anlattı: “Hastalanmıştım. Ağrılarımın şiddeti, gün geçtikçe daha da artıyordu. Öyle ki, artık ölümümü bekler oldum. Günlerce uykusuzluğun verdiği bir hâlsizlik içinde, gözkapaklarım kapandı. Uyumağa başladım. Rü’yâmda, büyük bir nehirde yüzüyordum. Nehrin aşağı taraflarında bir köprü ve onun da aşağısında bir çağlayan vardı. Bu çağlayandan canlı bir kimse aşağıya düşse, normalde parça parça olurdu. Akan sular beni sürükleye sürükleye köprüye doğru götürüyordu. Eğer köprüde tutunacak bir yer bulamazsam, çağlayandan aşağı düşecektim. Bütün gayretime rağmen köprüye tutunamadım. Büyük bir korkuya kapıldım. Çağlayanın başına geldiğim ân, bir el beni tutup kenara çekti, ölümden kurtarmıştı. Elin sahibine baktığımda, zamanın en meşhûr âlimi ve velîsi Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’yi gördüm. Bana tebessüm ediyordu. Uyandığımda, hastalığımın geçtiğini, hiçbir derdimin kalmadığını gördüm.”
Seyyid Ahmed Bedevî hazretlerinin Mısır’ın Tanta şehrindeki türbesi başında, her sene belli bir günde toplantı yapılıp, mevlid okunur idi. Şeyh Sa’düddîn Sanâdîdî, İmâm-ı Şa’rânî’yi sevmez, onun büyüklüğüne inanmazdı. Hattâ onun pekçok kötü taraflarının olduğunu savunur, ilminin derinliğine inanmazdı. Ahmed Bedevî’nin türbesi başında mevlîd okunduğu bir sene, oraya İmâm-ı Şa’rânî ve Sa’düddîn Sanâdîdî de gelmişlerdi. Sa’düddîn, Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’nin mevlide gelmesine şiddetle karşı çıkarak; “Böyle bir mevlidde, kendisinde pekçok kötü yanlar bulunan kimse nasıl bulunabilir?” demişti. Sa’düddîn, o gece rü’yâsında Peygamber efendimizi (s.a.v.) gördü. Resûlullah efendimiz (s.a.v.), Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’yi kucaklamış, bağrına basmıştı. Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’nin de göğüslerinden süt akıyor, mevlide gelen herkes, doyuncaya kadar onun sütünden içiyorlardı. Seyyid Ahmed Bedevî hazretleri de, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) huzûrunda idi. Ahmed Bedevî, oradakilere; “Bizden meded isteyen Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’yi ziyâret etsin” diyordu. Rü’yâdan uyanan Sa’düddîn, İmâm-ı Şa’rânî’nin büyüklüğünü anlıyarak, ona karşı olan bozuk i’tikâdını düzeltti ve onun en yakın talebelerinden oldu.
Muhammed bin Emîr isminde bir velî, Mekke’de hastalandı. Artık sonunun yaklaştığını anlayıp, vasıyyetini yazdı. Bir müddet sonra, kendisinde ölüm alâmetleri belirdi. Etrâfındakiler, devamlı Kur’ân-ı kerîm okuyor, hâsıl olan sevâbı ona bağışlıyorlardı. Muhammed bin Emîr hazretlerinin de devamlı dudakları kıpırdıyor, belli ki son ânında Allahü teâlânın mübârek ismini söyleyerek ölmek istiyordu. Bir ara gözleri kapalı olduğu hâlde, İmâm-ı Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’yi gördü. Sonra gözünü açtı ve yine İmâm-ı Şa’rânî’yi, duvardan içeri girip, karşısına geldiğini gördü. İmâm-ı Şa’rânî hazretleri, Muhammed bin Emîr’in elinden tutup; “Haydi kalk! Birşeyin kalmadı!” buyurdu. O ânda hasta, etrâftakilerin hayret dolu bakışları arasında ayağa kalktı. İmâm-ı Şa’rânî’nin himmeti ve teveccühleri bereketi ile, hastalığından bir ânda kurtuldu.
Evliyânın büyüklerinden Ömer Nebtitî’nin talebesi Abdullah, İmâm-ı Şa’rânî’nin büyüklüğünü çekemez, onu kıskanırdı. Abdullah, bir gece rü’yâsında sevgili Peygamberimizi (s.a.v.) gördü. Huzûrunda Hazreti Ali de vardı. Hazreti Ali’ye buyurdu ki: “Abdülvehhâb’a şu takyemi giydir. Ayrıca ona, mahlûkata tasarruf etmesini söyle. Başkalarına ise mâni ol.”
Abdullah, Resûlullah efendimizden (s.a.v.) bu sözleri işitince, yaptığı hatânın büyüklüğünü anladı. Uyandığında tövbe etti. Bir daha da İmâm-ı Şa’rânî’ye olan i’tikâdı bozulmadı.
Abdülvehhâb-ı Şa’rânî, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) zâhir ve bâtın ilimlerinde vârisiydi. Kendinden sonra gelen âlimler ve evliyâ, onu en güzel ifâdelerle medhettiler. Çok sayıda, pek kıymetli kitaplar yazdı. Bunların en kıymetlisi, dört mezhebin fıkıh ilmini bir araya topladığı “Mîzân-ül-kübrâ” isimli kitabıdır. Bu kitabın her bölümünde icmâ (ittifâk) ve ihtilâf edilen mes’eleleri yazmakta olup, uzun bir mukaddimesi vardır. Burada İslâm âlimlerinin, din imamlarının ve müctehidlerin büyüklüğünü, vasfını, ilim ve tasavvufdaki mertebelerini, aslında hepsinin aynı pınardan feyz aldıklarını, çok güzel ve uzun anlatmaktadır. Ayrıca “Envâr-ül-kudsiyye”si Tabakât-ül-kübrâ adlı eserinin kenarında basılmıştır. Tabakât’ı, Asr-ı se’âdetten, kendi zamanına kadar, dörtyüzden çok büyük âlim ve velînin hâllerini, kerâmetlerini, sözlerini bildiren kıymetli bir kitaptır. Ayrıca Ecvibet-ül-merdiyye, Ahlâk-üz-zekiyye vel-ulûm-ül-ledünniyye, İrşâd-ül-mugfelîn, Bahr-ül-mevrûd, Bürûk-ül-havâtıf, Tenbîh-ül-agbiyâ, Cevâhir ve dürer, Cevher-ül-masun ves-sırr-ül-merkum, Hukuku ihvet-il-İslâm, Dürer-ül-Gavvâs fî fetâvâ Seyyidî Aliyy-il-Havvâs, Ed-Dürer-ül-mensûre, Redd-ül-fukarâ an da’v-el-vilâyet-il-kübrâ, Sirâc-ül-münîr, Tahâret-ül-cism vel-füâd, Feth-ül-mubîn, Feth-ül-vehhâb, Ferâid-ül-kalâid, Kibrit-ül-ahmer, Keşf-ül-gumme, Letâif-ül-minem vel-ahlâk, Levâhık-ül-envâr-il-kudsiyye, Meâsır vel-mefâhır fî ulemâi karn-il-âşir, Meşârık-ül-envâr-il-kudsiyye ve daha birçok eserleri vardır.
