ABDÜLLATÎF CÂMÎ

İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. İsmi, Şeyh Abdüllatîf olup, Şeyhülislâm Ahmed-i Nâmıkî Câmî’nin soyundandır. Bunun için Câmî diye nisbet edilmiştir. Kaynaklarda doğum târihi bulunamamıştır. 963 (m. 1555) senesinde Harezm’de vefât etti.

Abdüllatîf Câmî, aslen Horasanlıdır. Babası, Eshâb-ı Kirâm düşmanı olan kimselerin Horasan’ı istilâ etmeleri sebebiyle oradan ayrılıp, Mâverâünnehr bölgesine hicret etmişdir. Âlim olan dedeleri ve babası, Semerkand ve Buhârâ’da çok talebe yetiştirmişdir.

Muhammed bin Sıddîk Hubûşânî’nin huzûr ve sohbetlerinde bulunarak yetişen Abdüllatîf Câmî, o büyüt zâtın feyzleriyle olgunlaşıp kemâle geldi. Zamanında bulunan âlim ve evliyânın önde gelenlerinden oldu. Takvâ sahibi, kerâmetler hazînesi, çok yüksek bir zât idi. İstikâmet sahibi olup, her hâli ve hareketi, dînimizin emirlerine tam uygun idi. Şöhreti her tarafa yayıldı.

960 (m. 1553) senesinde Anadolu’ya geldi. Zamanın pâdişâhı olan Kanunî Sultan Süleymân Hân ile görüşüp, sohbet etti. Kanunî, bunun sohbetlerinden çok istifâde eder ve lezzet alırdı.

Rivâyet edilir ki, o zamanlarda Osmanlılarda Nakîb-ül-eşrâf Seyyid Muharrem Efendi idi. (Nakîb-ül-eşrâf olan zât, Peygamber efendimizin (s.a.v.) mübârek neslinden olanların her türlü işleri ile ilgilenip, onların kayıtlarını tutardı.) Nakîb-ül-eşrâflık vazîfesinin ehemmiyeti icâbı, halifeden sonra gelen en yüksek mevkilerden sayılırdı. Diğer büyük zâtlar gibi, Abdüllatîf Câmi de Resûlullah efendimize (s.a.v.) ve O’nun temiz nesline âşık bir zât idi. Anadolu’da bulunurken, Kanunî Sultan Süleymân’a, Nakîb-ül-eşrâf Seyyid Muharrem Efendi’yi çok medhederek şöyle anlattı: “O, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) neslinden çok kıymetli bir zâttır. Eğer onların (Seyyidlerin) arzusu olmasaydı, Anadolu’ya gelmez idim.” O bu sözleri ile Nakib-ül-eşrâflık müessesesinin ve Muharrem Efendi’nin ve dolayısıyle seyyidlerin mevkiini daha da yükseltmiş, onlara verilen kıymet ve i’tibârın daha da artmasına vesile olmuştur. Kendisi seyyidlere çok hürmet ederdi.

Abdüllatîf Câmî (r.a.), Nakşibendiyye yolunun büyüklerinden âbid ve zâhid bir zât idi. Çok ibâdet ederdi. Dünyâya hiç meyil ve i’tibâr etmezdi.

Birkaç defa hacca gitti. Bir sene hac dönüşünde, yolda düşman ve eşkiya tehlikesi olduğunu haber aldılar. Memleketlerine başka bir yoldan geldiler. Yolda gelirken, bir yerde mola verip; “Burada birkaç gün istirahat etmemiz îcâb ediyor” dedi. Yol arkadaşları kabûl edip, orada konakladılar. Fakat Hâce Selâhaddîn isminde bir vezîr ve yanındaki birkaç kişi, yola çıkmakta acele ettiler. Onlar yola çıkınca, geride kalanlardan birkaçı da, yola çıkalım diye Abdüllatîf’e arzettiklerinde, o yine acele etmedi acele edip, yola çıkanlar, yolda düşman eline düşüp şehîd edildiler. O büyük zâtı dinlememeleri sebebiyle, başlarına bu hâdise geldi. Abdüllatîf Câmî ise birkaç gün sonra yola çıktı. O tehlike de geçmiş idi. Sâlimen memleketlerine döndüler. Bunun gibi daha nice kerâmetleri görülmüştür.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Dekâik-ül-ahbâr. Süleymâniye Kütüphânesi Yazma Bağışlar kısmı. No: 1978 Varak: 105 b

2) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Zeyli (Atâî) sh. 72