Abdülvehhâb-ı Şa’rânî hazretleri, Mîzân-ül-kübrâ kitabını yazmadan önce, mütâlâa ettiği kitaplar hakkında buyurdu ki: “Ey kardeşim! Eğer Mîzân kitabımı nasıl yazdığımı öğrenmek istersen, söylediklerimi kabûl etmen lâzımdır. Belki birisi çıkıp; “Bu Mîzân sahibi, yeryüzünün çeşitli yerlerinde hadîs âlimlerinin hadîslerden yazdıkları ve fıkıh âlimlerinin mezheblerden kaleme aldıkları bütün bu kitapları nereden ve nasıl inceledi ki, hepsini Mîzân’ın iki mertebesine arz edebildi diyebilir. Böyle diyen, benim incelediğim, ezberlediğim ve velîlere, âlimlere şerh eylediğim kitapları iyice, dikkatlice okursa, herhalde bana haklısın der ve bildireceğim bu kitapların mütâlâasında bana uyar. Bu kitaplar üç kısımdır: Metinlerin ezberlenmesi, onların şerhi ve zor yerlerinde âlimlere müracaat ederek kendi mütâlâa ettiklerim.
Birinci kısım: Ezberlediğim ve âlimlere ezber olarak arz ettiğim kitaplardır: Nevevî’nin Kitâb-ül-Minhâc’ı; İbn-i Makarrî’nin Kitâb-ür-ravd’ı; Ravda’nın Muhtasar’ı, hüküm babına kadar; din ve fıkhın usûlünde Cem’ul-Cevâmi’ kitabı; İbn-i Mâlik’in nahivde Elfiye kitabı; me’ânî ve beyânda Telhîs-ül-miftâh kitabı; hadîs ilminde Irâkî’nin Elfiye kitabı; İbn-i Hişâm’ın nahivde Tavdîh kitabı; kırâat ilminde Şâtıbiyye kitabı ve diğer muhtasarlar.
İkinci kısım: Âlimlerden, şerhlerini kendilerinden okuduğum kitaplardır. Allahü teâlâya hamd olsun ki, bu kitapların hepsinin şerhlerini, âlimlerin huzûrunda, tekrar tekrar okudum. Karşılıklı konuşarak, takatim mikdarınca inceliyerek ve hâlime göre anlıyarak okudum. İbn-i Kâdı Aclûn’un Tashîh’ini, Mısır’da mevcûd şerhlerinin mütalaasıyla birlikte, âlimlerle on defa okudum. Ravd şerhini, müellifi, Seyyidimiz, efendimiz Şeyhülislâm Zekeriyyâ’dan tamamen okudum. Yine ondan; kendisinin Şerh-ül-Menhec’ini, Şerh-ül-Behcet-il-kebîr, Şerh-ut-Tahrir, Şerh-ut-Tenkîh, Şerhu Risâle-i Kuşeyrî, Şerhu âdâb-il-bahs ve âdâb-il-kaza, Şemseddîn-i Cevcerî’nin Buhârî şerhi, Ezrâ’î’nin Kitâb-ül-kût’u, Zerkeşî’nin bir el-Kıt’a ve tekmilesi, Minhâc üzerine Sübkî’nin bir kıt’ası, oğlunun Kitâb-üt-tevşîh’i, İbn-i Mülâkkın’ın Minhâc şerhi ve Tenbîh şerhi, İbn-i Kâdı Şühbe’nin Kebîr ve Sagîr şerhini okudum. Şerh-ur-Ravd’ı, Şeyh Şihâbüddîn-i Remlî’den okudum. Kitabın her bir dersi üzerine, Ravd şerhinin, Hadimin, Mühimmâtin ve Mühezzeb şerhinin ve başkalarının zevâidini yazardım. Hattâ üstadım, bu kitapları mütâlâamın sür’atinden hayret eder ve bana: “Sen o kitapların zevâidini buraya yazmasan, bu kitaplardan birini mütâlâa ettiğini sanmazdım” derdi. Şerh-ur-ravd kitabını, müellifi Şeyhülislâm Zekeriyyâ’dan okuduğum zaman, kırâat vaktinde mümkün olan bütün maddeleri onunla mütâlâa ederdim ve usûlünden olan bütün ibârelerini yazardım. Böylece, şerhde fâidelendiği şu kitapların usûlüne âit ilme sâhib oldum: El-Mühimmât, el-Hâdim, Şerh-ül-mühezzeb, el-Kıt’a, et-Tekmile, İbn-i Kâdı Şühbe ve Rafi’înin şerhi. El-Kebîr, el-Besît, el-Vesît, el-Vecîz, Fetâvâ-i Kaffâl, Fetâvâ-i Kâdı Hüseyn, Fetâvâ-i İbn-i Salâh, Fetâvâ-i Gazâlî ve diğerleri. Her ibâre nakledilip, ondan bir kısmını söylemeyince, Şeyhülislâma orasını hatırlatırdım. Ve Ravd’ kitabı üzerine ilâve olarak zikrettiği oniki mes’eleye onu muttali’ kılardım. Hâlbuki onlar, Ravda’da, bâblarından ayrı yerde zikr olunmuşlardır ve Şeyhülislâm, onları şerhine ilâve etmiştir. Yine birçok yerlerde, Zerkeşî’nin ve başkalarının Hâdim’deki bahislerini ona hatırlatırdım. Hâlbuki onlar, eshâbın, ya’nî mezhebdeki âlimlerin sözlerinden idiler. Şerhde onları ayıklardı.
İbn-i Mâlik’in Elfiye’sinin, İbn-i Münsâf, A’mâ, Basîr, İbn-i Ümm-i Kâsım, Mekvedî, İbn-i Ukayl ve Eşmûnî şerhlerini, tekrar tekrar Şihâbüddîn-i Hussâmî ve başkalarından okudum. Yine ondan, Hâlid’in Şerh-ut-Tavdîh’ini, Mugnî kitabını ve haşiyelerini ve daha başka kitapları okudum. Irâkî’nin Elfiye şerhini defalarca okudum. Yine Elfiye şerhini, müellifi Şihâbüddîn-i Remlî’den, Sehâvî şerhini, Gamrî Câmii İmâmı Emînüddîn’den okudum. Sonra bunu kısalttım. Celâl-i Süyûtî ve Zekeriyyâ şerhlerini de, yine bir defa ondan okudum. Aynı şekilde; İbn-i Salâh’ın Ulûm-i hadîs’ini ve Muhtasar-ı Nevevî’yi ondan okudum. Celâleddîn-i Mahallî’nin Cem’ul-cevâmi’ şerhini ve onun haşiyesini (İbn-i Ebî Şerîfin’dir) Nûreddîn-i Mahallî’den okudum. Cildleri, tomarları evde unuttuğum zaman, haşiyeyi ve şerhi ona ezberden okurdum. Nûreddîn ise Haşiyeyi elinde tutardı ve ezberlemedeki sür’atime hayret eder, hüsn-i mütâlâasına şaşardı.
Adûd ve haşiyelerini, Abdülhak-ı Senbâtî’den okudum. Mutavvel ve muhtasarını, Karafe kapısında Şeyh-ül-allâme Aliyy-il-Acemî’den okudum. Haşiyelerini de okudum. Sehâvî’nin, İbn-i Kâsım’ın ve başkalarının Şâtıbiyye şerhlerini, Nûreddîn-i Cârihî ve başkalarından okudum.
Okuduğum tefsîrler: İmâm-ı Begavî’nin tefsîrini, Şeyhülislâm Şihâbüddîn-i Şişînî Hanbelî’den okudum. Keşşâfı ve haşiyelerini ve Beydâvî tefsîri ve Celâlüddîn-i Süyûtî haşiyesini, Şeyhülislâm Zekeriyyâ’dan bir defa okudum. Bunun üzerine İbn-i Zühre’nin tefsîrini, İbn-i Âdil’in tefsîrini, Kevâşî tefsîrini, üç Vahidî tefsîrini, Abdülazîz-i Dîrînî’nin üç tefsîrini, Sa’lehî tefsîrini, Celâlüddîn-i Süyûtî’nin Dürr-ül-Mensûr adlı tefsîrini ve başkalarını mütâlâa eyledim. Benim kırâatimden, mezkûr Şeyhülislâm’ın Beydâvî tefsîrine bir haşiyesi meydana geldi.
Şihâbüddîn-i Kastalânî’nin Buhârî şerhini kendisinden okudum. Yine onun üzerine Kur’ân-ı azîmin tefsîrini mütâlâa ederdim. Bunu, Buhârî’de bulunan âyetler hakkında müfessirlerin neler buyurduklarını öğrenmek için yapardım. Yine onunla, Hâfız İbn-i Hacer’in, Kirmânî’nin, Aynî’nin, Bermâvî’nin ve başkalarının Buhârî şerhlerini mütâlâa eyledim. Yine ondan; İmâm-ı Nevevî’nin Müslim şerhini, Kâdı Iyâd’ın Müslim şerhini ve Şeyh Şihâbüddîn’in Müslim üzerine şerh olan bir kıt’asını (bir kısmını) okudum. Ebû Bekr İbni Arabî Mâlikî’nin Kitâb-ül-Ahvezî alâ şerh-ıt-Tirmizî’sini ve Mevâhib-ül-ledühniyye fî minhal-il-Muhammediyye kitabını ve diğer kitapları İmâm-ı Kastalânî’den okudum.
Üçüncü kısım: Kendi başıma mütâlâa ettiğim ve zor yerlerini anlamakta âlimlere müracaat ettiğim kitaplardır: Yukarıda adı geçen bütün kitapları, zamanın âlimlerinden okuyup iyice öğrendikten sonra, Şerh-ur-Ravd’ı onbeş defa, İmâm-ı Şafiî’nin (r.a.) Kitâb-ül-Ümm’ünü üç defa mütalaa ettim. Şafiî âlimlerinin, onun şerhlerindeki ve ta’liklerindeki ilâvelerini de beraber mütâlâa ederdim. Muhtasar-ı Müzenî’yi ve Şeyhülislâm Zekeriyyâ’nın bunu şerhini tekrar tekrar mütâlâa ettim. Hâvî’yi bir defa inceledim. İbn-i Hazm’ın Kitâb-ül-Muhallası’nı mütâlâa ettim. Bu kitap otuz cilddir. Yine aynı müellifîn Milel ve Nihâi kitabını, Muhyiddîn-i Arabî’nin Kitâb-ül-muallâfi, Muhtasar-ı mücellâ’sını, Mâverdî’nin Hâvî’sini mütâlâa ettim.
Bu kitap on cilddir. Aynı müellifîn Ahkâm-üs-sultâniyye’sini bir defa dikkatlice okudum. İbn-i Haddâd’ın Fürû’unu, İbn-i Sabbâg’ın Şâmil’ini, Ebû Muhammed Cüveynî’nin Udde’sini, Muhît ve Fürûk kitabını bir defa okudum. Râfiî’nin Kebîr ve Sagîr’ini bir defa mütâlâa ettim. Nevevî’nin Mühezzeb şerhini ve Sübkî’nin bunun üzerine bir kıt’asını elli defa kadar, Nevevî’nin Müslim şerhini beş defa, Mühimmât’ı ve zeyllerini iki defa, Hâdim’i iki defa, Ezrâ’î’nin el-Kût’unu, Tavassut ve Feth’ini bir defa, İbn-i Mülâkkın’ın Umde’sini, Accâle’sini ve Şerh-ut-Tenbîh’ini bir defa, Celâleyn tefsîrini otuz defa, Celâl-i Mahallî’nin Şerh-i Minhâc’ını on defa, Feth-ül-Bâri alel-Buhârî’yi bir defa, Aynî şerhini bir defa, Kirmânî şerhini üç defa, Bermâvî şerhini iki defa, Zerkeşî’nin Tenkîh’ini üç defa, Kastalânî şerhini üç defa, Kâdı Iyâd’ın Müslim şerhini bir defa, Fârisî’ninkini de bir defa, Begavî tefsîrini üç defa, Hâzin tefsîrini beş defâ, İbn-i Adil’inkini bir defa, Kavâşî’yi üç defa, İbn-i Zühre-i Mekkî’nin tefsîrini bir defa, Celâlüddîn-i Süyûtî’nin adı geçen tefsîrini otuz defa Keşşâf tefsîrini, Tîbî, Teftâzânî, İbn-i Münir’i haşiyeleri ile üç defa mütâlâa ettim. Yine Keşşâfı, Ebû Hayyân’ın Bahr’ı, Sem’î’nin İ’râb’ı, Sefâksî’nin İ’râb’ı ile mütâlâa eyledim. Beydâvî tefsîrini, Şeyhülislâm Zekeriyyâ haşiyesi ile üç defa, yüz cildlik İbn-i Nakîb-i Makdisî tefsîrini, Vâhidî’nin üç tefsîrini, Abdülazîz-i Dîrinî’nin üç tefsîrini, son ikisini defalarca mütâlâa ettim.
Hadîs kitaplarından, şimdi burada müsned ve cüzlerini sayamıyacağım kadarını mütâlâa ettim. Meselâ İmâm-ı Mâlik’in Muvattâ’a, İmâm-ı Ahmed’in Müsned’i, Ebû Hanîfe’nin üç Müsned’i, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî, Sahîh-i İbn-i Huzeyme, Sahîh-i İbn-i Hibbân, İmâm Sa’îd bin Abdullah-i Ezdî’nin Müsned’i, Abdullah bin Humeyd’in Müsned’i, Gaylâniyyât, Müsned-i Firdevs-il-kebîr, Taberânî’nin üç Mu’cem’i, usûlde câmi’ kitaplardan olan İbn-i Esîr’in Cevâmi’ini, Celâlüddîn-i Süyûtî’nin üç Cem’ini, Beyhekî’nin Sünen-i Kübrâ’sını mütâlâa ettim.
Sonra bunu ihtisar ettim. İbn-i Salâh buyurdu ki: “Sünnet hakkında delîller bakımından Beyhekî’nin Sünen-i Kübrâ’sından câmi’ bir kitap yoktur. Sanki dünyânın hiçbir yerinde bir hadîs bırakmayıp, hepsini kitabına koymuştur. Bu kitap, bizim bu Mizan’da hadîslerin arasını bulmada, en çok yardımını gördüğüm kitaptır.
Lügat kitaplarından, Sihah-ı Cevherî, İbn-i Esîr’in Kitâb-ün-Nihâye’si, Kâmûs, Nevevî’nin Tehzîb-ül-esmâ vel-lügat’ını üç defa mütâlâa ettim.
Usûl-i fıkıh ve din kitaplarından yetmiş kadarını inceleyerek okudum. Ehl-i sünnet ve cemâatin, mu’tezîlenin, kaderiyyenin, tasavvuf ehlinden olduğunu iddia edenlerin durumlarını iyice öğrendim, yalancı tasavvufçu, tarikatçıları tanıdım.
Önceki ve Sonraki âlimlerin fetvâ kitaplarından isimlerini sayamıyacağım kadar okudum. Meselâ, Fetâvâ-i Kaffâl, Fetâvâ-i Kâdı Hüseyn, Fetâvâ-i Mâverdî, Fetâvâ-i Gazâlî, Fetâvâ-i İbn-i Haddâd, Fetâvâ-i İbn-i Salâh, Fetâvâ-i İbn-i Abdüsselâm, Fetâvâ-i Sübkî, Fetâvâ-i Bülkînî gibi. Bu son ikisi, birçok cilddir. Üstadım Şeyhülislâm Zekeriyyâ’nın Fetâvâ’sı, üstadım Şeyhülislâm Şihâbüddîn’in Fetâvâ’sı ve başkalarını mütâlâa ettim. Nevevî’nin Fetâvâ-i Kübrâsı ve Sugrâsı, Fetâvâ-i İbn-i Ferkâh, Fetâvâ-i İbn-i Ebî Şerîf ve başkaları gibi fetvâları inceledim. Sonra mütedahilleri, ya’nî birbirine girenleri bırakarak, hepsini bir cild hâlinde topladım.
Kavâid kitaplarından mütâlâa ettiklerim: İbn-i Abdüsselâm’ın Kavâid-ül-kübrâ ve sugrâ’sı, Kavâid-i Alâî, Kavâid-i İbn-i Sübkî, Kavâid-i Zerkeşî. Bu sonuncusunu sâdeleştirdim.
Siyer kitaplarından da çok okudum: Sîret-i İbn-i Hişâm, Sîret-i Kilâ’î, Sîret-i İbn-i Seyyid-in-nâs, Sîret-i Şeyh Muhammed Şâmî gibi. Sonuncusu siyerde en câmi’, en büyük kitaptır.
Süyûtî’nin Kitâb-ül-mu’cizât vel-hasâis’ini mütâlâa ettim. Sonra ihtisar ettim, ya’nî bu kitabı kısalttım. Tasavvuf kitaplarından ise, şimdi sayısını veremiyeceğim kadar okudum. Meselâ Ebû Tâlib-i Mekkî’nin Kût-ül-kulûb’u, Hâris-i Muhasibî’nin Riâye’si, Risâle-i Kuşeyrî, Gazâlî’nin İhyâ’sı, Sühreverdî’nin Avârif-ül-me’arifi, üstadım Ahmed Zâhidî’nin Risâle-i Nûr’unu mütâlâa ettim. Bu sonuncusu iki cilddir. Üstadım Muhammed-i Gamrî’nin Mineh-ül-minne kitabını okudum. Bu kitap altı cilddir. Fütühât-ül-mekkiyye’yi okudum. On cilddir. Sonra onu kısalttım. İbn-i Hazm’ın Milel ve Nihâl’ini tekrar tekrar mütâlâa eyledim ve doğru ve bozuk bütün akideleri öğrendim.
Sonra himmet ve gayretimi, dört mezhebin diğer kitaplarını incelemeğe çevirdim. Mâlikîlerin ona göre amel ettikleri Müdevvenet-ül-kübrâ kitabını mütâlâa ettim. Sonra onu sâdeleştirdim. Sonra Sugrâ’sını inceledim, İbn-i Arefe’nin İbn-i Rüşd’ün kitaplarını, Tetâ’î’nin ve İbn-i Kâsım’ın şerhi risâle-i İbn-i Ebî Zeydûn’u mütâlâa ettim. Behrâm’ın, Tetâ’î’nin, İbn-i Hâcib’in ve başkalarının muhtasar şerhlerini inceledim. Zor yerlerini anlamada, İbn-i Kâsım Şemsüddîn-i Lekânî ve kardeşi Nâsıruddîn’e müracaat ederdim. Mezheblerindeki fetvânın üzerinde olduğu ilmi kavradım ve İmâm-ı Mâlik’in hüküm verdiği mes’elelerinde, diğer imamlardan ayrıldığı husûsları öğrendim.
Hanefî mezhebi kitaplarından, Kudûrî şerhi, Mecma’ul-bahreyn şerhi, Kenz şerhi, fetâvâ-i Kâdıhân, Manzûme-i Nesefî, Şerh-i Hidâye ve Hâfız Zeyla’î’nin Hidâye hadîslerinin tahrîrini okudum. Takıldığım yerlerde Nûreddîn-i Trablûsî, Şihâbüddîn bin Çelebi, Şemsüddîn-i Gazzî ve başkalarına müracaat ettim. Hanbelî kitaplarından, Şerh-ül-Hırakî ve İbn-i Batta’yı ve diğerlerini okudum. Zor yerlerini Şeyhülislâm Şişînî Hanbelî ve Şeyhülislâm Şihâbüddîn-i Fetûhî ve başkalarından sorardım.
Bütün bu mütâlâalar, benimle Allahü teâlâ arasında idi. Allahü teâlâ vaktimi bereketlendirdi. Mütâlâa ettiğim kitaplardan şu anda hatırladıklarım bunlardır. Akran ve ahbablardan bu kitapları incelediğimde şüphe eden, bu kitablardan dilediğini bana getirsin, benimle okusun, her müşkilini, bir yere müracaat etmeden çözeyim. Muhakkak ki, Allahü teâlâ herşeye kâdirdir. Üstadım Aliyy-ül-Havvâs’dan (r.a.) duydum. Bir gün bir gecede, üçyüzaltmışbin hatm okudu. Bu onun bana söylediği sözüdür. Allah ondan râzı olsun! Celâlüddîn-i Süyûtî (r.a.) bildirir “Muhammed bin Cerîr-i Taberî, ölümünden evvel kullandığı mürekkebi hesâb etti. binsekiz rıtıl ağırlığınca ya’nî dörtyüzkırkbir kg. idi. Mühezzeb yahut Mühimmât’dan, bir gecede tam bir cüz’ü mütâlâa eder, zevâidini Ravda’daki dersimin üzerine yazardım. Akranımdan çoğu, ilimle meşgûl olmağı bıraktığımı sanıyorlardı. Çünkü üstâdlarının derslerinde hâzır bulunmuyordum. Hatta; “Filân kimse, ilimle meşgûl olmağa devam etseydi, şimdi Mısır’ın en büyük müftîlerinden olurdu” derlerdi. Ba’zı zamanlarda derslerinde bulunurdum. Ama bahis açmaz, konuşmaz, nakil olunanları bildiğim için, herhangi zor bir mes’ele sormazdım. O hâlde, ey kardeşim, âlimlerin bütün sözlerini kavramak istersen, sen de benim gibi bu kitapları mütâlâa eyle!
Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’ye; “Tasavvuf yoluna nasıl girip ilerledin ve buna kimler sebep oldu?” diye bir suâl sordular. O da cevap olarak buyurdu ki: “Tasavvuf yolunu, önce Hızır aleyhisselâmdan ve üstadım Aliyy-ül-Havvâs’tan öğrendim, önce onlara tam olarak inanarak teslim oldum. Ne emrettilerse hepsini yaptım. Nefsimle senelerce mücâhede ettim. Nefsimin istemediklerini yaparak, onu terbiye ettim öyle ki, yalnız kaldığım zaman, odamın tavanına bir ip bağlar, onu boynuma takarak Rabbime ibâdet ederdim. Uykum geldiğinde yatmak isterdim. Fakat boynumdaki ip, uykuya mâni olurdu. Mecbûren ibâdete devam ederdim. Böylece nefsimin istemedikleri şeyleri yaparak, onu terbiye etmeye, yola getirmeye çabalardım. Haramlardan şiddetle kaçındığım gibi, mübahların fazlasını dahi terkederdim. Yiyecek birşeyim olmadığı zaman ot yer, yine kimseden birşey istemezdim. Vâli konaklarının ve sultan adamlarının evlerinin gölgesinden dahi geçmez, yolumu değiştirirdim, iyice incelemeden birşey yediğim olmadı, öyle bir hâle geldim ki, gelen yiyeceğe bakarak, onun helâl olup olmadığını, Rabbimin bana ihsân etmesiyle anlamaya başladım. Helâl olan yiyeceklerden temiz ve güzel bir koku, haram olanlardan kötü ve pis bir koku, şüphelilerden ise, haramlardakinden daha az bir koku hâsıl olmaya başladı. Bu alâmetlere göre hareket ettim. Bu şekilde elimden geldiği kadar dînin emir ve yasaklarına dikkat ettim. Cenâb-ı Hak da, bana ibâdetleri zevkle yapmayı ihsân etti. Kalb gözüm açıldı, yakin hâsıl oldu ve hakîkatin menbâ’ına eriştim. 947 (m. 1540) senesinde hacca gittiğimde, Kâ’be’nin altın oluğunun altında, Allahü teâlâdan ilmimi arttırmasını istedim. O ânda hâtifden bir ses duydum. Diyordu ki: “Sana, şimdiye kadar gelen müctehidlerin ve onlara tâbi olanların sözlerini tartıp anlıyan bir mizan verdim. Bu sana yetmez mi?” Bu sese karşı; “Yâ Rabbî! Yeter. Fakat, daha fazlasını isterim” dedim.
Abdülvehhâb-ı Şa’rânî hazretleri, Mîzân-ül-kübrâ isimli kitabında buyuruyor ki:
“Sünnet, ya’nî hadîs-i şerîfler, Kur’ân-ı kerîmi açıklamaktadır. Mezheb İmâmları, sünneti açıklamışlardır. Din âlimleri de, mezheb imamlarının sözlerini açıkladılar. Kıyâmete kadar da böyle olacaktır. Sünnet, ya’nî hadîs-i şerîfler olmasaydı sular, taharet, namazların kaç rek’at oldukları, rükû’ ve secdede okunacak tesbihleri, bayram ve cenâze namazlarının nasıl kılınacağını, zekât nisabını, orucun, haccın farzlarını, nikâh ve hukuk bilgilerini, hiçbir âlim, Kur’ân-ı kerîmde bulamaz ve öğrenemezdi. İmrân bin Hasîn’e birisi; “Bize yalnız Kur’ân’dan söyle” deyince; “Ey ahmak! Kur’ân-ı kerîmde, namazların kaç rek’at olduğunu bulabilir misin?” dedi. Hazret-i Ömer’e, farzların seferde kaç rek’at kılınacağını Kur’ân-ı kerîmde bulamadık dediklerinde; “Allahü teâlâ, bize, Muhammed aleyhisselâmı gönderdi. Biz, Kur’ân-ı kerîmde bulamadıklarımızı, Resûlullahtan gördüğümüz gibi yapıyoruz. O, seferde, dört rek’at farzları iki rek’at kılardı. Biz de öyle yaparız” buyurdu. Din imamlarının hiçbir sözü, İslâmiyetin dışında değildir. Çünkü herbiri hem hakîkatde, hem de şerî’atde âlimdirler.”
İmâm-ı a’zam “rahmetullahi aleyh”, kırk sene, yatsı namazının abdesti ile sabah namazı kıldı (ya’nî yatsıdan sonra uyumadı). İmâm-ı Şafiî; “Fıkıh bilgisinde, herkes, Ebû Hanîfe’nin çocuklarıdır” buyurdu. (Bu büyüklerin zevceleri de, Allahü teâlâya ibâdet etmeği, onun dînine hizmet etmeği zevk edinmişler, kendi haklarını ve zevklerini, Allah yolunda feda etmişlerdi. Eshâb-ı Kirâmın hepsi de, zevcelerinin arzuları ve izinleri ile, Allahın dînini yaymak için uzak yerlere cihâda gitmişler, çoğu şehîd olup geri dönmemişlerdi. Zevceleri de, bu sevâblara ortak oldukları için sevinmişlerdi.)
Mîzân’ın birinci cüz’ kırkikinci sahifesinde; “Dört mezheb imamından sonra, hiçbir âlim, mutlak müctehid olduğunu söylemedi. Mezhebde müctehidler yetişti. Mutlak müctehid (Mezheb sahibi) yetişmedi. Evet, Kur’ân-ı kerîmdeki bilgiler, hükümler sonsuzdur. Fakat, kıyâmete kadar, bütün insanlara lâzım olacak ahkâmı, dört İmâm anlamış, bildirdikleri, kitaplara yazılmıştır. Şimdi, bir kimse, Kitâbdan ve sünnetden ahkâm çıkarabilirim derse, dört mezhebden birinde bulunmıyan yeni bir hüküm çıkarmasını isteriz. Bunu yapamaz. Halîfe Ömer bin Abdülazîz; “Eshâb-ı Kirâm ihtilâf etmeselerdi, dinde ruhsat, kolaylık olmazdı” buyurdu. Halîfe Hârûn-Ur-Reşîd, İmâm-ı Mâlike; “Senin kitaplarını çoğaltıp, her yere göndereceğim ve herkesin bunlara uymasını emredeceğim” deyince; “Yâ Halîfe! Böyle yapma, âlimlerin ihtilâfı, Allahü teâlânın rahmetidir. Hepsi hidâyet üzeredir. Her müslüman, dilediği âlime uyar” buyurdu.
Mizân-ül-kübrâ’nın önsözünde diyor ki: “Dört mezheb imamından sonra hiçbir âlim, mutlak müctehid olduğunu iddia etmedi. Yalnız İmâm-ı Muhammed bin Cerîr-i Taberî böyle iddiada bulundu ise de, kabûl edilmedi. Tasavvufun yüksek derecesine varmış olan ârif-i kâmiller, zevk ve vicdan ile ictihâd sahibi olurlar. Helâl olan şeyleri güzel kokuları ile, haramları da habis kokuları ile anlarlar. Bir ârif-i kâmilden feyz almadıkça, ictihâd derecesine yükselmek mümkün değildir. Bu dereceye yükselen velînin, bir mezhebi taklîd etmesine lüzum kalmaz. Onların Hanefî, Şafiî olduklarını söylemeleri, bu dereceye yükselmeden evvel, taklîd etmiş oldukları mezhebleridir. Vilâyet derecelerine yükselebilmek için, dört mezhebden birinin fıkıh bilgilerini doğru olarak öğrenmek lâzımdır. Bunun için, Ehl-i sünnet i’tikâdında olan ve o mezhebe bağlılığı bilinen sâlih bir zâtdan dinliyerek veya böyle birinin yazdığı ilmihâl kitabından okuyarak öğrenmek şarttır, İ’tikâdı bozuk, mezhebsiz bir din adamından dinliyerek veya ne olduğu belirsiz kimsenin yazdığı kitaptan okuyarak öğrendiğine uyan yahut dört mezhebden birini taklîd etmiyen sofi dalâlete düşer zındık olur. Başkalarını da yoldan çıkarmakta şeytanın yardımcısı olur. Bütün müctehidler, bir ârif-i kâmilden feyz alarak ictihâd makamına kavuşmuşlardır. Mürşid-i kâmiller, mutlak müctehid oldukları hâlde, talebelerine, dört mezhebden birini taklîd etmelerini emr ederler. Böylece, onların ilerlemeleri, yükselmeleri kolay olur. Ekseriya bir velî, bir mezhebe, onun delîlini bilerek uyar. Başkaları, onu o mezhebin ictihâdına uydu sanır. Aslında o, mezhebe değil, kendi ictihâdına uymaktadır.” (İmâm-ı Gazâlî’ye, Nevevî’ye, Hâlid-i Bağdâdî’ye Şafiî ve Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî’ye Hanbelî denilmesi ve Muhammed Şâzilî’ye, Ma’rûf-i Kerhî’ye ve İmâm-ı Ahmed Rabbanî’ye Hanefî denilmesi böyledir. Görülüyor ki, dört mezheb İmâmı ve diğer müctehidler, Abdülkâdir-i Geylânî gibi büyük velîdirler. Yukarıda isimleri yazılı evliyâ da, İmâm-ı a’zam gibi mutlak müctehiddirler. Fakat, iş bölümü yapmışlardır. Bir kısmı, ictihâd yaparak ahkâm-ı İslâmiyyeyi yaymak, bir kısmı da irşâd yolu ile kalbleri, rûhları temizlemek vazîfelerini almışlardır. Dörtyüz senesinden sonra, ictihâda lüzum kalmamış, bindörtyüz senesinden sonra da, irşfid sahibi ârifler yetişmemiştir. Fakat, bunların ictihâdlarını, irşâdlarını bildiren kitapları dünyâya yayarak, İslâm dinini yenileyecek müceddidlerin yeryüzünde kıyâmete kadar mevcûd olacakları, hadîs-i şerîfler ile bildirilmiştir.)
“Fahr-i âlem (s.a.v.), yeryüzünün her tarafında, o zamandan bugüne kadar, ümmetinden harhangi biri ve hele, keşf, şühûd sahibleri çağırınca, imdâdlarına yetişir. Hızır aleyhisselâmın rûhu, çağıranlardan ba’zılarının imdâdlarına geliyor. Melekler, rûh (can) almak için, bir ânda, istediği zamanda ve yerde bulunuyor. Şâziliyye yolunun reîsi, Ebü’l-Hasen Ali Şâzilî’nin “kuddise sirruh”; “Her ân ve zaman, Peygamberimizin (s.a.v.) mübârek yüzü, gözümün önündedir” buyuruyor.”
“Mîzân’ın önsözünde buyuruyor ki: “Dört mezhebin imamları ve onları taklîd eden âlimlerin hepsi, her müslümanın dört mezhebden dilediğini taklîd etmekde serbest olduğunu ve haraç olduğu zamanlarda, başka mezhebin taklîd edileceğini bildirdiler. Allahü teâlâ, mü’minlerin dört mezhebe ayrılmalarını ve bunun, kulları için fâideli olacağını ezelde takdîr ve irâde buyurdu. Amelde mezheblere ayrılmaktan râzı olduğunu, Habîbi vâsıtası ile bildirdi. Böyle irâde etmeseydi, böyle olmazdı ve râzı olmasaydı, Resûlü, bu ayrılığın rahmet-i ilâhiyye olduğunu bildirmezdi. İ’tikâdda ayrılmayı yasak ettiği gibi, amelde ayrılmayı da yasak ederdi. Her işin bir “Azîmet” ya’nî güç tarafı ve “Ruhsat” ya’nî, kolay tarafı vardır. Bir işin bir mezhebde azîmeti vardır. Başka mezhebde ruhsatı bildirilmiştir. Azîmeti yapabilecek kimsenin, mezheblerin kolaylıklarını toplaması caiz değildir. Böyle yapmak dini oyuncak yapmak olur. Ruhsatlar, azîmeti yapmaktan âciz olanlar içindir. Âciz olmıyanın, kendi mezhebindeki ruhsatı da yapmaması iyi olur. Elinden geldiği kadar azîmetle amel etmelidir. Müctehid olmıyanların, bir mezhebi seçip, her işlerinde bu mezhebi taklîd etmeleri lâzımdır. Nazar ve istidlal yolu ile Nassdan hüküm çıkaracak dereceye yükselince, kendi ictihâdına tâbi olması lâzımdır, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel’in, ilminizi imamlarınızın aldıktan kaynaktan alınız. Taklîdcilikte kalmayınız sözü, böyle olduğunu göstermektedir. İmâm-ül-Harameyn, “Muhît” kitabında; “Gücü yetenlerin, dört mezhebde azîmet olan yolda bulunmaları vera’ ve takvâ olur. Çok iyi olur. Âciz olanların dört mezhebin ruhsatlarını yapması caiz olur. Fakat ruhsat için, o mezhebdeki şartlarına riâyet etmesi lâzımdır” buyurdu. İctihâd derecesinde olan bir âlimin, ya’nî delîlleri bulup, bundan hüküm çıkaran âlimin başkasını taklîd etmesi caiz değildir. Fakat avvâmın müctehidi taklîd etmesi vâcib olduğunu âlimler bildirmişlerdir. Müctehid olmıyan kimse, müctehidi taklîd etmezse, dalâlete düşer demişlerdir. Müctehidlerin hepsi, İslâmiyetten buldukları delîllerden hüküm çıkarmışlardır. Hiçbir müctehid, Allahın dininde kendi re’yi ile konuşmamıştır. Mezhebler, Kitab ve Sünnet iplikleri ile dokunmuş birer kumaş gibidir. İctihâd derecesine yükselmiyen herkesin, dört mezhebden dilediğini seçip, bunu taklîd etmesi lâzımdır. Çünkü mezheblerin hepsi, Cennete giden yolu göstermektedir. Mezheb İmâmlarından birine dil uzatan kimse, kendi cahilliğini göstermiş olur. Meselâ, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sabit (r.a.) hazretlerinin ilminin, vera’ının ve ibâdetinin çokluğunu ve ahkâm çıkarmaktaki titizliğini ve ihtiyâtlı davranışlarım, selef ve halef âlimleri söz birliği ile bildirmişlerdir. Böyle bir yüce İmâm için, Allahın dînine, kendi re’yi ve görüşü ile, Kitaba ve Sünnete muhalif bir söz karıştırdı demekten Allaha sığınmalıdır. Her müslümanın, mezheb İmâmlarına karşı edebli davranması lâzımdır. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin derecesinin yüksekliğini, ancak keşf sahibi olan evliyânın büyükleri anlıyabilmislerdir.
“Mîzân-ül-kübrâ”da kırkbirinci sahifesinden başlıyarak diyor ki: “Din kardeşim, iyi düşün! Resûlullah (s.a.v.) Kur’ân-ı kerîmde icmâlen bildirilenleri, ya’nî kısa ve kapalı olarak bildirilenleri açıklamasaydı, Kur’ân-ı kerîm kapalı kalırdı. Resûlullahın vârisleri olan mezheb imamlarımız (r.aleyhim) hadîs-i şerîflerde mücmel olarak bildirilenleri açıklamasalardı, sünnet-i nebeviyye kapalı kalırdı. Böylece, her asırda gelen âlimler, Resûlullaha tâbi olarak, mücmel olanı açıklamışlardır. Allahü teâlâ, Nahl sûresinin kırkdördüncü âyetinde meâlen; “İnsanlara indirdiğimi onlara beyân edesin” buyurdu. Beyân etmek, Allahü teâlâdan gelen âyetleri, başka kelimelerle ve başka sûretle anlatmak demektir. Ümmetin âlimleri de, âyetleri beyân edebilselerdi ve kapalı olanları açıklıyabilselerdi ve Kur’ân-ı kerîmden ahkâm çıkarabilselerdi, Allahü teâlâ Peygamberine, sana vahy olunanları tebliğ et derdi. Beyân etmesini emr etmezdi. Şeyhülislâm Zekeriyyâ (r.a.) buyurdu ki: “Resûlullah (s.a.v.), Kur’ân-ı kerîmde mücmel olarak bildirilenleri açıklamasaydı ve mezheb imamları (r.a.) kapalı olarak bildirilenleri açıklamasalardı, bunları hiçbirimiz anlıyamazdık. Meselâ Peygamber efendimiz (s.a.v.), abdesti nasıl alacağımızı hadîs-i şerîfleri ile bize bildirmeseydi, nasıl abdest alacağımızı Kur’ân-ı kerîmden çıkaramazdık. Namazların kaç rek’at olduktan ve orucun, haccın, zekâtın hükümleri ve keyfiyetleri ve nisâb mikdârları ve şartları ve farzları ve sünnetleri, Kur’ân-ı kerîmden çıkarılamazdı. Kur’ân-ı kerîmde mücmel olarak bildirilen hükümlerin hepsi böyledir. Ya’nî, bunlar hadîs-i şerîflerle bildirilmeseydi, hiçbirini anlayamazdık. Din âlimleri ile mücâdele etmek, nifak alâmetidir.
Çünkü âlimlerin delîllerini iptal etmek, red etmek için uğraşmaktır. Allahü teâlâ, Nisa sûresinin kırkaltıncı âyetinde meâlen; “Onların îmân etmiş olmaları için, aralarındaki anlaşmazlıklarda, seni hakem yapmaları ve vereceğin hükme râzı olmaları, teslim olmaları lâzımdır” buyurdu. Bu âyet-i kerîme, Resûlullahın hükmünden, İslâmiyetin emrinden sıkıntı duyanlarda îmân olmadığına alâmettir. Hadîs-i şerîfte, “Resûlün yanında niza’, cidal yapmayınız!” buyuruldu. O’nun dîninin âlimleri ile niza’ ve cidal yapmak, onların doğru olan ictihâdlarının çürük olduklarını göstermeğe kalkışmak, O’nunla (s.a.v.) cidal etmek demektir. Çünkü âlimler, Resûlullahın vârisleridir. Resûlullahın getirdiklerinin hepsine, hikmetlerini, delîllerini anlamasak bile, îmân ve tasdik etmemiz lâzım olduğu gibi, mezheb İmâmlanmızdan gelen bilgilere de, delîllerini anlamasak bile, İslâmiyete muhalif olmadıkları için Îmân ve tasdik etmemiz lâzımdır. Peygamberlerin hepsinin (a.s.) dinleri ihtilaflı, hattâ birbirlerine zıd hükümleri bulunduğu hâlde, hepsine îmân ve tasdik etmemiz lâzımdır. Böyle olduğunu, âlimlerimiz sözbirliği ile bildirmişlerdir. Mezhebler de, bunun gibidir. Müctehid olmıyanların, mezhebler arasında ayrılıklar bulunduğunu gördükleri hâlde, hepsine imân ve tasdik etmeleri lâzımdır. Müctehid olmıyan birinin bir mezhebi hatalı görmesi, o mezhebin hatalı olduğunu göstermez. O kimsenin hatalı olduğunu, anlayışının kıt olduğunu gösterir. İmâm-ı Şafiî, “Teslim olmak, îmânın yarısıdır” buyurdu. Rebî’ hazretleri bunu işitince; “Hayır, îmânın hepsidir” dedi. İmâm-ı Şafiî, bu sözü kabûl eyledi. Yine İmâm-ı Şafiî; “Îmânı kâmil olan, usûl bilgilerinde söz yapmaz. Ya’nî, niye böyledir. Öyle değildir demez” buyurdu. “Usûl bilgileri nedir?” dediklerinde; “Kitâb ve sünnet ve îcmâ’-i ümmetdir” buyurdu. İmâm-ı Şafiî hazretlerinin bu sözü gösteriyor ki, Rabbimizden ve Peygamberimizden gelen haberlerin hepsine, Rabbimizin bildirdiği gibi inandık demeliyiz. İslâm âlimlerinin bildirdikleri de bunun gibidir. Ya’nî imamlarımızın sözlerine, söz etmeden ve cidal etmeden inanırız demelidir. İmâm-ı İbn-i Abd-il-Berr bunun için; “İmamlarımızdan hiçbirinin, talebesine belli bir mezhebi iltizâm etmelerini ya’nî taklîd etmelerini emr ettikleri işitilmemiştir. Diledikleri mezhebin fetvâlarına uymalarını söylemişlerdir. Çünkü, bütün mezhebler, Allahü teâlânın rahmetidir. Resûlullahın (s.a.v.) ümmetinden birinin belli bir mezhebi iltizâm etmesini emr buyurduğu, sahih veya za’îf hiçbir hadîs-i şerîfte bildirilmemiştir dedi.
İmâm-ı Karâfi buyuruyor ki: “Eshâb-ı Kirâm sözbirliği ile bildirdiler ki, hazret-i Ebû Bekr’den ve hazret-i Ömer’den fetvâ alıp da, bunları taklîd eden bir kimse, başka işlerini başka sahâbîlere de sorar ve öğrendiği ile amel ederdi. Huccet, delîl soran olmazdı. (Ya’nî, Tabiînden yeni îmân etmiş olanların, Eshâb-ı Kirâmdan yalnız birinin mezhebini taklîd etmesi mümkün değildi. Çünkü, Eshâb-ı Kirâmın mezhebleri tedvin edilmiş, büyük mezheb olarak kitaplara geçmiş değildi. Her zaman aynı sahâbînin yanında bulunup da, herşeyi ona sorup, işittiklerini yapmak da, pek az kimseye nasîb oldu. Rast geldikleri sahâbîye sorup, öğrenip, yapmak mecbûriyeti vardı. Zarûret olunca, her mezhebe uyulur. Tabiîn, delîllerini hiç aramazlardı.) Şimdi ise, yeni îmân edenlerin, aynı mezhebdeki âlimlerden huccet, delîl aramadan sorup, öğrenerek amel etmeleri, aynı mezhebde olan âlimleri bulamazlarsa, her âlimden sormaları, sonra bir mezhebi öğrenip bu mezhebi taklîd etmeleri lâzım olduğunu âlimler sözbirliği ile bildirmişlerdir. Bu icmâ’ı kabûl etmiyen inâdcının, kendine delîl bulması lâzımdır.”
Abdülvehhâb-ı Şa’rânî buyuruyor ki: “Edillet-il-mezâhib” ismindeki kitabımı yazacağım zaman, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin ve talebelerinin ictihâdlarını çok inceledim. Herbirinin bir âyet-i kerîmeye, hadîs-i şerîfe veya Eshâb-ı Kirâmdan gelen habere dayandığını gördüm, İmâm-ı Mâlik ve İmâm-ı Ahmed ve İmâm-ı Şafiî gibi büyük müctehidler, İmâm-ı a’zamı çok övdüler. Başkalarının lehde ve aleyhde konuşmalarının hiç kıymeti yoktur. Çünkü, Mâlikî, Hanbelî ve Şafiî mezhebinde olanların, mezheblerinin imamının medh ettiklerini sevmeleri ve övmeleri lâzımdır. Sevmezlerse, kendi mezheblerine uymamış olurlar. Mezheb taklîd edenin, mezhebinin imamına uyarak, İmâm-ı a’zamı medh etmesi vâcibdir.
Ebû Mutî’ diyor ki: “Küfe Câmii’nde İmâm-ı a’zamın yanında idim. Süfyân-ı Sevrî ve İmâm-ı Mukâtil ve Hammâd bin Seleme ve İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık ve başka âlimler geldiler. “Din işlerinde çok kıyâs yaptığını işittik. Bu senin için pek zararlı olur. Çünkü, ilk kıyâs yapan İblîs idi” dediler, İmâm-ı Ebû Hanife, sabahtan Cum’a namazına kadar bunlara cevap verdi. Mezhebini açıkladı, “Önce Kur’ân-ı kerîmde arıyorum. Bulamazsam, hadîs-i şerîflerde arıyorum. Yine bulamazsam, Eshâb-ı Kirâmın icmâ’larına bakıyorum: Burada da bulamazsam, ihtilâf ettiklerinden birini tercih ediyorum. Bunu da bulamazsam, kıyâs yapıyorum” dedi. Misâller gösterdi. Hepsi kalkıp, İmâm’ın elini öptü. “Sen âlimlerin efendisisin. Bizi affet! Bilmeden seni üzdük” dediler. “Allahü teâlâ, beni de, sizi de af buyursun” dedi.
Ey kardeşim! İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’ye ve onun mezhebini taklîd eden fıkıh âlimlerine dil uzatmaktan kendini koru! Câhillerin sözlerine ve yazılarına aldanma! O yüce İmâmın ahvâlini, zühdünü, vera’ını ve din işlerindeki ihtiyâtını, titizliğini bilmiyen dinde değişiklik yapanlara uyarak, onun delîlleri za’îfdir dersen, kıyâmette onlar gibi felâkete sürüklenirsin. Sen de benim gibi, Hanefî mezhebinin delîllerini incelersen, dört mezhebin de sahih olduğunu anlarsın! Mezheblerin doğru olduğunu, öğle güneşini görür gibi, açık olarak anlamak istersen, Ehlullah yoluna sarıl! Tasavvuf yolunda ilerliyerek ilminin ve amelinin ihlâslı olmasını başar. O zaman, İslâmiyet bilgilerinin kaynağını görürsün. Dört mezhebin de, bu kaynaktan alıp yaydıklarım, bu mezheblerin hiçbirinde, İslâmiyet dışında hiçbir hüküm bulunmadığını anlarsın. Mezheb İmâmlarına ve onları taklîd eden âlimlere karşı edebli, terbiyeli davrananlara müjdeler olsun! Allahü teâlâ, onları kullarına saadet yolunu göstermek için rehber, İmâm eyledi. Onlar, insanlara Allahü teâlânın büyük ihsânıdır. Cennete giden yolun öncüleridirler.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-6, sh. 218
2) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 372, 374
3) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 641, 642
4) El-A’lâm cild-4, sh. 180
5) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-2, sh. 134
6) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 266, 268, 392, 393, 396, 398, 422, 518, 519, 526, 657, 674, 750, 924, 978
7) Fâideli Bilgiler sh. 143, 147, 148, 149, 155, 156, 157